Yeni bir marka yaratırken Kelimelerle Konumlandırma Engin Tezcan 1.1 © Engin Tezcan Bu kitabın tüm hakları, Engin Tezcan ve Esin Tezcan’a aittir. Kaynak gösterilmeksizin kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir yöntemle kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. Engin Tezcan engin@caponajans.com www.caponajans.com Kelimelerin gücü Giriş 2015’te Capon Marka Konumlandırma Ajansı’nı kurduğumda, dünyada hiç “marka konumlandırma ajansı” yoktu. Çünkü aslında, marka konumlandırma ajansı diye bir şey yoktu. Google’a, “marka konumlandırma ajansı” yazdığınızda, çıkan sonuçlar marka konumlandırmayla ilgiliydi. Ama bu 3 kelimenin yan yana geldiği tek bir sonuç bile yoktu. (Brand Positioning Agency, olarak İngilizce aradığınızda da, durum aynıydı.) O günlerde, 50 yıl önce marka konumlandırma kavramını ilk ortaya atan Al Ries’e bir e-posta atmış, bir ajans kurduğumu ve bu ajansı “reklam ajansı” ya da “marka danışmanlığı” şirketi olarak değil, marka konumlandırma ajansı olarak tanımladığımı söylemiştim. Konumlandırmanın mucidi Al Ries, ajansımı bugün kuruyor olsam, ben de öyle yapardım, dedi. Evet, ortada hiç öyle bir ajans tanımlaması yokken, varmış gibi, ajansı “marka konumlandırma ajansı” olarak tanımladım. Kısa bir süre sonra, bir marka konumlandırma ajansına ihtiyacımız var, görüşebilir miyiz, diye e-postalar almaya başladım. Hala da böyle e-postalar alıyorum. Çoğu da müşterim oluyor. Peki sizce, marka konumlandırma ajansına ihtiyaç duyduklarını söyleyen bu insanlar, ben bu ajansı kurmadan önce ne yapıyorlardı? Bir reklam ajansına ya da marka danışmanına gidip, markamızı konumlandırmak istiyoruz, mu diyorlardı? 10 yıl Türkiye’nin en büyük reklam ajanslarından birinde ön cephede çalıştım. 10 yıl boyunca hiçbir markanın, konumlandırmaya ihtiyacımız var, diye kapımızı çaldığını hatırlamıyorum. Bazı marka danışmanlarını da tanıyorum. Onlardan da hiç böyle bir hikaye duymadım. Yoksa bu insanlar, bir marka konumlandırma ajansı olduğunu duydukları için mi böyle bir ihtiyaçları olduğunu düşünmeye başlamışlardı? Yoksa durup dururken, insanların para ödemeye gönüllü olduğu bir ihtiyaç mı yaratmıştım? Pazarlama ne demekti? Marka ne işe yarıyordu? *** Bu kitapta, kelimelerle konumlandırmanın sırlarını anlatıyorum. Hem bizzat içinde bulunduğum yeni marka yaratma projelerini hem de Türkiye’den ve dünyadan örnekleri… Bütünsel yaklaşımlar, 360 derece çözümler, marka ruhu, tuz ruhu, semboller, duygular, marka özü gibi dolambaçlı yollar yok. Bir marka doğururken en çok dikkat etmeniz ve üzerine en çok kafa yormanız gereken noktayı, basit, net ve kısaca anlattım. Yeni bir marka yaratma projeniz varsa, neden bazı yeni markalar çakılıyor, neden bazıları başarılı oluyor, diye merak ediyorsanız, başlayalım. 1 Yeni bir markanın çakılma ihtimali Bu kitabı alıp okumaya başladığınıza göre, yeni bir marka yaratma niyetiniz var demektir. Yeni markanızı yaratmak için attığınız ya da atmayı düşündüğünüz adımları radikal bir biçimde tekrar gözden geçirmeniz için, önce aşağıdaki hikayeyi sizinle paylaşmak durumundayım. 16 yıl kadar önce, çalıştığım ajans Türkiye’nin en büyük 2 holdinginden birinden bir davet aldı. Yeni bir markalarının lansman kampanyası için bizimle görüşmek istediler, toplantıya gittik. Şirket, yeni bir çay markası yaratmıştı. Her şey hazırdı. Marka ismi seçilmiş, uluslararası bir araştırma şirketi tarafından araştırmaya sokulmuş, beğenilmiş ve tam not almıştı. Logo, kurumsal kimlik ve ambalaj tasarımları, yurtdışında oldukça meşhur bir tasarım ajansı tarafından hazırlanmıştı. Bunlar da araştırmaya sokulmuş, şu an elimizdeki halleri beğenilmiş ve tüketicilerden tam not almıştı. Marka özü, kimliği, ses tonu, DNA’sı, vaadi gibi, yeni bir marka yaratma aşamasında çok özen gösterilen soyut detaylar, yine alanında uzman bir şirket tarafından hazırlanmıştı. Ürün ise öyle böyle değil, mükemmeldi. Hem normal dökme çay, hem demlik poşet hem de sallama dediğimiz poşet çay için, çok ciddi araştırmalar yapılmıştı. Ürün tüm araştırmalarda, rakip Çaykur ve Lipton’un çaylarından daha çok beğenilmişti. Öyle yüzeysel bir araştırmadan da bahsetmiyorum. Renk için ayrı, koku için ayrı, tat için ayrı, demlenme süresi için ayrı, berraklık için ayrı, oldukça detaylı araştırmalar yapılmıştı ve ürün Çaykur’a da Lipton’a da fark atmıştı. Pazarlama ekibini görmeliydiniz. Arkalarındaki dev holdingin sahadaki gücünü de kullanacaklarını belirterek, bize bunları muza er bir komutan edasıyla anlattılar. Her şey hazırdı, tek eksikleri reklamdı. Bizden harika bir lansman kampanyası bekliyorlardı. ff Elimizde bir brief ve 24 cilt Ana Britannica boyutunda araştırma sonuçlarıyla ajansa döndük. 2 hafta sonra sunum günü gelince, başka hiçbir ajansın cesaret edemeyeceği bir şey yaptık ve sunumda reklam kampanyası sunmak yerine, bu markanın bu şekilde piyasaya çıkarsa “çakılacağını” söyledik. Ve çakılmamaları için neler yapılması gerektiğini tane tane anlattık. Güldüler. Ve tabii ki işi bize vermediler. *** Başka bir ajans işi aldı ve tam istedikleri gibi bir lansman kampanyası yaptı. Uzun bir reklam lmi haftalarca televizyonda döndü. Çok beğenildi. Holdingin gücüyle, satış kanallarında da sorun yaşamadılar. Tüm marketlerde çok geniş raf paylarıyla yer aldılar. Ve çakıldılar. Marka tutmadı. Holdingin elindeki diğer gıda markaları da çakıldı ve holding, gıda bölümünü markalarla birlikte elinden çıkardı, sattı. Bu çay markasını satın alan şirket de birkaç sene dayanabildi, o da markayı başka bir şirkete sattı. fi Derdim kişilerle ve kurumlarla olmadığı için markanın ismini vermek istemiyorum. Ama meraklısı için, bugün o çay markasının, bir ucuzluk marketinin private label’ı olarak yaşamına devam ettiğini söyleyebilirim. (Buna yaşamak denirse tabii.) Bu hikayeyi size anlatmamın sebebi şu: Bu kadar bolluk içinde doğan, en iyi dadılarla büyütülen, bir dediği iki edilmeyen, en iyi okullara gönderilen, en iyi hocalardan keman dersi aldırılan, yediği önünde yemediği arkasında böyle bir yeni marka bile çakıldıysa, bir durup düşünmeniz gerekir. Yeni markanız için isim mi arıyorsunuz? En yaratıcı ekiplerle en güzel isimleri bulup en iyi araştırmacılarla test ettiler. Ama çakıldılar. Yeni markanızın logosu ve ambalajı nasıl mı olsun? Dünyanın en iyi gra k tasarım atölyeleriyle çalıştılar. Ama çakıldılar. Ürününüz çok mu kaliteli? Pazar liderleri Çaykur ve Lipton’dan daha çok beğenilen bir çayları vardı. Ama çakıldılar. Hepsini sırayla saymak istemiyorum. Her şeyi dört dörtlük yaptılar ama çakıldılar. O dönemin şartlarına ya da o pazara özgü özel bir durum olduğunu ve bunu gözden kaçırdığımı düşünüyorsanız, size bir kötü haberim daha var. fi Bu durum sürpriz değil. Harvard Business School profesörü Clayton Christensen'e göre, dünyada her yıl piyasaya 30.000 yeni ürün sürülüyor ve %95’i çakılıyor. Toronto Üniversitesi Profesörü Inez Blackburn'e göre ise, piyasaya yeni sürülen ambalajlı tüketim ürünlerinin %75’i çakılıyor. Bunların bazıları yeni marka olsa, bazıları da zaten var olan markalarla piyasaya sürülmüş olsa bile, çok yüksek bir oran. Şimdi düşünün… Yeni bir marka yaratmayı planlıyorsunuz. Marka yaratma sürecindeki her aşamayı, isim, logo, ambalaj, araştırma, siz de yukardaki holdingin bonkörlüğüyle, hiçbir masraftan kaçınmayarak, en iyilerle çalışarak, hazırladınız diyelim. Ürününüz de, o çay gibi, pazardaki en büyük rakiplerin ürünlerinden daha kaliteli bir ürün, diyelim. Dağıtım ve satış gücünüz de, o dev holdinginki kadar sağlam diyelim. Yine de korkmanız gerekir. Ben olsam korkardım. Çünkü onlar, her şeyi dört dörtlük yapmalarına rağmen çakıldılar. Peki… Bir reklam ajansındaki bu adamlar, eldeki o güçlü verilere rağmen, o markanın çakılacağından nasıl bu kadar emindiler ve müşteriyi kaybetmek uğruna, lansman kampanyası bile sunmadılar? Merak etmiyor musunuz? Ediyorsanız, başlayalım. Yeni doğacak bir markanın çakılmaması için, hatta çakılmak bir yana, kendi pazarını ve kendi talebini yaratması için yapılması gerekenleri, adım adım anlatacağım. 2 Karmaşadan kaçın Verebileceğim çok fazla başarısız yeni marka girişimi varken, o çay markasından bahsetmemin sebebi şuydu: Kağıt üzerinde her şeyi mükemmel yapmışlardı ve ürünleri de mükemmeldi. Tüm bunlar araştırmalarla da kanıtlanmıştı. Ayrıca markanın arkasında, Türkiye’nin en bilinen 2 holdinginden biri vardı ve bu sahada büyük avantaj demekti. Buna rağmen çakıldılar. Yani birazdan anlatacaklarımı okurken, ama benim ürünüm çok kaliteli, ama benim dağıtım ağım çok kuvvetli, gibi argümanlara sarılmayın. Yeni markanız için mükemmel bir hazırlık yapacaksanız, ancak onlar kadar yapabilirsiniz. Ama gördüğünüz gibi, bu hazırlık bile başarıyı garantilemiyor. Şimdi gelin, önce nerede hata yaptıklarına ve neyi gözden kaçırdıklarına bakalım. Platon’un mağara alegorisi Markalamayı felsefenin alanına sokmak istemiyorum ama kabaca benzer şekilde, bir markanın gerçek dünyadaki varlığıyla, o markanın insanların zihnindeki yansıması, her zaman bire bir örtüşmez. Merak etmeyin, öyle başladım ama felse terimlerle kafa karıştırmayacağım. Söylemek istediğim şu: Ürününüzün piyasadaki en kaliteli ürün olması, insanların zihninde en kaliteli marka olmanızı garantilemez. Dünyanın en meşhur tasarım atölyesinde tasarlanan logonuzdaki, modernliği simgeleyen o desen ve dinamik yapınızı sembolize eden eğik karakter, insanların markanızı modern ve dinamik bir marka olarak zihnine kaydetmesini garantilemez. (Logoları böyle satıyorlar ya, ondan böyle anlattım, havalı oldu.) Yeni markanız için marka özü, marka DNA’sı, marka kişiliği, ses tonu, duygusal faydalar, rasyonel faydalar gibi ayrıntıların belirlendiği, üzerinde aylarca çalışılıp hazırlanan o marka dosyası var ya, işte o dosyada yazanlar, insanların zihnine bire bir kopyalanmaz. Yeni markalar için yapılan araştırmalar bizi yanıltır. İnsanlara, hangi çayı daha çok beğendiğini sorarsınız, evet sizinkini söyleyebilir. Ama bu, markete gidince yeni markanızı alacağı anlamına gelmez. fi Marka karmaşık bir pazarlama enstrümanı, evet. Ama sadece pazarlamacılar için. Tüketiciler için değil. Markaları yaratanlar, markalar hakkında çok fazla detayı çok uzun süre düşünürler. İşin ironik tarafı, o markayı kullanacak insanlar markalar hakkında pek düşünmez. Hatta hiç düşünmez. Bir grup insan bir çay markası yaratmak için 9 ay gece gündüz düşünebilir. Ama aklı