A lıslııllcâd îr U delı EVLATLARifMİN CEHALET! .İMLERİNİN ACİZLİĞİ KARŞISINDA İS L A M T O T A ( V 2 .-1 1 - & 7 Abdulkâdir Udeh Evlâtlarının Cehaleti Alimlerinin Acizliği Karşısında İ SLÂM Tercüme Ebubekir Sıddık — Cafer Tayyar t S L A H O Ğ L U VAYINCJUK ve DAĞITIM Beyeızsaray No. 21 Beyazıt Tel: 512 10 59 İSTANBUL tslâmoğlu Yayınlan: 13 Arabk, 1987 Evlâtlannm Cehaleti, Alimlerinin Adzliği Karşısında İslam Abdulkadir Udeh Orjinal adı: el-tslâm b ^ e cehli ebnâibi ve aczi ulemâihi Tercüme: Ebubekir Sıddık, Cafer Tayyar Dizgi-Baskı-Cilt : Bayrak Yay.-Mat. KoU. Şti. Tel: 528 39 53 Kapak : Ayçan Grafik Eserin tüm yayın haklara tSLAMOöLU'na aittir. İÇİNDEKİLER Abdulkadir Udeh ...................................................... Önsöz ....................................................................... 7 19 BİRİNCİ BÖLÜM MÜSLÜMANIN BİLMESİ GEREKENŞEY ................... 23 Islâmm hükümleri ve temel esaslan ........................ ' Islâmm hükümleri din ve dünya için konulmuştur ... tslâm ın hükümleri parçalanamaz ................................. İslâm nizamı İlahi ve evrensel bir nizam dır............. İslâm nizamı sürekli ve olgun bîr nizam dır................ İslâm nizammm doğuşuyla beşeri sistemlerin doğuşu arasmdaki fark ............................................. İslâm nizammm yapısı beşeri sistemlerin yapışma ay­ kırıdır ................................................... İslâm nizamıyla beşeri sistemler arasmdaki temel fark İslâm î beşeri sistemlerden ayıran temel özellikler ... İslâm nizammm hüküm koyma metodu ....................... Kanun koymada Ulül-emr’in yetkisi .............................. Ulü'l-emr’in yetkisi dışma çıkmasımnhükmü ............... Avrupa sistemlerinin İslâm ülkelerine geçiş sebebi ... Beşeri sistemlerin İslâm nizamma pratik tesirleri ... Beşeri sistemlerin İslâm nizamına teorik tesirleri ... 23 24 27 29 30 32 36 37 38 38 40 42 43 Beşeri sistemlerle İslâm nizamımn çatışmasmın hükmü ................................................................... İslama aykırı davranan sistemler nasıl görevlerinin dışına çıkarlar ..................................................... 44 45 İKİNCİ BÖLÜM MÜSLÜMANLARIN İSLAM NİZAMIYLA İLGİLİ BİLGİLERİNİN MAHİYYETİ .............................. 49 Kültürsüz tabakalar ..................................................... Avrupa kültürüyle yetişen tabakalar .......................... İslâm kültürüyle yetişmiş tabaka ...................... İçinde bulunduğumuz halden kimler sorumludur ... Toplumun sorumluluğu .............................................. Müslüman idarecUerin sorumluluklan ....................... Alimlerin sorumluluklan ........................................... 49 52 73 77 77 79 82 ABDULKADtR UDEH 20. yüzyılın başı olan 1900’lü yıllar, müslümanların hayatın her safhasında yenik düşüşlerinin sidir. Yüzyıllar öncesinden başlıyarak İslami k iş i^ '^ ve İslami inanç şeklinin kaybolması bu yüzyıla girdi* ğinde tam bir siyasi hezimet şekline d ö n ü ş m ü ş -ve İslam ülkelerinin topyekün, gayrı islami güçlerin-sûmürgesi haline gelmesini sağlamıştır. Bu çağ, müslümanlann İslami değerler v e .m zümlerle zirveye ulaştıktan sonra bu değer ve çö zümleri unutarak zillete düştükleri bir çağdır. ^ Fakat Allah (c.c.)'ın kanunu hiç şüphesiz, iosanların sürekli bir gaflet, müslümanlann sürekli hibszillet içerisinde yaşamasına izin vermeyecek, gafletin ve zilletin en aşağısına düşmüş bir milletin icerişjAden imanda ve amelde şaheser kişilikler çıkâ(ar,ak onların tekrar kendi Hakk yoluna çağırılmalarınLisg^ hyacaktır. İ3 jiyjiud Elinizdeki bu küçük hacimli eserin yazan .Sehid Abdulkadir Udeh, yüce Allah’ın zillet içindekkünuner te rahmet olarak yolladığı şerefli davetçiler..icawanı* nın seçkin bir ferdidir. Yine onun yaşamış olduâu^üli' ke, gaflet ve zillette en aşağılık dereceye «füismüs.ken, bağrından çıkan mücahidlerle şerefli bic^ıkanunı kazanan ve 20. asırdaki yeniden İslam! dirilişin beşi­ ği olan Mısır'dır. Mısır, Ingiliz işgalinde bulunduktan sonra, bir yandan Mısır toplumundaki direniş hareketlerinin art­ ması, öte yandan da İngilterenin