başında bir insan evladı, çay markaları hakkında, deli değilse, 2 dakika bile oturup kafa yormaz. Markette çay reyonunun önüne geçip, bu marka dinamik, bu marka yeni, bu markanın çayı daha berrak, bu marka öncü, bu marka demini 2 buçuk dakika daha geç alıyor, bu markanın logosunu bi’ tık büyütmek lazım, bu markanın rengi bana dostluğu çağrıştırdı, bu markayı alıp sımsıcak bir sohbet başlatmalıyım, diye düşünmez. Bu deliliği, toplantı odalarında biz yaparız. Vatandaş polemiğe girmez. Birini alır, demler ve içer. Bu neredeyse her marka ve kategori için geçerlidir. İnsan zihni, en az enerji tüketecek şekilde tasarlanmıştır. Biz ne kadar karmaşıklaştırırsak karmaşıklaştıralım, ki yazması bile karmaşık, insanlar basit düşünür, basit yolu seçer. Çakılmayacak bir marka yaratmak için, önce bu basitliği kavramak ve kabul etmek gerekir. Çay mı lazım? İnsanların çok büyük bir kısmı, normal çay alacaksa, Çaykur alır. Poşet çay alacaksa da, Lipton alır. Bu kadar basit mi? Evet, bu kadar basit. İnanmıyorsanız, pazar paylarına bakabilirsiniz. İkisi de kendi kategorilerinde yıllardır açık ara lider. Diğer markalar da, kalan küçük bölümü paylaşarak yaşamaya çalışırlar. Bu hemen hemen her kategoride böyledir. Bir lider marka vardır, bir de güçlü ikinci. Diğer markalar kalanı paylaşmak için birbirlerini yerler. Yani yeni bir markayla var olan bir pazara girecekseniz, pazarın küçücük bir bölümü için sert bir savaşa gireceksiniz demektir. Sonunuzun o çay markası gibi olma ihtimali de çok yüksektir. Küçük bir kazanç için, büyük bir savaş. Oysa ben size, büyük bir kazanç için daha küçük bir savaş önereceğim. Şimdi gelin, insan zihninin markaları nasıl basitçe ele aldığına bakalım ve bu basit mekanizmayı, yeni markamız için nasıl kullanacağımızı öğrenelim. 3 Kelimelerin sırrı Amerika’da bir grup bilimadamı, bazı çocukların neden başarılı, bazılarının neden başarısız olduğuna kafayı takmış ve araştırmaya başlamışlar. İlk önce, eğitimli ve başarılı ailelerin çocuklarının da eğitimli ve başarılı olduğunu düşünüp, bu varsayımın peşine düşmüşler. Mantıklı görünüyor. Ama gerçekler biraz daha farklı çıkmış. Konumuz çocukların zihin gelişimi olmadığı için, özet olarak anlatıp asıl konumuz olan yeni markalara geleceğim. Özetle şunu bulmuşlar: Çocuklarda 3 yaşına kadar zihin gelişimini sağlayan şeyin, ev ortamında duyduğu kelime sıklığı ve sayısı olduğunu keşfetmişler. Yani daha fazla kelime duyan çocukların zihninde, daha fazla sayıda yeni bağlantı gelişiyor ve bu çocuklar -bilimsel değil kaba bir tabirle söylüyorum- daha zeki oluyorlar. Evin sosyo-ekonomik durumundan bağımsız olarak, büyüme süresince daha az kelimeye maruz kalan çocukların ise, zihinsel gelişimi çok da ilerlemiyor. Evlere mikrofon koyarak konuşmaların kaydedilip farklı kelimelerin sayıldığı ve çocukların uzun yıllar boyunca takip edildiği bir araştırmadan bahsediyorum. İlgili kitabın adı kaynaklar bölümünde. Bunun markalarla ne ilgisi var? Küçük bir oğlum var ve o büyürken olan biteni daha iyi anlamak için bazı kitaplar okuyordum. Bu kitap da öyle karşıma çıktı ve okurken bir anda bizim oğlanı unuttum. Markalar hakkında hepimizin okuduğu tuğla gibi kitapları düşünmeye başladım. Bir anda her şey berraklaştı. Çocuk gelişimi hakkında bir kitap okurken markalamayı çözdüğümü iddia etmiyorum. İnsanların markalarla ilişkisini anlatan bazı karmaşık teorileri, çok daha basit ve net ifade edebilmenin yeni bir yolunu bulduğumu söylemeye çalışıyorum. Sihirli kelime: Kelimeler. İnsanlar kelimelerle düşünüyor. Kelimelerle öğreniyor. Kendini kelimelerle ifade diyor. Baksanıza, beyin kelimelerle gelişiyor. İnsan beyni, kelimeler sayesinde yeni bağlantılar kurmayı öğreniyor. Bir çocuk ne kadar farklı kelime duyarsa beyni o kadar gelişiyor. Yani dil, beynimizi şekillendiriyor. Kelimelerin insan beynindeki etkisi bu kadar büyükse, insanların zihninde markaları depolama aşamasında da kelimeler çok önemli olmalı değil mi? Markaları da kelimelerle tanıyoruz ve ifade ediyoruz. Aslında bu, yabancı olduğumuz bir bilgi de değil. Anlatmaya çalıştığımı görselleştirebilmek için şöyle de ifade edebilirim: Beynimizde nöronlar olduğunu ve mekanizmanın nöronlar arasında kurulan milyarlarca farklı bağlantıyla çalıştığını biliyoruz. Aşağıdakine benzer temsili görselleri herkes görmüştür. Görsel: freepik-https://www.freepik.com/photos/modern-technology' Modern technology photo created by svstudioart - www.freepik.com Çocuk gelişimi araştırmasının da teyit ettiği gibi, bağlantı sayısındaki artış, zihnin gelişiminin, yani öğrenebilmenin ve öğrenmenin anahtarı. Hatta yaratıcılık, aslında birbiriyle bağlantılı olmayan iki kavram arasında, daha önce kurulmamış bir bağlantı kurmak olarak da tanımlanıyor. Yani, aklıma bir kir geldi, dediğimiz anda, yoktan bir şey var etmiyoruz. Aslında daha önce aralarında hiç bağlantı kurulmamış iki kavram, iki kir, iki olay arasında, kurulmamış bir “bağlantı” kurduğumuzdan bahsediyoruz. Daha önce kurulmamış her yeni bağlantı, küçük bir şimşek çakmasıyla yeni bir bilgi, yeni bir kavram, yeni bir kir ve sonuçta öğrenme anlamına geliyor. Bir nörolog daha iyi anlatır mutlaka ama mekanizma kabaca böyle çalışıyor. Ve asıl beklediğiniz konuya geldim: Bir marka, kendini ya da yaptığı işi tanımlarken, daha önce aralarında hiç bağlantı kurulmamış kelimeler arasında anlamlı bir bağlantı kurduğunda, insan zihninde bir süper güce sahip oluyor. Çünkü o yeni bağlantı, zihin için bir anlamda “öğrenme” anlamına geliyor. Küçük bir şimşek çakıyor ve o bağlantı, artık kalıcı hale geliyor. Başka bir marka ismi, o kelimeyle, kavramla, kirle, artık o bağlantıyı ilk kuran marka kadar güçlü bir bağlantı kuramıyor. fi fi fi fi Şu an biraz karışık geldiğinin farkındayım. Açıklayacağım. İlk olarak, daha önce aralarında hiç bağlantı kurulmamış kelimeler arasında anlamlı bir bağlantı kurabilme meselesini… Sonra da bunun markaya nasıl süper bir güç kattığını anlatacağım. Söylediğim çok iddialı gibi gelmiş olabilir. Biraz nefeslenin. Az sonra hiç de öyle olmadığını, çoğu markanın bunu yaptığını, hatta çok basit ve çok aşikar bir gerçek olduğunu göreceksiniz. Ve yeni markanızı yaratma aşamasına, bu gözle bakmaya başlayacaksınız. 4 Bağlantıyı ateşleyin Enerji kelimesini hepimiz biliyorduk. İçecek kelimesini de hepimiz biliyorduk. Bir gün bir marka çıktı, bu iki kelimeyi birbirine bağladı ve “enerji içeceği” kavramını zihnimize soktu. O güne kadar “enerji” vardı, “içecek” de vardı. Ama “enerji içeceği” diye bir şey yoktu. Bu 2 kelime arasında daha önce kimse bir bağlantı kurmamıştı. Bir marka sayesinde birbiriyle alakasız 2 kelime birleşti ve bambaşka bir anlama geldi. Hemen öğrendik. Yadırgamadık. Markanın adını söylememe gerek yok. Hepimiz biliyoruz. Tıraş kelimesini hepimiz biliyorduk. Kolonya kelimesini de hepimiz biliyorduk. Bir gün bir marka çıktı ve “tıraş kolonyası” kavramını zihnimize soktu. (Marka yeni değildi ama kavram yeni bir kavram oldu.) O güne kadar tıraştan sonra yüzüne kolonya süren erkekler tabii ki vardı. Ama kimse, hiçbir marka, “tıraş kolonyası” ifadesini kullanmamıştı. Kimse o güne kadar bu iki kelimeyi bir araya getirmemişti. (Aynı ürünü satan markalar kendini “after shave” olarak tanımlıyordu.) Bir marka, daha doğrusu reklamcı Ali Taran, daha önce bir araya gelmemiş bu 2 kelimeyi birleştirdi ve bambaşka bir anlam ortaya çıkardı. Hemen öğrendik. Yadırgamadık. After shave markalarından da daha fazla sattı. Markanın adını söylememe gerek yok. Hepimiz biliyoruz. Filmi daha geriye saralım. Aslında çoğu markanın başlangıçta bu avantajı kullandığını da görebiliyoruz. İnsanların zihninde “kola” diye bir kelime yoktu, çünkü kola diye bir şey yoktu. Coca-Cola bir içecek üretti, adına kola dedi, yeni bir kelime olan “kola” ile başka yeni bir kelime olan “Coca-Cola”, insanların zihninde birbirine bağlandı. Bugüne kadar da bu bağı hiçbir marka çözemedi. Türkiye’ye dönelim. İnsanlar süt satın alıyor ve içiyordu. Ama bugünkü gibi markalı sütler yoktu. Süt genelde sütçüden alınıyordu. Bir şirket sütü ilk defa ambalaja koydu ve üzerine bir marka ismi yazdı. Pınar, insanların zihninde süt ve marka bağlantısını kuran ve o küçük şimşeği çaktıran ilk markaydı. Bugün hala sütte lider. Bugünün lideri çoğu marka, başlangıçta, yeni marka oldukları ilk zamanlarda, insanların zihninde ilk bağlantıları kuran ve bu bağlantıları parselleyen markalar. Türkiye’de, insanların gördüğü ilk beyaz eşya markasının adıyla, beyaz eşya kelimelerini eşleştirmeleri kadar doğal ne olabilir ki? Türkiye’de insanların gördüğü ilk beyaz eşya markası Arçelik, kendi ismiyle “beyaz eşya” kavramını kendiliğinden parsellemiş oldu. Hala lider. Hijyenik ped kavramı zihnimize Orkid’le girdi ve Orkid’le hijyenik ped kavramı arasındaki bağlantıyı parsellemiş oldu, hala lider. Bebek bezi kavramı zihnimize Prima ile girdi ve Prima’yla bebek bezi kavramı arasındaki bağlantıyı parsellemiş oldu, hala lider. Dr. Oetker ve puding. Lipton ve poşet çay. Doğadan ve bitki çayı. Hatta bazı markalarda bu bağlantı o kadar kuvvetliydi ki, marka adı ürünün adı haline geldi. Kağıt kelimesini herkes biliyordu. Mendil kelimesini de herkes biliyordu. Geçmişte bu iki kelimeyi ilk birleştiren Selpak’tı. Bağlantı o kadar kuvvetliydi ki, kağıt mendil yerine Selpak denir oldu. Geçmişte, bu bağlantıları özellikle ve bilerek kurduklarından bahsetmiyorum. Türkiye’deki ilk beyaz eşya markası olursanız, ilk kağıt mendil markası olursanız, ilk poşet çay markası olursanız, ilk puding markası olursanız, ilk süt markası olursanız, marka isminizle bu kelimeler arasındaki bağlantı kendiliğinden kuruluyor. Derdim, zihnin çalışma mekanizmasında güçlü markalar doğurmak için böyle bir fırsat olduğunu size anlatmak. Çünkü mekanizma hala böyle çalışıyor. Ve hala bu mekanizmayı kullanarak güçlü markalar doğurmak mümkün. Evet, geçmişe oranla daha zor. Çünkü bir sürü kelime kullanıldı, bir sürü bağlantı kuruldu ve parsellendi. Ama dil, bize hala daha önce bir araya gelmemiş yeni kelimelerle yeni bağlantılar kurma ve yeni kavramlar yaratma fırsatı sunuyor. Sunmayacağı varsaymak, zihnimizdeki milyarlarca nörona, bu nöronlar arasında kurulabilecek milyarlarca farklı bağlantıya hakaret olur. Aslında bu kadar bilimsel konuşmaya da gerek yok. Artık eldeki kelimelerle yeni bağlantılar kurulamayacağını söylemek, 7 notayla kaç farklı şarkı yapılabilir ki, diyen Serdar Ortaç olmaktır. Hala fırsatlar var. Sonuçta “enerji içeceği” bağlantısı, Türkiye’de zihnimize gireli 20 yıl bile olmadı. Şimdi sizin aklınızda 2 soru olabilir: Birincisi, bunu yapmak için elinizde devrimci bir ürün, bir inovasyon, bir icat olması gerektiğini düşünebilirsiniz. Öyle ya, Türkiye’ye bebek bezini ilk getiren olamayacaksınız ya da elinizde Red Bull kutusunun içindeki içecek gibi “icat edilmiş” bir ürün yok. İkincisi, kelimelerle bu bağlantıyı kuran ilk marka olmanın gerçekten ne avantaj sağladığını merak ediyor olabilirsiniz. Önce kısa cevaplar verip sizi rahatlatacağım, sonra da ayrıntılara gireceğim. Birincisi, elinizde bir icat olmasına ya da devrimci bir ürün olmasına gerek yok. Olsa daha kolay olur ama şart değil. İşimiz ürünle ya da hizmetle değil, kelimelerle. Belki bilmiyorsunuz ama, mesela Red Bull’un içindeki içecek, zaten satılıyor ve milyonlarca kişi tarafından içiliyordu. Sadece ona kimse, daha önce “enerji içeceği” dememişti. Aynı ürün, after shave olarak satılıyordu. Tıraş kolonyası daha çok sattı. İkincisi, kelimelerle bu bağlantıyı kuran ilk marka olmanın gerçekten ne avantaj sağladığını konusu… Kısa cevabı şu: Bugüne kadar kimse, kola kelimesini zihnimize sokup ilk bağlantıyı ateşleyen Coca-Cola’yı yenemedi. Ama dünya devi Coca-Cola da, dünyanın her köşesinde adım başı dolabı ve milyarlarca dolar reklam bütçesi olan Coca-Cola da, Avusturya’da doğan küçük bir markayı yenemedi. Red Bull’un karşısında, Coca-Cola’nın Red Bull’la rekabet etmek için piyasaya sürdüğü Burn’ün esamesi okunmuyor. Çünkü “enerji içeceği” kelimeleriyle bağlantıyı ilk ateşleyen de Red Bull oldu. Daha detaylı açıklamaları ilerleyen sayfalarda bulacaksınız. Ve ben size sürekli, kitabın başındaki çay markasını hatırlatmaya devam edeceğim. Çünkü her şeyi kağıt üzerinde dört dörtlük yapmışlardı, buna rağmen çakıldılar. Ve biz bunu onlara söylemiştik, dinlemediler. Şimdi de size anlatıyorum. Yeni markanızı yaratacağınız yolda, yeni bir bakış açısı kazanmanız, size hiçbir şey kaybettirmez. Ama çok fazla şey kazandırabilir. Şimdi gelin, önce kelimelerle bu bağlantıyı kuran ilk marka olmanın avantajlarına bakalım. Sonra da, Serdar Ortaç olmaktan kaçınarak, yeni markamız için bu yöntemi nasıl kullanabileceğimizi konuşmaya başlayalım. 5 Zihnimizdeki Excel dosyası Bir marka, kendini ya da yaptığı işi tanımlarken, insan zihninde, daha önce aralarında hiç bağlantı kurulmamış kelimeler arasında anlamlı bir bağlantı kurduğunda, bir süper güce sahip oluyor. Bu süper gücü gözünüzde şöyle canlandırabilirsiniz. İnsan zihninin, markaları zihnindeki bir Excel dosyasına kaydettiğini hayal edin. İnsanların, yeni kelimelerle kendini tanıtan yeni bir markayla karşılaşınca, o Excel dosyasında yeni bir sütun açtığını düşünün. Mesela 100 yıl önce ilk defa, kola diye diye bir içecekle karşılaştılar, markası da Coca-Cola’ydı. Sonra başka başka kola markaları piyasaya çıktı. Zihnin, yeni kelimelerle kendini tanıtan yeni yeni markalarla karşılaştıkça, bu tabloya veri eklemeye devam ettiğini düşünün. (Türkiye’den devam ediyorum.) İnsanlar yeni kelimelerle kendini tanımlayan yeni bir markayla karşılaşınca, yeni bir sütun açıyor ve altına marka isimlerini yazmaya başlıyor. İlerleyen zamanlarda yeni bir markayla karşılaşınca listeye bakıyor. Dosyasında o markayı tanımlayan bir sütun varsa, öğrendiği yeni markayı o sütunun en altına yazıyor. O sütunu yaratan liste başı oluyor ve büyük hatalar yapmazsa hep o listenin başında kalıyor. (Çoğu zaman da pazar lideri.) Yeni bir marka, yeni bir sütun yaratabilecek anlamlı kelimeler kullanmazsa, var olan bir sütunun en altına ekleniyor. Bu ne demek? Doğru kelimeleri kullanmazsanız, zihin sizi var olan bir sütuna atıyor ve o listenin en altından işe başlamak zorundasınız demek. Her konuda… Şimdi sizce, inatla kitabın başına dönüyorum evet, sadece dümdüz “çay” kelimesiyle bir marka lansmanı yaparsanız… İsminiz, logonuz, marka DNA’nız ya da ürün kaliteniz hiç fark etmez, çayın ne kadar kaliteli olduğunu anlatan ya da tüketicilerle duygusal bağ kuran sloganın ne olduğu da hiç önemli değil, sonuçta dümdüz “çay” olan bir marka doğurursanız, yukardaki tabloda hangi sütuna dahil olursunuz? Çay sütununa. Çay sütununun da neresine? En altına… Yukarı mı tırmanmayı hayal ediyorsunuz? Çılgınlar gibi para harcayan Doğuş’u ve dünya devi Lipton’u mu geçeceksiniz? Peki. Çaydan sıkıldıysanız, çıkalım çaydan, ilk sütuna dönelim. Cola Turka faciasına… Türkiye’nin en büyük gıda şirketisiniz. Ülkenin en ücra köşesindeki köyüne kimse gidemese bile Ülker kamyonu gider, diye bir deyiş oluşmuş. Olmadığınız satış kanalı yok. Atıştırmalık konusunda ülkenin ağız tadını belirleyen şirketsiniz. Yani yaptığınız ürünün lezzet olarak da sıkıntılı olmasına imkan yok. Kola yaptım diye çıktınız piyasaya. Ne oldu? Türkiye tarihindeki en uzun reklam lmi yapıldı, lmde Hollywood starları oynatıldı, bütün ülke bir dönem sadece Cola Turka’yı konuştu. Sonuç? Çakıldı. Yeni bir sütun açmayıp var olan bir sütuna dahil olursanız, çok büyük ihtimalle çakılırsınız. (“Türk Kolası” diye de bir sütun olmaz.) fi fi Bu listeyi uzattıkça uzatabilirsiniz. Bir kelimeyle ya da kelime öbeğiyle yaratılan sütunları ve altına dizilen markaları görebilirsiniz. Çok büyük bir kısmında listenin başındaki marka sarsılmaz bir konumdadır. Altındaki birkaç satırda, savaşması çok zor başka markalar vardır. O sütuna girerseniz, en alttan gireceksiniz, yukarı tırmanmak çok zordur. Yapabilenler var mı, mutlaka vardır. Yukardakiler hata yapar, siz çok para harcarsınız, yat rekabetine girersiniz, vesaire. Yıpratıcı bir savaştır. Peki kelimeleri doğru kullanırsanız? Kelimeleri doğru kullanırsanız, kendi sütununuzu yaratır, o sütunda en tepeye oturur, sizin arkanızdan listeye gireceklerin kapışmasını izlersiniz. Tabloya tekrar bakın. Lipton Türkiye pazarına, Türkiye’de o dönem hiç olmayan ve içilmeyen, “poşet çay” olarak girdi. Sizce dünya devi Lipton, 90’larda Türkiye pazarına girerken, yani Türkiye için yeni bir markayken, devlet kontrolündeki ve o dönem için oldukça hantal ve köhne Çaykur şirketinden mi korktu? Operasyonel olarak yenemeyeceğini mi düşündü? Kalitesine mi güvenmedi de, normal demleme çayla değil de “poşet çay”la Türkiye pazarına girdi. Hayır. Sadece, yukarda Excel dosyasıyla görselleştirmeye çalıştığım tüketicinin zihninin, böyle çalıştığını biliyorlardı. fi Çaykur şirketinden değil ama Çaykur markasıyla çay kelimesinin ilişkisinden korktukları belli. Çünkü Çaykur sütununun altına girmektense, önce “poşet çay” kelimeleriyle kendi sütunlarını yaratıp, o sütunun başına geçtiler. (Ki dikkatinizi çekerim, o dönemde Türkiye’de “poşet çay” diye bir pazar yoktu. İlerleyen sayfalarda konuşacağız.) Sonra Çaykur’unkine benzer ürünlerle, Çaykur sütununun altında da yerlerini aldılar. Ama önce kendi yerlerini garantilediler. Ya da Ülker, yani Yıldız Holding. Sizce Ülker, Türkiye özelinde, Coca-Cola Company tarafından ezilecek kadar güçsüz müydü? Tabii ki değildi. Mesela Avusturyalı bir şirket, sadece Avusturya’da da değil, dünya genelinde Coca-Cola Company’yi yenebildi. Çünkü Avusturyalı Red Bull, Coca-Cola’nın sütununa bulaşmadı. Kendi sütununu yarattı. Coca-Cola Red Bull’la, Red Bull’un yarattığı sütunda mücadele etmek zorunda kaldı. Yeni bir marka doğururken kağıt üzerinde her şeyi dört dörtlük yapsanız da, Ülker olsanız da, kelimelerle bağlantıların matematiğini doğru kurmazsanız, riskiniz çok ama çok büyük olur. Bir başka markanın yarattığı sütuna girmek, hadi intihar olmasa da, büyük ve riskli bir savaşa girmek demektir. Türkiye’nin devi de olsanız, dünyanın devi de olsanız, yüksek ihtimalle çakılırsınız. Bu konuda, “ben demiştim” demekten de hiç kaçınmam. Mesela 2015’te, Cafe Breno markasıyla yeni bir hazır kahve lansmanı yapıldı. Reklamı aylarca TV’de döndü. Sloganı, sonunda hak ettiğiniz kahve, idi. Hatta, reklamda “sözde” etkinlik ödülü E e’den ödül de aldı. (Filmi Youtube’da bulabilirsiniz.) Aynı tarihlerde MediaCat’e verdiğim bir röportajda, konumlandırılmamış bir marka olduğunu ve çakılacağını söyledim. Çakıldı. Bugün yok. Nescafe’nin tepede olduğu, altta Jacobs ve Cafe Crown’un olduğu kahve sütununa, “kahve” kelimesiyle girmek… Benim için basit bir tahmindi, onlara milyonlara mal oldu. Oysa kelimeleri doğru kullanırsanız, fırsatlar sonsuz. Kendi sütununuzu yaratabilir, kendi sütununuzda, kendi kurallarınızla savaşabilirsiniz. Dünya devlerine bile kafa tutabilirsiniz. Ya da markanızı, bitki çayı sütununu yaratan Doğadan’ın yaptığı gibi, dünya devi Coca-Cola’ya satabilirsiniz. ffi Markalamaya Serdar Ortaç gibi bakmadığımız sürece, kelimelerin gücüne inandığımız sürece, yeni sütunlar yaratmak mümkün. 6 Doğru kelimelerin gücü Bir işadamı 1982’de bir iş seyahati için Tayland’a gidiyor. Jetlag etkisiyle otelde sersem sersem gezerken, ona gazoza benzeyen Krating Daeng markalı yerel bir içecek öneriyorlar. İçiyor ve iyi geliyor. İçeriğine bakıyor, bol kafeinli, taurinli, vitaminli, gazlı bir içecek… Adam o günlerde şampuan markası Blendax’ın pazarlama direktörü. Avrupa’da bir benzerini görmediği için de merak ediyor. Biraz sorup soruşturunca, o marka ve benzerlerinin Tayland’da işçiler ve kamyoncular arasında çok meşhur olduğunu görüyor. İçeceğin kökenini araştırınca da, Japonya’da bir ilaç rması tarafından üretilen Lipovitan D adlı bir tonik olduğunu ve “energizing tonic” olarak satıldığını öğreniyor. fi O adamın adı, Dietrich Mateschitz. Red Bull’un kurucusu. Dietrich amca, Asya’nın büyük bölümünde zaten 20 yıldır var olan ve satılan o ürünü alıyor ve küçük görünen ama aslında bir marka için yapılabilecek en büyük dokunuşu yapıyor. Doğru kelimeleri kullanıyor. Ürünü, “energizing tonic” olarak değil “ener y drink” olarak yeniden tanımlıyor. Ve Excel dosyamızda, enerji içeceği diye bir sütun açmış oluyor. (Tonik kelimesinden neden kurtulduğunu sonraki bölümlerde konuşacağız.) Krating Daeng olan marka ismini, ki yerel dilde kızgın boğalar anlamına geliyor, sadece İngilizce’ye çeviriyor, Red Bull yapıyor. Logosuna ve içeriğine ise neredeyse dokunmuyor. Dünyanın önemli nüfusa sahip önemli bir bölgesinde, farklı marka isimleriyle 20 yıldır zaten var olan, o halk için sıradan bir ürünle, bugün dünyanın en büyük markalarından biri olan Red Bull’u yaratıyor. Markayı yarattıktan sonra yaptığı doğrular ayrı bir konu. Ben markanın doğumundan ve kelimelerin kullanımından bahsetmek istiyorum. Öncelikle gördüğünüz gibi, kelimelerle insan zihninde yeni bir sütun yaratmak için yeni bir ürün/hizmet icat etmenize gerek yok. Zihinde bir bağlantıyı ateşlemek için var olan bir ürünü doğru kelimelerle tanımlamanız yeterli. g Tıraş kolonyasında da durum aynı. Ürün vardı. After shave adıyla satılıyordu. Sihir, tıraş ve kolonya kelimeleriyle bir bağlantı kurup zihinde o bağlantıyı ateşleyince ortaya çıktı. Ayrıca mevzubahis, yeni icat edilmiş bir ürün/hizmet olsa da, o ürün ya da hizmetin sizin tarafından icat edilmesi de gerekmiyor. İnsanların zihninde o sütun daha yaratılmadıysa, bağlantıyı ilk sizin kurmanız ve markanızla eşleştirmeniz yeterli. Red Bull’un içindeki sıvıyı, Red Bull icat etmedi. Mesela insanlar personal kelimesini biliyordu. Computer kelimesini de biliyordu. Ama “personal computer” diye bir şey yoktu. Bilgisayarlar, iş dünyasında kullanılan pahalı aletlerdi. Ve bir ürün olarak ilk personal computer’i, yani kişisel bilgisayarı Apple üretmedi. Altair üretti. Ama bu kelimelerle markası arasında bağlantıyı ateşleyen, Apple oldu. İlk kişisel bilgisayarı gerçekten kimin icat ettiğiyle sadece meraklıları ilgilenir. Amerika’da insanların çoğu, bunu Apple’ın yaptığını söyleyecektir. Önemli olan gerçek değildir. O kelimeleri insanların zihninde kendi markasıyla ilk kimin eşleştirdiğidir. Sütü Pınar, çamaşır makinesini Arçelik, papatyayla ıhlamuru Doğadan, tıraştan sonra sürülen sıvıyı Arko icat etmedi. Ama süt, beyaz eşya, bitki çayı, tıraş kolonyası gibi kelimelerle, bağlantıyı ateşlediler ve o kelimelere sahip oldular. İnsanların zihninde bir sütun yarattılar ve o sütunun tepesine kuruldular. Diğer türlüsü, yani var olan bir sütuna yeni bir marka olarak girmeye çalışmak, tekrar tekrar hatırlatmaktan bıkmayacağım, o çay markası gibi her şeyi dört dörtlük yapsanız da, Ülker olsanız da, çok riskli. Çakılabilirsiniz. Çakıldılar… Şimdi, kelimeleri doğru kullanarak yeni bir markanın nasıl yaratılacağına geçmeden önce, aklınızdaki son soruyu da yanıtlayacağım. O soru şu muhtemelen. Çay pazarı gibi ya da kola pazarı gibi dev pazarlar dururken, o kelimelerin sahibi var diye, o kelimelerden kaçınıp, daha küçük pazarlara mı mahkum olacağız? Cevabı bir sonraki bölümde. 7 Olmayan pazarı hede emek Aklınızdaki soru bu, bana diyorsunuz ki: Bazı kelimelerin sahibi var diye, zihindeki o sütunlara girmemeyi öneriyorsunuz. Böyle yapınca büyük pazarları bırakıp küçük pazarlara girmek zorunda kalmıyor muyuz? Her zaman değil. Küçük bir pazarı hede eseniz yine iyi. Anlattığım yöntemde, çoğu zaman var olmayan bir pazarı hede emiş olursunuz:) Lipton Türkiye’de poşet çay reklamları yapmaya başladığı zaman Türkiye’de poşet çay pazarının büyüklüğü sıfırdı. Bugün dev bir pazar. Red Bull işe başladığı zaman dünyada enerji içeceği pazarının büyüklüğü sıfırdı. Öyle bir pazar yoktu. Bugün dev bir pazar. fl fl fl CNN açıldığı zaman dünyada haber kanalı pazarı diye bir pazar yoktu. Bugün dev bir pazar. Doğadan işe başladığı zaman Türkiye’de bitki çayı pazarının büyüklüğü sıfırdı. Bitki çayı içilmiyor muydu? İçiliyordu. Ama aktarlardan alınan bitkilerle içiliyordu. Kimse o iki kelimenin bir markayla bağlantısını kurmamıştı. Doğadan’ın sahipleri markayı Coca-Cola’ya sattı. Ve bugün neredeyse bütün çay markalarının bitki çayı grubu da var. *** Mesela 2007’de, Türkiye’nin o dönem iyi bilinen bilgisayar markalarından biri, markaları için benden öneri istedi. Markalarının bitkisel hayatta olduğunu, yakında öleceğini, yaşamak için yeni bir marka doğurmaları gerektiğini söyledim. Ve onlara 2 kelime önerdim. Şimdi bu kitapta anlattığım gibi, yeni bir marka doğurmak için, 2 kelime. 2007 yılında, insanların zihninde daha önce hiç yan yana gelmemiş 2 kelime. O iki kelime şuydu: Oyun Bilgisayarı Oyun oynamak için tasarlanmış, çok güçlü kon gürasyona sahip bir bilgisayar üretmelerini -ki çok basit bir iştir- ve uygun bir marka ismiyle bu markayı “oyun bilgisayarı” olarak piyasaya sürmelerini önerdim. fi Hatta dizüstü ve masaüstü kasaları için tasarımları bile hazırlamıştık. Önce güldüler. (O zamanlar sinirleniyordum, artık alıştım. Çünkü söylediklerim çıkıyor ve hepsine yıllar sonra “nanik” yapabiliyorum.) Önerime güldüler ve verdikleri cevap da şu oldu: “Öyle bir pazar yok, olsa da çok küçüktür, kime satacağız.” Yapmadılar. Bugün öyle bir pazar var. Sonuçta aklın yolu bir, başka bir şirket, Monster markasıyla 2 3 sene sonra bunu yaptı ve o pazarda lider. (Bana o dönem “hayır” diyenlerin “bilgisayar” markası da bitkisel hayattan çıkamadı, öldü.) Evet yeni bir markayı bu yöntemle piyasa sürerken, gireceğiniz pazarın büyüklüğü çoğu zaman sıfırdır. Çünkü pazarı siz yaratırsınız. Doğru kelimeleri kullanırsanız, talebi siz yaratırsınız. Ve o pazar büyür. Siz de lideri olursunuz. Geçmişte de böyle oldu Bugünkü durumlarına bakınca, bugünkü dev markaların hazır bekleyen dev pazarlara girdiği yanılgısına kapılabilirsiniz. Hayır, öyle olmadı. Bugün dev kabul edilen çoğu marka, başlangıçta büyüklüğü sıfır olan bir pazara girdi. - CNN, haber ve (televizyon) kanal kelimelerini yan yana getiren ilk marka. İlk haber kanalı. CNN kurulurken, haber kanalı pazarının büyüklüğü sıfır, diyerek, vaz mı geçseydi? Evet, CNN kurulana kadar ne Amerika’da ne dünyanın başka herhangi bir yerinde, haber kanalı diye bir pazar yoktu. (Türkiye’de de NTV kurulana kadar haber kanalı pazarının büyüklüğü sıfırdı.) Google işe başladığında arama motoru pazarının büyüklüğü ne kadardı? Biraz Altavista biraz Yahoo. Net ix işe başladığında streaming platformları pazarının büyüklüğü ne kadardı? Amazon işe başladığında online kitap satışı pazarının büyüklüğü ne kadardı? (Olur ya, Amazon’un işe nasıl başladığını bilmeyenler vardır belki. Amazon işe, online kitap satarak başladı.) Yemeksepeti işe başladığında online yemek siparişi pazarının büyüklüğü ne kadardı? Pınar’ın sütü kutuya koyduğu günlerde ambalajlı süt pazarının büyüklüğü ne kadardı? Sıfır. Say say bitmez… Müşterisi hazır, oturmuş, dengesini bulmuş bir pazara yeni markanızı direkt sokmak ve hızlıca başarılı olmak istiyorsanız, konuyla ilgili harika bir deyiş var. Anlayışla karşılayacağınızı varsayarak söylüyorum, borazancıbaşı’dan bahsediyor. Deneyebilirsiniz. fl Ama sizi kızdırmak pahasına tekrar hatırlatacağım. Girişteki çay markasını düşünün. Her şeyi dört dörtlük yapmışlardı ve arkalarında Türkiye’nin devlerinden biri vardı. Çakıldılar. Ülker bile Cola Turka’da çakıldı. Basit bir gazlı içeceği satamadı. Diğer taraftan, papatyayla ıhlamur satan, başlangıçta büyüklüğü sıfır olan bir pazara, doğru kelimelerle giren Doğadan, markasını milyonlarca dolara Coca-Cola’ya sattı. Aynı sektördeki başka pazarlamacılar, öyle bir pazar yok, diye beni reddederken, birileri yeni markalarını, o olmayan pazara, “oyun bilgisayarı” kelimeleriyle doğurdu. Marka doğunca, öyle bir pazar da doğdu ve Monster pazar lideri oldu. Strateji prensipleri, eğer mümkünse, savaşmadan kazanmayı emreder. Risk almamak ve savaştaki kayıpları engellemek için… Savaşa mecbur kalınca da, önce yenilmemek için doğru pozisyonu almayı, sonra da fırsat bulunca saldırıp kazanmayı emreder. Evet bazı isteklerinizden vazgeçmeniz gerekebilir, ürününüzde ya da hizmetinizde bazı değişiklikler yapmanız gerekebilir, dar bir alana odaklanarak başlamanız gerekebilir. Ama yeni bir marka yaratırken cepheyi ne kadar dar tutarsanız, o kadar kolay savunur ve o kadar güçlü olursunuz. Sun Tzu, Savaş Sanatı’nda der ki: Her kim ki savaş meydanına yerleşir ve düşmanı beklerse rahat eder. Savaş meydanına sonradan yerleşen yorulur. Yani yeni markanızla oturmuş bir pazara, lideri ve ikincisi belli bir pazara direkt girerseniz, yorulursunuz. Büyük ihtimalle de yenilirsiniz. Şimdi siz karar verin. Ben büyük ve oturmuş hazır pazarlara direkt girmek istiyorum, Ülker’in yapamadığını ben yaparım diyorsanız, size kolay gelsin. Ama ben kelimelerle oynamak ve kendi pazarımı yaratmak istiyorum diyorsanız, başlayalım. Bu bölümden sonra, nasıl yapacağımızı konuşacağız. 8 2 aşamada kelimeleri birleştirmek 100 yıl önce her şey daha kolaydı. 50 yıl önce de, hatta 20 yıl önce de. Dün bile daha kolaydı. Markalaşmamış birçok ürün/hizmet vardı ve o ürünlerin üzerine marka ismini yapıştıran ve ilk bağlantıyı ateşleyen birçok şirket, birçok kelimeyi parselledi. Ama konuya Serdar Ortaç gibi bakmamamız gerektiğini konuşmuştuk. Yalnızca 7 nota olsa bile, yapılabilecek besteler sonsuzdur. Ve elimizde 7 nota yok. Dilimizde binlerce kelime ve kavram var. Kelimelerin sihrini kullanmanın ve yeni bağlantılar oluşturmanın 2 aşaması Elinizdeki ürünü ya da hizmeti, tüketicinin zihnindeki hayali Excel tablomuzu hesaba katarak, bu 2 aşamayla tanımlayabilir, yeni markanız için mutlaka sihirli birkaç kelime bulabilirsiniz. Bu 2 aşamayı açıklarken, kendi ürün veya hizmetiniz hakkında ilham alabilmeniz için de, bol bol örnek vermeye çalışacağım. Son olarak şunu da eklemek durumundayım, bu 2 aşama birbirlerinden tamamen ayrı aşamalar değil. İç içe geçiyorlar. 2 aşama diye ayırmamın sebebi, kelimeleri kullanmanın zanaat kısmıyla ilgili bir yöntem tanımlamak. Yeni bir markanın nasıl algılanacağıyla, yani bahsettiğimiz Excel tablosunun matematiğiyle ilgili değil. Bu aşamalardan birincisi, ayrışma. 1 Ayrışma Bir ürün kategorisini dikilen bir ağaç danı gibi hayal edin. Toprağa gömülü incecik bir dal olarak başlar, 30 sene sonra, kalın bir gövde ve üzerindeki dallarla bildiğimiz ağaç şeklini alır. Kalın gövdeden bazı kalın dallar çıkar, o kalın dallardan daha inceleri, o ince dallardan daha da inceleri… fi Ağacın gövdesi çay pazarıysa, dallar dökme çay, poşet çay, bitki çayıdır. Kimi daha kalın, kimi daha ince. fi Mesela poşet çay dalından da bardak poşet ve demlik poşet dalları çıkar. Yeni bir dal çıkar mı? Her zaman mümkün. Ağacın gövdesi sağlamsa, yani çay içilmeye devam ediyorsa, yeni dallar her zaman çıkar, çıkacaktır. Mesela Türkiye pazarı için buyrun size yeni bir dal. Bedavadan söylüyorum. Aromalı Çay. Vanilya aromalı, çikolata aromalı çaylar yurtdışında mutlaka karşınıza çıkmıştır. Ürün var yani. Ama Türkiye’de bu iki kelimeyi bir araya getirip aradaki bağlantıyı yeni markasıyla ateşleyen kimse yok. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye’de bunu satmayı deneyen mutlaka vardır. Onu söylemiyorum, dikkat. Türkiye’de bu iki kelimeyi bir araya getirip aradaki bağlantıyı yeni markasıyla ateşleyen kimse yok. Biliyorum, hala aklınızdan, Türkiye’de “aromalı çay” tutmaz, diye geçiriyorsunuz. Çünkü öyle bir pazar yok. Çünkü bizim insanımız çayı öyle içmez, vesaire. Peki. Bu mantıkla, demlikle çay içilen ülkede, 90’lı yılların ortasında poşet çay da tutmazdı. Lipton yaptı, tuttu. Şimdi sadece poşet çay değil, normal çay da satıyor. Adaçayını kahvelerde okey oynayan amcalar içerdi. Adaçayını şık kutularla paketleyip 20 tanesini yarım kg çay yatına marketlerde satmak mı? Tutmaz evet. Tutan tutturdu ama. Doğadan’a sorun. Ayrıca şimdi normal çay da satıyor. fi Ağacın gövdesi sağlamsa, suyu güneşi iyiyse, yeni dallar her zaman çıkar, çıkacaktır. Eskiden sadece tek bir televizyon kanalı vardı. Bir ağaç danı… Tek bir televizyon kanalı, haberden müziğe, diziden belgesele her şeyi yayınlardı. Bugün, haber kanalı, spor kanalı, moda kanalı, çocuk kanalı, müzik kanalı, belgesel kanalı diye onlarca dal var. Ve her dal için şu an aklınıza hemen tek bir marka geliyor. O kelimeleri birleştiren ilk markalar. O markalar, aynı zamanda o dalların lideri olan markalar. Her yemek çeşidi için bile dallar ayrışıyor ve kelimeyi markasıyla bağlamaktan çekinmeyen, daha doğrusu yeni markasını bir kelimeyle bağlamaktan çekinmeyen ve ilk ateşlemeyi yapan hızla yükseliyor. Hamburger kelimesiyle McDonald’s, Türkiye’de olamasa da dünyada pizza kelimesiyle Pizza Hut, hatta köfte kelimesiyle Köfteci Yusuf, börek kelimesiyle Bülent Börek (ya da Levent, orada bir karışıklık var:) Bir sürü “ama” ile karşılaşacağımı bilerek söylüyorum, kahve kelimesiyle Starbucks. Korkuyu aşıp, pazarın o anki büyüklüğüne göre karar vermeyip, başlangıçta ince bir dal olmaktan çekinmeyip, markasını cesurca, kimsenin parsellemediği bir kelime öbeğiyle bağlamaktan korkmayan markalar, çakılmıyor. Aksine hızla yükseliyor. Ağacın gövdesi sağlamsa, yeni dallar her zaman çıkıyor, çıkacaktır. Bilgisayar gövdesinden, oyun bilgisayarı dalı çıktı. Soda gövdesinden, meyveli soda çıktı. (Freşa çok iyi başlamıştı, niye kayboldu, bilen var mı?) Market gövdesinden, ucuz marketler ve lüks marketler çıktı. Mesela market kelimesini zihnimize sokan marka ismi, Migros. Kimse onu yerinden edemedi. Ama ucuz market dalını doğuran ise BİM oldu, o dalın da lideri oldu. Sonra o pazar, yani o dal da kalınlaştı, takipçileri geldi. A101, Şok vs… Lüks market dalını zihnimize sokan da Macro Center oldu ve o da kendi dalının lideri oldu. (O dal çok kalınlaşamadı çünkü ülkede para yok, para olsa da o ürünler için görgü yok.) Mobilya mağazaları gövdesinden bile yeni marka doğuran bir dal oluştu. Bir gün bir marka çıktı ve şu iki kelimeyi yan yana getirdi: Genç odası. Yıllardır reklam yapmasa da, bu satırı okuyan herkesin içinden “Çilek” markasını geçirdiğine eminim. Ama ispatlayamam. Her şeyi yayınlayan televizyon kanalları haber, spor, müzik diye ayrıştı ya. Çocuk kanalları diye bir dal bile oluştu. Sonra o çocuk kanalları bile yeni dallar verdi. Bebek kanalları ayrı markalarla çocuk kanallarından ayrıştı. Yeni bir marka doğurmak istiyorsanız yapmanız gereken, bu ayrışmaları kullanmak. Ağacın gövdesinden uzanan yeni bir dal yaratmak. Kitabın başındaki çay markasının yaptığı gibi, gövdeye gözünüzü dikerseniz, olmaz. Bu sadece, kocaman bir ağacın 20 santim yanına yeni dan dikmek gibi olur. Yandaki dev ağaç, kökleriyle topraktaki suyu kendine alır, susuz kalırsınız. Gövdesi, yukardaki dev dalları ve yapraklarıyla güneşinizi keser, güneş de alamazsınız. Dev bir ağaç olmak için yola çıkıp, private label olarak hayatınıza devam edersiniz. (Private label olmak kötü değil. Ama bunun için o kadar masraf yapmaya gerek yok:) Ürününüze, hizmetinize, pazarınıza ve en önemlisi insanaların zihnine bakın ve yeni bir dal arayın. Ağacın gövdesine göz dikmek yerine, ağacın gövdesinden ve gücünden faydalanıp büyüyecek bir dal. 2 Bir marka için yan yana gelmemiş 2 kelimeyi bir araya getirme Ve yeni bir anlam oluşturma. fi Bu 2 aşamanın birbiriyle iç içe geçtiğini söylemiştim. Ayrışma yolunu kullanırken işin zanaat tarafında yapılan da bu. “Bitki çayı” gibi, elimizde zaten bilinen ve kullanılan, ama bir marka ismiyle bağlantı kurulmamış bir kelime öbeği varsa, ne güzel, işte fırsat. Yeni bir marka için kullanılabilir. Ama işler her zaman böyle kolay olmaz. Bu aşamada, yeni markanın yaptığı işi tanımlarken, daha önce hiç, bir araya gelmemiş kelimeleri kullanmanız gerekebilir. Ama bu iki kelimeyi bulup yan yana getirmeniz için, hem zihninizin bu modeli çok iyi anlamış olması gerekir hem de derinizin biraz kalın olması gerekir. Çünkü etrafınızdakiler, buna pazarlama profesyonelleri ve araştırmacılar da dahil, size itiraz edecektir. Mesela… Şu an hepimize çok normal gelse de, geçmişe dönersek, “haber” ve “kanal” kelimelerinin ilk defa bir araya gelmesi, o günlerde kolay kabul edilmemiş olsa gerek. Zihinde enteresan bir kıvılcım çaktırmış olduğu da kesin. İlk duyanların tepkisi de şu olmuştur: Haber kanalı? Sadece haber yayınlayan bir kanal? Kim sabahtan akşama kadar haber seyreder ki, manyak mısınız? Bugün “haber kanalı” kavramına alıştığımız için bize çok normal geliyor. O günler için hiç de öyle değildi. Dünyada haber kanalı diye bir şey yoktu. Moda kanalı da aynı şekilde. Bu iki kelime ayrı ayrı biliniyordu fakat biri ilk defa bu 2 kelimeyi yan yana ortaya attığında, duyanların zihninde küçük bir kıvılcım çakmıştır. Moda kanalı mı? Akşama kadar de le mi yayınlayacaksın? Enerji içeceği mi? İçince enerji mi verecek, Asteriks’in iksiri gibi mi? Soğuk çay mı? Soğuk çay mı olur oğlum? (Bunu bizzat duydum. İşi markalarla olmayan sıradan insanların çoğu, soğuk çay kelimelerini, yıllardır satılan ice tea ile bile bağdaştırmıyor. Başka bir ürün gibi algılıyor. Çünkü insanlar bizim gibi toplantı odalarında markalarla yaşamıyor.) Devam… Oyun bilgisayarı mı? Sadece oyun oynamak için kimse bilgisayar almaz, saçmalamayalım. (Bunu da bizzat duydum.) Konumlandırma ajansı mı? Sadece marka konumlandırma için kimse bir ajansa gitmez. (Evet, bunu da bizzat duydum. Ama talep hiç durmadı, şükür, her ay yeni markadan bir eposta alırım.) Daha önce hiç, bir arada kullanılamış iki kelimeyi, markanız için yan yana getirince, başta böyle tepkiler alırsınız ve şevkiniz kırılabilir. fi Kırılmasın. Bu tepkiler, olumsuz bir tepki gibi görünse de, aslında aldığımız için sevinmemiz gereken tepkiler. Hatta daha da ileri gidebilirim, böyle tepkiler almıyorsanız, bulduğunuz kelime öbeğini tekrar gözden geçirmeniz gerekebilir. Neden mi? Daha önce hiç yan yana gelmemiş birkaç kelimeyi bir araya getiriyorsunuz ve yeni bir kavram/ kir oluşuyor. Bunu sakın küçümsemeyin, çok önemli. Bu, yapıldıktan sonra kolay görünen ama aslında çok zor bir iştir. Ve aslında doğru yaparsanız, mucizevi bir şekilde, karşınızdaki kişi o yeni kavramın ne anlama geldiğini sorgulamaz. Dikkat edin. Sorguladığı başka bir şey olur. Kavramın anlamını sorgulamaz, yapılan işi sorgular. Yeni kavramı şıp diye anlamış olur. Oysa ki o ana kadar dünyada öyle bir şey yoktur. Marka konumlandırma ajansı mı? Sadece marka konumlandırma için kimse bir ajansa gitmez. Ajansın ne iş yapacağını anladı. Tavsiye veriyor. Haber kanalı? Sadece haber yayınlayan bir kanal? Kim sabahtan akşama kadar haber seyreder ki, manyak mısınız? fi Dünyada hiç haber kanalı diye bir şey yokken, öyle bir şeyi hayatında görmemişken, bunun hakkında bir saniye bile düşünmemişken, o kanalın ne iş yapacağını anladı. İş modeli için tavsiye veriyor. Bu aşama çok ama çok önemli. Çünkü birçok yeni marka, bu noktayı atlıyor. Sürekli karşılaştığımız yeni marka lansmanlarını düşünün. Markalarını ve yaptıkları işleri nasıl tanımladıklarına bakın… Mesela en sevdiğim kalıp: Yeni nesil ajans, yeni nesil bankacılık, yeni nesil gazetecilik, yeni nesil bebek bezi, yeni nesil ödeme sistemi… Yapmaya çalıştığımızı, suya sabuna dokunmayan reklamcı zırvalarıyla, hoş görünen kelime oyunlu sloganlarla karıştırmayın. Amacımız markanın ne iş yaptığını, ne işe yaradığını, ne sattığını net bir biçimde tanımlamak. Ağacın gövdesinden uzak durmak. İnsanların zihninde yeni bir sütun yaratmak. Bu da kelime oyunlu sloganlarla, kendini övmeyle, o çok abartılan duygusal bağ kurmayla olabilecek bir iş değil. Mesela yeni markaların şu sıralar çok kullandığı o 2 kelime, yeni nesil. Yeni nesil bankacılık, yeni bir bankacılık markasının ne iş yaptığını tanımlamaz. İşi eski bankalar gibi yapmıyor, onu anladık, tamam. Ama nasıl yapıyor? Belli değil. (Yeni bir marka için dünyanın en boş kelime öbeklerinden biri olabilir.) Aradığımız kelimeler ve kavram, markanın fonksiyonunu net olarak tanımlamalı ve karşınızdaki o fonksiyonu anlamalı. Anladıktan sonra, o fonksiyonun pazarda iş yapıp yapmayacağı hakkında yorum yapması ve tavsiye vermesi bu açıdan iyi bir şey. İşi, kelime öbeğini ve yeni kavramı anladığını gösterir. En önemli eşikten atladığımızı gösterir. “Yeni nesil televizyon kanalı.” Tepki şu olur: Yani? Ne yapıyor? Böyle kelimeler o kanalın fonksiyonunu anlatmaz. Bu yüzden o yeni kanal markası, insanların zihninde bir çöplüğe dönmüş TV kanalları sütununun, en dibine yazılır. “Haber kanalı” Tepki şu olur: Sadece haber yayınlayan bir kanal? Kim sabahtan akşama kadar haber seyreder ki, manyak mısınız? Doğru kelimeler o kanalın fonksiyonunu şıp diye anlatır. Ve bu kelimeleri ilk kez bir araya getirenseniz, CNN olursunuz. “Yeni nesil ajans” Tepki şu olur: Yani? Ne yapıyor? Böyle kelimeler o ajansın fonksiyonunu anlatmaz. “Konumlandırma ajansı” Tepki şu olur: Marka konumlandırma ajansı mı? Sadece marka konumlandırma için kimse bir ajansa gitmez. Yeni markanız için kelimeleri seçerken, yeni bir dal yaratırken, zihinde yeni bir sütun yaratmaya çalışırken yapmaya çalıştığımız şey bu. Önce anlaşılmak. Markanın fonksiyonunun net olarak anlaşılması. Yeni dalı tarif etmesi… Ve karşımızdakinin, bu fonksiyonu şıp diye anlayıp, bize akıl vermeye başlaması: Oyun bilgisayarı mı? Öyle bir pazar yok. Olsa da çok küçük. Poşet çay mı? Bizim memleket demleme çay içer, satmaz o. Enerji içeceği mi? Asteriks’teki gibi mi? (Bakın, hemen anladı.) 9 Kelimelerin doğruluğunu test etmek Diyelim ki, yeni markanız için birkaç kelimeyi yan yana getirdiniz ve doğru yapıp yapmadığınızdan emin değilsiniz. Şimdi size, siz de bu hatalara düşmeyin diye, yeni bir markayı tanımlarken yapılan 2 büyük hatayı anlatacağım. Bu hatalar ve örnekler, yaptığınızın doğru olup olmadığını anlamanız için size yol gösterecek. Birinci hata: Seçilen kelimelerin, markayı satın alacak insanlar için değil de, o sektörde çalışanlar için olması “Bireysel uzun dönem kiralama” Yukardaki 4 sözcük sizce ne anlama geliyor? Bir şey kiraladıkları kesin. Uzun dönem kiralıyorlarmış? Kısası ne kadar bilmediğimiz için, uzunu tahmin edemiyoruz? 1 gün mü, 1 ay mı, 1 yıl mı, 10 yıl mı? Bir de bireyselmiş. Yani kişisel algılayabilirmişiz. Bu dört kelimeyi ben uydurmadım. Gerçek bir örnek. Yeni bir markanın doğarken, markanın yaptığı işi tarif eden 4 kelime. Filo kiralama sektöründe olanlar varsa, yukardaki kelimelerin ne anlama geldiğini anladılar. Onlar dışındaki biz sıradan dünyalılar, hiçbir şey anlamadık. Bir lo kiralama şirketiyle, uzun yıllar fırtınalı bir ilişki yaşadım. Şaka gibi ama öyle. Markaları için benden bir sürü kir aldılar, hepsini çok mantıklı buldular, paramı ödediler ama bazısını yaptılar, bazısını yapmadılar. Belki bilmeyenler vardır, lo kiralama, şirketlere istedikleri sayıda (ister 5 ister 500) otomobili, en az 1 yıllık süre için kiralama ve bu araçların bakım onarım gibi operasyonel yükünü yürütme hizmeti. Çalıştığım bu marka, lo kiralama dışındaki yeni bir hizmetleri hakkında kir almak için yine beni çağırdı. Amerika’da yıllardır var olan ve Türkiye’de de sunulmaya başlayacak hizmet de şu: Avis’e gidip kendimize bir günlüğüne ya da 3 5 günlüğüne araç kiralayabildiğimiz gibi, 1 yıl, 2 yıl ya da 3 yıl için de araç kiralayabileceğiz. - fi fi fi Yani ev kiralamak gibi otomobil kiralayabileceğiz. Aylık bir kira ödeyeceğiz ve araç mesela 1 yıl bizim olacak. fi fi “Bireysel uzun dönem kiralama” Ben bu hizmeti tanımlayacak kelimeleri buldum. Buldum bulmasına ama, kabul ettiremedim. Aylarca süren onlarca saat toplantıdan sonra da, siz bilirsiniz, dedim ve ipin ucunu bıraktım. Ve şirket bu hizmeti böyle tanımladı: “Bireysel uzun dönem kiralama” Tabii ki ben bunu önermemiştim. İnsanlar bir sektörde ve şirkette uzun yıllar geçirince, o şirketin ve sektörün kendine özel bir dili, jargonu oluşuyor. Ve o şirkettekiler maalesef o dili hepimizin bildiğini zannediyorlar. Oysa bilmiyoruz. Bu şirket de, yıllardır şirketlere lo kiraladığı için, bu yeni hizmeti, kendi bakış açısından tanımladı. Şirketlere değil bireylere araç kiralandığı için, “bireysel” kelimesini kullandı. Bireyler normalde 3 5 gün araç kiraladığı için, bu hizmet de daha uzun dönemi kapsadığı için, “uzun dönem” kelimelerini kullandı. Kiralama, zaten yapılan iş. Finalde karşımıza çıkan: Bireysel uzun dönem kiralama Bu sözcükler, şirket içinde o operasyonu tanımlıyor, evet. Peki ya biz? Biz masum insanlar bunu nasıl anlayalım? fi - Siz yukarda ilk gördüğünüzde anladınız mı? Yeni markanız için kelimeleri bir araya getirirken, siz de bu hataya düşebilirsiniz. Sizin ve sektörünüz için çok doğal ve anlaşılır olan bazı kelime grupları olabilir, siz de yeni markanızı tanımlarken o kelime gruplarını kullanmış olabilirsiniz. Lütfen dikkat edin. Biz, yani sıradan vatandaşlar, o kelimelerle ne demeye çalıştığınızı anlamıyoruz. Basit tutun. Yoldan geçen herhangi birine söylediğinizde, hemen anlayabileceği kadar basit. Mesela ben, “bireysel uzun dönem kiralama” yerine, başka 3 sözcük önermiştim: “Yıllık araç kiralama” demiştim. (Nasıl olsa anlattım, dinlemediler. Belki bu işi yapan başka bir markanın işine yarar.) Şimdi ben anlatınca, bu hizmet ilginizi çekmiş olabilir. Şu an piyasada bu hizmeti veren tahmin ettiğinizden çok daha fazla marka var. Fena da reklam yapmıyorlar. Ama muhtemelen, hiçbirinin adını duymadınız. Çünkü reklamlarını görünce, ya otomobil reklamı ya da araç kiralama reklamı zannediyorsunuz. O markaları, zihninizde otomatik olarak “otomobil” veya “araç kiralama” sütunlarına atıyorsunuz. Ya da o markalar herhangi bir sütuna dahil olamadan, uzay boşluğunda kaybolup gidiyor. Çünkü hiçbiri kendisini, zihinde bir sütun açılabilecek şekilde tanımlamıyor. Çünkü hepsi kendilerini, bireysel olarak kamusal alanda uzamsal dönemleri kapsayacak şekilde çeşitli motorlu taşıtları kiralama yoluyla edinme markası, gibi, olmayacak kelimelerle tanımlıyorlar. Bir sürü marka var, reklama para harcıyorlar ama hiçbiri zihnimizde o sütunu açamadı. Oysa ki biraz önce ben açtım: Yıllık araç kiralama. Sıradan vatandaşın zihninde, “araç kiralama” diye bir sütun var. Belki o sütunda birkaç marka da var: Avis, Hertz… Hazır, “araç kiralama” sütunu varken, “yıllık araç kiralama”, 3 kelimeyle bütün işi anlatıyor: Normal araç kiralama gibi. Ama günlük değil, yıllık. Sektör jargonundan uzak durun. Basit tutun. Karmaşıklaştırmayın. İkinci hata: Seçilen kelimelerin reklamcı zırvası olması Sektörlerin ve şirketlerin kendi jargonu olmasına benzer bir şekilde, reklamcıların da ellerinde bazı hazır kalıplar vardır. Bazen reklamcının çapsızlığından, bazen de müşteri, yani siz öyle istediğinizden bu kalıplar, reklamcı jargonuyla söylüyorum, çakılır geçilir. Senin seçimin, yeni nesil, bir x’ten daha fazlası, gibi hazır kalıplardan bahsediyorum. Mesela bu 3 kalıbın hepsini, mutlaka birden fazla markada görmüşsünüzdür. Reklamcılar çakıp geçmeye devam edecek, siz de görmeye devam edeceksiniz. Ama yeni bir markayı tanımlayacak kelimeler ararken, kelimeleri kullanarak zihinde yeni bir bağlantı ateşlemeye çalışırken, insanların zihninde yeni bir sütun yaratmaya çalışırken, bu kalıplardan çok ama çok uzak durmak gerekir. Yeni markamız için aradığımız şey, böyle havalı görünmeye çalışan ifadeler değil. Böyle ifadeleri seviyor, reklamlarınızda kullanmak istiyor olabilirsiniz. Tamam, isterseniz reklamlarınızda kullanın. Ama şu an reklam yapmıyoruz, markayı konumlandırıyoruz. (Aslında asıl burada reklam yapıyoruz da, bunu tartışmamıza gerek yok.) Şu anki görevimiz markayı övmek değil. Şu anki görevimiz, potansiyel müşterinin markamızı satın alınca ne hissedeceğini anlatmak değil. Şu anki görevimiz, markanın tüketiciye ne kadar uygun olacağını anlatmak değil. Şu anki görevimiz, daha önce bir araya gelmemiş birkaç kelime bularak markanın yaptığı işi tanımlamak. Markanın zihinde var olan bir sütuna düşmemesini sağlamak. Ayrıca markanın sütunsuz kalıp uzay boşluğunda kaybolmamasını sağlamak. Yeni markamız için yeni bir sütun açmak. fi Mesela yakın geçmişte Yapı Kredi, yeni bir marka lansmanı yaptı. Lansman için yayınladıkları lmler Youtube’da, isterseniz izleyebilirsiniz. Yeni markalarının adı, Nuvo’ydu. Reklam lmlerinde, çeşitli şakalar-komiklikler yaptıktan sonra Nuvo’yu şöyle tanımladılar: Nuvo. Tam senlik banka. Yapmayın derken bahsettiğim tam olarak bu. Bu lmleri ve kelimeleri gördükten sonra, o dönem sektör dergisi MediaCat’e verdiğim bir röportajda, bu markanın ömrünün uzun olmayacağını, çakılacağını söyledim. Nuvo çakıldı. 2 sene sonra markayı sessiz sedasız gömdüler. Yani o çay markası ve Ülker’den sonra, listemize Yapı Kredi de eklendi. (Benzer şekilde iGaranti de çakılmıştı. Hatırlarsınız, Mazhar Alanson’un, Steve Jobs olduğu lansman. Markayı, paranı senden çok düşünen biri, diye tanımladılar, çakıldılar.) Yeni markanızı doğru kelimelerle tanımlamazsanız, Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri de olsanız, çakılabilirsiniz. Ben 3 tanesini saydım. Peki çakılmayanlar ne yapıyor? Madem bankacılık konuşuyoruz, bu örneği vermemek olmaz. “Şubesiz banka” desem, aklınıza ne gelir? Enpara, evet. fi fi Daha önce yan yana gelmemiş 2 kelime: Şubesiz ve banka. Tamam. Hayatımıza girmesiyle bankacılık ağacının bir dalı oldu. Tamam. Yeni bir sütun yarattı. Sonra hemen hemen her banka benzer markalar lanse etti. Tamam. Basit. Sektörel jargon değil. Tamam. Herhangi bir reklamcı zırvası yok. Yeni nesil banka ya da tam benlik banka değil. Bir bankadan daha fazlası hiç değil. Tamam. Şubesiz banka mı? Şubesiz banka olmaz abi, kimse güvenip para yatırmaz. 10 Doğru görünen yanlış kelimeler Çoğu şirket yeni bir ürün ya da markayı piyasaya sürerken, kendilerini güvende hissetmek için araştırmalara başvurur. O çay markasının araştırmalarının sonuçları yüzlerce sayfaydı. Hepsinde de sonuç mükemmeldi. Ülker de Cola Turka’yı piyasaya sürmeden önce muhtemelen çok ciddi araştırmalar yaptırdı. Yapı Kredi’nin de Nuvo’yu piyasa sürmeden önce araştırma yaptırmadığını zannetmiyorum. Hepsi çakıldı. Tüm şirketler, yeni bir ürün ya da marka lanse etmeden önce kendilerini güvende hissetmek için araştırmalara başvururlar. Benim de tam tersi, kendilerini güvende hissetmemeleri için bazı araştırma yöntemlerim var. Biri şu: 10 yıldır, bazı toplantılara gitmeden önce markete uğrarım. Bulabildiğim gazoz markalarından 3 5 tane alırım. Çamlıca, Uludağ, Fruko, Sprite… Sonra birkaç kutu Red Bull alırım. Son olarak da birkaç şişe, Ülker’in yıllardır ittire ittire satmaya çalıştığı, Maltana satın alırım. 40 50 tane de karton bardak… Toplantıda anlatacaklarımı anlatmaya başlamadan önce müsade ister, şahit olarak yanıma şirketten birini alır, şişeleri kimseye göstermeden başka bir odaya ya da mutfağa geçerim. Bardakların altına markanın adını yazıp içine ürünleri doldururum. Yani elimde, içinde Çamlıca, Uludağ, Sprite, Red Bull ve Maltana olan bardaklar olur. Bardakların altında içindeki ürünün markası olur ama kimse şişeleri ve markaları görmez. Sonra toplantı odasına dönüp, gönüllülere sırayla tattırırım ve sorarım: İçtiğiniz gazozun markasını tahmin edebilir misiniz? Bu mini araştırmayı 10 yıldır onlarca toplantıda yaptım. Çoğu insan hepsini denedi, tahmin edemeyeceğini söyledi ve pes etti. - - Bazı cesurlar, bilebileceklerini söyledi ama bir markayı bile doğru tutturamadı. İşin en enteresan tarafı, bugüne kadar hiç kimse, içinde Red Bull olan bardağı içince, bu gazoz değil, enerji içeceği, demedi. Hiç kimse… İşte size acı gerçek: Aslında kıytırık bir gazoz olan bir ürün, Red Bull’un içindeki o sıvı, doğru markalama ve pazarlamayla dünya devi oldu. İşte size daha acı bir gerçek: Dünyanın en değerli markalarından birinin ürününden ayırt edilemeyen Maltana, arkasında Ülker’in gücü olmasına rağmen ve yıllardır ittirilmesine rağmen, tutmadı. Bunu bu kadar rahat yazıyorum çünkü siz de deneyebilirsiniz. İnsanların önüne hiçbir ön bilgi vermeden 6 bardak koyun. 4’ünde gazoz, birinde Red Bull, birinde Maltana olsun. Ve sorun, bu gazozların markasını tahmin etmesini isteyin? Şimdi bazılarınız diyecektir ki, soruda yönlendirme var. Evet, aynen öyle, yönlendirme var. İşte o yönlendirmeye de biz, konumlandırma diyoruz. Doğru kelimeleri bulursanız, zihni doğru yönlendirirseniz, ilk bakışta/tadışta benzerlerinden ayırt edilemeyen bir ürünü bile Red Bull haline getirebilirsiniz. Doğru kelimeleri bulamazsanız, zihni doğru yönlendiremezseniz, ilk bakışta/tadışta benzerlerinden ayırt edilemeyen bir ürünü bile satamazsınız. Maltana gibi. Kör tadımda birbirinden ayırt edilemeyen bu iki üründen, Red Bull bu kadar başarılıyken Maltana neden tutmuyor? Red Bull - Enerji içeceği Maltana - Malt içeceği Doğru ve yanlışı en iyi ortaya koyan örneklerden biri. Yeni markayı tanımlarken, zihinde yeni bir bağlantıyı ateşleyecek kelimeleri seçerken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de bu: O kelimelerin her birinin, sıradan vatandaş için, tek başınayken de bir anlam ifade etmesi gerekir. Enerjinin de içeceğin de ne olduğunu biliyoruz ve bizim için bir anlamı var. Kelimeler bir araya gelince oluşan “enerji içeceği” de bambaşka bir anlama sahip oluyor. Malt’ın bizim için bir anlamı yok. Malt kelimesini belki herkes duymuştur, evet. Ama ne olduğunu doğru açıklayacak kişi sayısı sizce kaçtır? Ben söyleyim, en fazla Maltana’nın pazar payı kadardır. %0,000065. (Ki, Red Bull’un kurucusunun, başlangıçta “energizing tonic” ifadesinden, “tonik” kelimesini attığını da söylemiştim. Tonik de malt gibi çünkü.) Malt kelimesi kimse için bir şey ifade etmezken, malt içeceği de kimse için bir anlam ifade etmez. Sonuç da bu olur. Maltana kaç yıldır pazarda, kaç kere içtiniz? Markanın yetkililerine sorsanız, ama bu ürün teknik olarak malt içeceği, başka nasıl tanımlayalım ki, derler. Evet, Red Bull da enerji içeceği. Ama markasını görmeden içenler, içtikleri sıvıyı Çamlıca gazozundan ayırt edemiyor. Teknik olarak ne olduğu hiç de önemli değil yani. Elinizdeki ürünün ya da hizmetin gerçekte ne olduğu önemli değil. Onu nasıl tanımladığınız önemli. Balparmak’ın yeni marka olarak lanse ettiği Apitera’yı da duymuş ya da görmüşsünüzdür. Muhteşem bir ürün. Peki Apitera ne markası? Propolis diyenler olacaktır. Kelimeleri kullanma açısından “malt içeceği” için konuştuklarımızın tamamı “propolis” için de geçerli. Bu sayfaya kadar okuduklarınızı düşünün. Potansiyelin nasıl heba edildiğini gördünüz değil mi? Bir de Apitera’yı web sitelerinde “arı ürünleri” diye ayırmışlar. Keşke zihnimizde “inek ürünleri” diye de bir sütun olsaydı. Süt, peynir, yoğurt, ayran, sucuk, sosis, pastırma… İnekle ilgili tüm markaları altına yazsaydık. 11 Ara sınav: Şüphelerinizi giderin Hala aklınızda soru işaretleri olduğunu biliyorum. Pazarın binlerce değişkeni varken, birkaç kelime gerçekten bu kadar etkili mi, diye düşünüyorsunuz. Evet etkili. Çünkü o birkaç kelime, pazardaki tüm değişkenleri en başından itibaren etkilemeye başlıyor. Mesela reklamdan başlayalım. Ajansınıza “malt içeceği”ni anlatması için bir brief verirseniz, ajansınız da bunu sorgulamayan, alacağı paraya bakan bir ajanssa, elinizde sonuçta hiçbir işe yaramayan reklamlar olur. Maltana yıllardır reklamlar yapıyor. Youtube’dan bulabilirsiniz. Ülker merdiven altı ajanslarla da çalışmıyordur. Sonuç ortada. Ama ajansınıza “enerji içeceği”ni anlatması için brief verirseniz, en çapsız ajans bile, ortaya doğru düzgün işler koyar. Ajansınıza “şubesiz bankacılığı” anlatması için brief verirseniz, en çapsız ajans bile ortaya doğru düzgün işler koyar. Ajansınıza “tam senlik banka”yı anlatması için brief verirseniz, ajansın patronu otomobilini değiştirir. Sizin marka da çakılır. Ajansınıza propolis’i anlatması için brief verirseniz, ajans önce propolisin ne olduğunu anlamaya çalışır. Sonra bize anlatmaya çalışır. Hiçbirimiz anlamayız. Propolis, uzun dönem bireysel kiralamadır. Ya da şirket içi eğitim… Banka personelinize, yeni markanız “tam senlik banka Nuvo” hakkında eğitim verdiğinizi düşünün. Personelinize, bu markayı müşteriye nasıl anlatacağını anlatmanız gerek. Öyle ya, sahada, telefonda müşteriyle muhatap olacak olan onlar… Ne diyeceksiniz? - Yeni markamız Nuvo. Tam senlik banka. + Benlik mi? - Hayır, müşteriye söylüyoruz, tam senlik banka, diye. + Haa, yani tam müşterilik banka. - Evet ama öyle demeyeceğiz, tam senlik banka, diyeceğiz. + Peki. (Müşteriye anlatamadı) Siz personelinize basitçe anlatamazsanız, personeliniz de müşteriye basitçe anlatamaz. Oysa şubesiz bankacılığı anlatmak kolaydır. Aynı şekilde, satışın da elini kolunu bağlarsınız. Bir market zincirine ya da bir otele gidip, satın alma departmanına propolisi anlatmaya çalıştığınızı düşünün. Bir arı ürünü. Hayır sokmuyor. Bal gibi ama değil. Çok faydalı ama. Mesela propolis ile ginseng’in sırrı bu kutuda. Oldu mu? Olmadı. Ya da “malt içeceği”ni anlatmaya çalıştığınızı düşünün. Muhabbetin sonu, ya gazoz gibi bir şey işte birader, diye bağlanacaktır. Elinde yeterince gazoz markası olan bir satın almacıyla görüşürken, görüşmenin böyle bitmesi pek hayırlı olmaz. Ülker olsanız bile… Yeni markanızı tanımladığınız o birkaç kelime, zincirleme olarak tüm süreçleri etkiler. İlk düğmeyi yanlış iliklerseniz, bütün düğmeler yanlış iliklenir. 12 Kelimeleri kullanmadan kelimeleri kullanmak Uzunca bir dönem Şok marketlerle çalıştım. O dönem, market pazarıyla ilgili tüm verileri, tüketici araştırmalarını gördüm, inceledim. Bu verilerle ilgili detay vermem doğru olmaz ama şunu söylememde sakınca yok: Hangi market markası ne kadar “ucuz” olduğunu söylerse söylesin, hangi üründe fantastik indirimler yaparsa yapsın, gerçekte hangi market ortalamada daha ucuz yatlara sahip olursa olsun, insanlar BİM’in daha ucuz olduğuna inanıyor. Hatta bu veriyi şöyle yorumlamıştık: Biz, burada domatesin kilosu 4.90 dediğimiz anda, insanlar, demek ki BİM’de 4.80 falan, diye düşünüyor. fi Bazen kelimeleri kullanmadan da kelimeler arasındaki yeni bir bağlantıyı ateşleyip, insanların zihninde o bağlantıya sahip olabilirsiniz. BİM yıllar önce bunu yaptı. İnsanların zihninde “ucuz” ve “market” kelimeleri arasındaki bağlantıyı ilk ateşleyen marka oldu. Ama bunu yaparken ne “ucuz” ne de “market” kelimesini kullandı. Bu nasıl oldu da böyle oldu? *** Oyuncuların kullandığı metotları duymuşsunuzdur. Ya da en azından, metot oyunculuğu diye bir tabir duymuşsunuzdur. Birçok Hollywood yıldızını çalıştıran ve dünyanın en tanınan oyuncu koçlarından olan Eric Morris, metodunu “olmak” kelimesi üzerinden anlatır. Kabaca anlatıyorum: Çalıştığı oyunculara rol yapmak yerine, olmayı, o karakteri canlandırmak yerine, o karakter olmayı öğretir. Hatta kitapların birinin adı da, Rol yapmayın lütfen! Bir oyuncunun rol yapmaması gerektiğini, bunun izleyici tarafından sezileceğini söyler. İyi bir oyuncunun oynadığı karakter “olmasını” ister. Oyunculara bunu nasıl anlattığı ve öğrettiği konumuz değil. Ama nereye gelmeye çalıştığımı anladınız. BİM de hiçbir zaman “ucuz” rolü yapmadı. Onu tanıdığımız an itibariyle, “ucuz” oldu. İlk günden beri, hiç şüphe duyamayacağımız bir şekilde, iliklerine kadar ucuzdu. Yanlış ifade etmek istemem, bunu bir hakaret olarak değil, büyük bir övgü olarak söylüyorum. Bakkaldan ve pazardan alışveriş yapan Türkiye, market markalarıyla Migros ve Gima ile tanıştı. Ve market kavramı, Türkiye’deki insanların zihnine, doğal olarak, bakkallara ve pazarlara kıyasla eli yüzü düzgün, geniş, temiz, meşhur markalar satan, düzenli ra arı olan, güzel aydınlatılmış ve ferah mağazalara sahip Migros ve Gima ile yerleşti. Bugünkü anlamıyla lüks demek abartı olsa da, market markaları Migros ve Gima, bakkallara ve pazara göre, daha lüks alışveriş ortamlarıydı. Mağazaları ana caddelerdeydi mesela… Ve bir gün, arka mahallenin arka sokağındaki bir apartman dairesinin altında, depodan bozma bir dükkanda, tabelalar görünmeye başladı. BİM tabelaları. Logonun altında “toptan yatına perakende satış” yazıyordu. İçeri girdiğinizde karşılaştığınız ortam daha önce girdiğiniz hiçbir markete, hele Migros’a, hiç benzemiyordu. İçerisi çok geniş, ferah falan değildi. Öyle pırıl pırıl bir aydınlatma yoktu. Gerçekten de ortam toptancı deposu gibiydi. Şıkır şıkır ra ar da yoktu. Ürünlerin çoğu üzeri yırtılmış kolilerin içinde duruyordu. fl fl fi Markalara baktınız, hepsi çakma gibiydi. Kuru kahveci Mehmet değil, Abdullah Efendi vardı mesela. Ya da CocaCola değil de, Le Cola. Fiyatlara baktınız, hiç de fena değil. Abdullah Efendi de Türk kahvesi yapmayı biliyordur herhalde, denemekten bir şey çıkmaz, diyerek aldınız. BİM insanlara “ucuzum” demedi. Ucuz kelimesini kullanmadı. BİM ucuz “oldu”. İliklerine kadar. İnsanlar hemen onun Migros gibi bir “market” olmadığını anladı. O, “ucuz market”ti. Bir market için için insanların zihninde “ucuz” kelimesiyle bağlantıyı ilk o ateşledi. Bugün BİM, Türkiye’nin en büyük ve en değerli markalarından biri. BİM’in doğumundan geçen seneye kadar kullandığı “toptan yatına perakende satış” kelimeleri de kitabın başından beri anlatmaya çalıştığım doğru örneklere ters değil. Ama BİM, bu kelimeleri tabelasına yazmaktan daha fazlasını yaptı. İliklerine kadar ucuz oldu. Yeni marka için kelimeleri kullanmadan kelimeleri kullanmak böyle bir şey. Sadece logo, reklam lmi ya da bir danışmanla hazırladığınız ve hiçbir işinize yaramayan marka kimliği, yeni markanın gerçek kimliğini insanların zihnine aktarmaya yetmez. Baştan beri konuştuğumuz “kelimeler” de tek başına insanları ikna etmeye yetmez. İnsanlar rol yapan markaları hemen sezer. Mesela kimse, reklamlarında en zor anımızda yanımızda olduğunu iddia eden bankalara inanmaz. Kredi fi fi (Üniversite yıllarımda, Panasonic değil, Kamasonic marka bir VCD player’ım vardı.) ödemesini 2 gün geciktirince günde 40 kere arayacaklarını ve en zor anımızı daha da zor hale getireceklerini biliriz. BİM, mağazaları için seçtiği konumdan mağaza tasarımına, satılacak markaların seçiminden etiket tasarımlarına, reklamlarından kampanyalarına, hiçbir konuda zihinde kurduğu bağlantıyla çelişkiye düşmedi. BİM gibi “rol yapmayan, olan” markaların bir şey iddia etmesine gerek kalmaz. Kelimeleri doğru kullanmak büyük bir potansiyel doğurur. Ama yeni marka rol yaparsa, insanlar bunu sezer ve o potansiyel çöpe gider. Yeni markanızla ve ürün/hizmetinizle ilgili tüm ayrıntıları, birazdan benim de doğumunda bulunduğum bir markayla açıklayacağım üzere, kelimelerle kurduğunuz o yeni bağlantıyla ters düşmeyecek şekilde tasarlamalısınız. Rol yapmayın lütfen. Çok bilmişlere özel not: BİM o konsepti Almanya’daki bilmem ne markasından aldı, diyerek tuhaf bir biçimde itiraz edenler oluyor, yine olabilir. Almanya’dan almış olabilir, evet, biliyorum. Peki bu bilgi, yukarıda yazılan hangi satırı değiştirir? Hiçbir satırı. Bu bilgi, anlatmaya çalıştığım şeyin özünü doğru anlatabilmem için hiçbir faydası olmayan bir bilgi, o yüzden bahsetmedim. İsterse konsepti Fildişi Sahilleri’nden almış olsun. Bir şey değiştirmez. Konumuz, BİM’in yaptıkları ve Türkiye’deki insanların zihni. . 13 Ice tea demeden ice tea satmak Bir gün çalıştığım ajansa yeni bir brief geldi. Çaykur’un yeni markası olacak “Çaykur Ice Tea” için reklam kampanyası hazırlamamız istendi. Bu kadar sayfa okuduktan sonra, olanları az buçuk tahmin edersiniz. İnsanların zihninde “ice tea” sütunu varken ve o sütunun tepesinde o sütunu yaratan Lipton Ice Tea dururken… Hemen alt satırda Coca-Cola’nın Fuse Tea’si dururken… (Ki farkındaysanız, Coca-Cola yine sütun yaratan rakiple başa çıkamıyor. Fuse Tea hiçbir zaman Lipton Ice Tea’ye yaklaşamadı. Hala, Fuse Tea’nin tadı kötü, bu yüzden yaklaşamadı, diyenler varsa, onlar için elimden gelen bir şey yok.) O sütunda daha da alt satırlarda muhtemelen hiç adını duymadığınız çeşit çeşit ice tea markaları varken… Çaykur Ice Tea kelimeleriyle pazara girersek, başımıza gelecekler belliydi. Var olan sütuna en alttan girecek, o çay markası gibi ya da Cola Turka gibi, çakılacaktık. Coca-Cola’nın dolap avantajı olmasına rağmen Fuse Tea ile yapamadığını, dolap avantajı da olmayan Çaykur’la yapabilmemiz mümkün değildi. Çok uzak geçmiş olmadığı ve bir şekilde markayı tahmin ettiğinizi düşündüğüm için özet geçiyorum. Evet, kelimelerle oynadık. Ice tea sütununun en altına girmek yerine, yeni bir sütun yaratıp, o sütunun en tepesine Didi markasının adını yazdık. Daha önce hiç, bir araya gelmemiş 2 kelimeyi kullandık: Soğuk ve çay. Soğuk çay. Şu an bu size bir icat gibi gelmiyor olabilir. Ice tea zaten soğuk çay demek değil mi, diye düşünüyor da olabilirsiniz. Evet, bugünden bakınca bu soruları sormanız normal. Çünkü bilmediğiniz şu: O günlerde, yani biz Didi lansmanını yapmadan önce, mesela Google’a “soğuk çay” yazdığınızda, karşınıza herhangi bir ice tea markası gelmiyordu. Soğuk çay diye bir şey, aslında yoktu. Kimse o kelimeleri bir marka için yan yana getirmemişti. Hiç kimse bir markette ya da bir cafe’de, o ürünü “soğuk çay” kelimelerini kullanarak istemiyordu. İnsanların o ürün için kullandığı ifade, “ice tea” idi. Didi gelene kadar. Ama soğuk çay kelimeleri de, bireysel uzun dönem kiralama, gibi sektörel jargon değildi. Malt içeceği ya da propolis gibi, öğretilmesi gereken kelimeler de değildi. Ice tea kelimelerinin aşinalığı kullanıyordu ama ice tea’nin bire bir tercümesi de değildi. Yeni bir bağlantıydı. Ve ürünü “soğuk çay” kelimeleriyle piyasaya sürdük. Didi, ilk senesi itibariyle, Lipton Ice Tea satış rakamlarını yakaladı. Kolay mı oldu? Hayır. Ekip olarak çok fazla Rize seyahati yaptık. Şaka bir yana, öncelikle, Çaykur’daki basiretli yöneticiler, o kelimelere inandı ve tüm itirazların karşısında durdu. O dönemki patronum Hulusi Derici ve ajanstaki mükemmel ekip, karşımıza çıkan tüm itirazlara aylarca direndi. (Bazen yeni markayı yaratacak şirketin yönetiminin inanması da yetmez. 3. partiler mikser gibi sürekli ortalığı karıştırır.) Bugün normal görünse de, “ice tea” pazarına “soğuk çay” kelimeleriyle girmek ve “ice tea” kelimelerini hiç kullanmamak, her aşamada onlarca itiraz demekti. Ama itirazlar sadece kelimelere değildi. Önceki bölümde konuştuğumuz “rol yapmamak, olmak” meselesine geliyoruz. Amacımız yeni kelimelerle yeni bir bağlantıyı ateşlemek, yeni bir sütun yaratmak ve o sütunun tepesine kurulmaktı. Doğru kelimeleri bulmak önemli. Ama BİM gibi, sadece kelimelere bel bağlamayıp, o yeni kelimelerin ifade ettiği anlam “olmak” da önemli. Yeni markayı ice tea değil, soğuk çay olarak tanımladık. Yani amacımız, bu yeni markanın ice tea sütununa girmesini engellemek, zihinde yeni bir sütun açmasını sağlamaktı. Sadece kelimelere bel bağlamadık. Görüntüde de bir farklılık yapmamız lazımdı. Markayı, o zamana kadar ice tea’lerin satıldığı 33’lük klasik metal kutularda değil, biraların satıldığı 50’lik metal kutularda piyasaya sürmeye karar verdik. İki marka yan yana geldiklerinde, her iki markanın birbirinden farklı olduğunun gözle görülür elle tutulur bir kanıtı olmalıydı. (BİM mağazalarının Migros mağazalarından farklı olması gibi.) Bu kararı uygulamak bile düşündüğünüzden çok ama çok zor oldu. Operasyonda konuyla ilgili herkes, ice tea’nin bu kutuda satılmadığını, bütün ice tea’lerin küçük kutuda satıldığını, büyük kutuda kimsenin ice tea satın almayacağını söyleyerek itiraz etti. Dolum tesisinin başındaki adamla bile uğraşmak zorunda kaldık. Evet, başlangıçta yeni kelimelere ve yeni uygulamalara herkes itiraz eder. İnsanları, ice tea değil soğuk çay satacağımıza ikna etmek zorunda kaldık. Ama kir çalıştı. Büyük kutuyla çıktık ve birkaç sene sonra Lipton Ice Tea de büyük kutularını piyasaya sürdü. Rol yapmamak, olmak, sadece kutuyla da olacak iş değildi. Reklamların da aşina olduğumuz “ice tea” reklamları gibi olmaması gerekiyordu. Ice tea içen kitleden başka bir hedef kitleyle başka bir şekide konuşmamız gerekiyordu, çünkü bu ice tea değil, soğuk çaydı, öyle yaptık. Biraz önce söylediğim gibi, Didi, kısa sürede Lipton Ice Tea kadar satmaya başladı. Hatta Lipton, Didi’nin kullandığı büyük kutuları kullanmaya başladı. fi Ve işin en enteresan tarafı, benim için değil sizin için en enteresan tarafı, kitabın başından beri iddia ettiğim şey, bu vakada da gerçekleşti. Lansmandan sonra yapılan araştırmalar ve veriler gösterdi ki, Didi, Lipton Ice Tea pazarından çalmamış. Yani Lipton Ice Tea satışları düşerken, Didi artmadı. Didi, kendi kitlesini ve pazarını yarattı. Ice tea içmeyen bir kitle, soğuk çay içmeye başladı. Sihirli kelime, kelimeler. Sürekli hatırlattığım yeni markaları çakılan devler, üründe, operasyonda, dağıtımda, reklamda bizden kötü değillerdi. Lansmanlarından önce, belki de bizden çok daha fazla araştırma yaptırmışlardı. (Kesin daha fazla yaptırmışlardır:) Bütçeleri de bizim bütçemizden çok ama çok daha fazlaydı. Bizim, o ekiplerden farkımız şuydu. Biz, kelimelerle konumlandırmanın sırrını biliyorduk. Artık siz de biliyorsunuz. 14 Serdar Ortaç olmayın! Şu ana kadar anlattıklarımın temeli, Al Ries ve Jack Trout’un bize hediye ettiği “konumlandırma” kavramına dayanıyor. Farklı ya da yeni diyebileceğim kısmı, kapsamı yeni markalarla sınırlı tutarak, uygulamayı, yani işin zanaatini de işin içine dahil etmiş olmam. Ve kelimelere odaklanarak, kelimelerin kullanımıyla bir “kestirme” yöntem tanımlamam. Şaşıranlar ve konumlandırma böyle bir şey mi, diye soranlar da olabilir. Haklılar, çünkü konumlandırma meselesi çok sulandırıldı. Aslında konumlandırma böyle bir şey. Markayı zihinde rakiplere karşı avantaj yaratacak bir kelime ya da kavramla eşleştirmekle ilgili. Mucitleri Ries ve Trout konumlandırmayı böyle sundular ve anlattılar. Fakat kavram o kadar sulandırıldı ki, orijinali hatırlanmaz oldu. Marka danışmanları marka yetkilileriyle oturdu, masadaki herkesin marka hakkındaki temennilerini sıraladığı sıfatlarla dolu uzun uzun paragra ar yazdılar. Bu koca paragra ara da “marka konumlandırması” dediler. Hatırlarsanız, Panasonic değil de, Kamasonic marka VCD Player’ım olduğundan bahsetmiştim. Öyle paragra ara da “konumlandırma” değil, “monumlandırma” diyebiliriz mesela. Çünkü konumlandırma öyle bir şey değil. Onlar da biliyor ama hayat işte… Sonuçta bu bir yöntem. Tercih edip etmemek size kalmış. Ben olabildiğince basit ve net bir şekilde uygulamasını anlatmaya çalıştım. İnsan zihninin kelimelerle ilişkisini anlattım. İnsanların zihninde markaları nasıl depoladığına ilişkin bir görüş anlattım. Daha önce hiç, bir araya gelmemiş kelimeleri bir araya getiren, zihinde yeni bir bağlantı ateşleyen markaların, o kelimelerle güçlü bir bağ kurduğunu ve bunun liderlik getirdiğini anlattım. Olmayan bir pazara gireceğinizi ama pazarı yaratıp zihinde o pazarın lideri olabileceğinizi anlattım. Kelimeleri nasıl kullanmanız gerektiğini, doğruları ve yanlışları anlattım. fl fl fl Zihindeki yeni bağlantıyı desteklemek için rol yapmamak gerektiğini, “olmayı” anlattım. Başka yöntemlerle doğmuş ve başarılı olmuş yeni markalar da vardır. Pazarlamada tek doğru yok. Anlattığım yöntemin yapısı gereği zaten, liderlerden ve çakılan markalardan örnekler verdim. Orta sıralardaki markalara değinmedim, çünkü onlar orta sıra markası. Hiçbir zaman lider olamayacak markalar. Bir yönetici yeni bir marka yaratırken, böyle bir pozisyonu hede emez diye düşünüyorum. Ve son bir kez söylemek istiyorum: Yeni markaları için her şeyi dört dörtlük yapan o devleri hatırlayın. Çakıldılar. Her alanda en meşhurlarla çalışacak, en iyi ürünü üretecek, her satış noktasına ulaşacak ve Türkiye’yi reklama boğacak güçleri vardı. Ama çakıldılar. Ve bu kitabın yazarı, oturduğu yerden, elinde kahvesiyle, görür görmez, çakılacaklarını söylemişti. fl Yeni bir marka doğururken, ürününüze, hizmetinize ya da gerçek dünyadaki gücünüze çok da güvenmeyin, zihindeki kelimelerin gücünü kullanın. Yazar hakkında Engin Tezcan 1981’de doğdu. Marmara Üniversitesi Wirtschaftsinformatik (Business Informatics) bölümünü bitirdi. Reklamcılığa 2005 yılında M.A.R.K.A.‘da başladı. Stratejist, reklam yazarı, kreatif takım lideri ve strateji direktörü olarak çalıştı. 2011 – 2013 arası Okan Üniversitesi’nde reklamcılığa giriş ve reklam yazarlığı dersleri verdi. Onlarca ulusal ve uluslararası markaya hizmet etti. 2015’de M.A.R.K.A.‘da Strateji Direktörü’yken görevinden istifa edip, marka konumlandırma ajansı Capon’u kurdu. Kaynakça Konumlandırma: Tüketici Zihnini Fethetme Savaşı - Al Ries, Jack Trout Markaların Evrimi - Al Ries, Laura Ries Aşağıdan Yukarıya Pazarlama - Al Ries, Jack Trout Savaş Sanatı - Sun Tzu Trout on Strate y - Jack Trout Sadeliğin Gücü - Jack Trout 30 Milyon Kelime - Dr. Dana Suskind İçimizdeki Sesler - Charles Fernyhough Made to Stick: Why Some Ideas Survive and Others Die - Chip Heath, Dan Heath g Dünyada her yıl piyasaya 30.000 yeni ürün sürülüyor ve %95’i çakılıyor. Piyasaya yeni sürülen ambalajlı tüketim ürünlerinin %75’i çakılıyor. Makale: https://www.inc.com/marc-emmer/95-percent-ofnew-products-fail-here-are-6-steps-to-make-sure-yours-dont.html