askeri gücünü meş­ gul etmeksizin sömürmeyi yeğlemesi üzerine yerli işbirlikçilerine hakimiyyet yetkilerini devretmesinin ardından sözde istiklaline kavuşmuş bir ülkedir. Mısır'ın resmen istiklalinin ilan edildiği 1919 yı­ lında değişen tek şey hristiyan isimli tağutların yeri­ ni, müslüman isimli tağutların alması olmuştur. İdareyi ele alan kraliyet ailesinin önemle üzerin­ de durduğu tek şey. Mısır'daki saltanatlarının ebedi olmasını hazırlamaya çalışmak olmuştur. İslam ahkamını tam anlamıyla hakim kılmayı hiç bir zaman samimiyetle aklından geçirmeyen bu aile, İslama ancak, müslüman olan toplumu ikna edip, İs­ lam için eyleme geçmelerini önleyecek kadar önem vermiştir. İşte Ûstad Abdulkadir Üdeh’in mürşidi, Şehid Ha­ şan el-Benna İngiliz emperyalizminin ve krallık sulta­ sının hakim bulunduğu bu ülkede doğmuş, İslam! ki­ şiliğini oluşturmuş ve davetini başlatmıştır. Benna'yı yirminci asrın en belirgin müslüman ön­ deri yapan en büyük özelliği hiç şüphesiz, İslama olan imanıdır. Bu iman, İslâmî, hem inanç, hem ibadet, hem ahlak, hem kültür, hem devlet, hem ordu, ve hem da hukuk sistemi olarak gören bir imandır. Yani bu iman. İslâmî insan fıtratına uygun, yeterli ve eşsiz bir sis­ tem olarak gören bir imandır. Benna'nın ikinci özelliği, derin imanıyla birlikte İslâmî tüm boyutlarıyla kavraması ve bunu kitlelere anlatabilme yeteneğine sahip olmasıdır, işte bu kabi­ liyetiyle Haşan el-Benna, asırlar boyu basit ihtilaflar 8 peşinde oyalanan ve birbirleriyle çekişen Islami fır­ kaları bir araya getirmiş, ihtilaflarını çözümlemiş ve onlarıilahi ve evrensel bir amaç uğrunda dava yolu­ na yöneltmiştir. Benna’nm üçüncü ve son özelliği ise, teşkilatçı­ lığı ve lider niteliğine haiz olşudur. Böylece Haşan elBenna, o gün kimsenin üstlenmeye cesaret edemedi­ ği imamet görevini üstlenerek, inanan ve anlayan fa­ kat nasıl bir metod izleyeceğini bilmeyen müslümanları başıbozukluktan ve kararsızlıktan kurtarmıştır. 1906 yılında doğan Haşan el-Benna, 1929 yılında İsmailiyyede Müslüman Kardeşler Teşkilatını kurarak kısa bir süre içerisinde işte bu vasıflarıyla bütün Mı­ sır sathına davasını yaymış ve tamamı aktif üyeler­ den oluşan milyonlarca kişilik bir davet ordusu oluş­ turmuştur. İmam Haşan el-Benna, 1949 yılında tağutlar ta­ rafından hain ve korkakçasına şehid edilinceye kadar süren 20 yıllık liderlik yaşamı boyunca zilletin en aşağısına düşmüş Mısır toplumu içerisinden, Allah Resulünün ashabını örnek alan ve onlardan başka hiç bir toplulukla kıyas kabul etmeyen saf imanlı seç­ kin kişilikleri seçip çıkarmıştır. Onun bu daveti; bütün İslam dünyasında ümit to­ humlarını yeşertmesi. Mısırı İslami bir toplum olma yolunda önemli ölçüde eğitmesi ve kendisinden son­ ra, her biri bir lider niteliğinde üstün şahsiyetler çı­ karması nedeniyle, asrın en büyük hareketi olma şe­ refini kazanmıştır. Kitabımızın müellifi, Şehid Abdulkadir Udeh, İmam Haşan el-Benna'nın davet mektebinden yetişen üstün mümin kişiliklerden biri ve belki de en üstünü­ dür. Şehid Ûstad Abdulkadir Udeh'in oluştuğu ortam ve 9 oluşmasında birinci derecede rol oynayan mürşidi Haşan el-Benna hakkında bu ön bilgileri sunduktan sonra şimdi, Udeh'in yaşamı, kişiliği, mücadelesi, fi­ kirleri ve eserleri hakkında bilgi vereceğiz. Abdulkadir Udeh 1907 yılında, İmam Haşan elBenna'dan bir yıl sonra Mısır'da doğdu. Fakir bir ailenin çocuğu olan Udeh, adet üzere küçük yaşlarından itibaren mahalle hocasından Kur'ân dersi almaya başladı. Bu yıllarda, Daru'l-Hilafe derin sarsıntılar yaşı­ yor, yıkılışa doğru adım adım ilerliyordu. Mısır, İn­ giliz askerleri tarafından işgal edilmişti. Gayet gizli ve düzenli bir plan uygulayan ingilizler Mısır'ı yavaş yavaş İslamdan uzaklaştırmaya, çoktan tarihe karış­ mış olan Fravun ruhunu yeniden canlandırmaya ça­ lışıyorlardı. Bu gayretlerin sonucu olarak, eğitim alanında tamamen batıcı, maddeci düşünce tarzı egemen ol­ muş, müslüman Mısırlı çocuklar, İslâmî aşağılayan bir düşünce tarzının elinde yoğrulmaya başlamışlar­ dı. Tamamen ferdi gayretlerle sürdürülen Kur'ân dersleri ise öncelikle kendi içinde yozlaşmış, öğren­ cilerine İslami ruhu üflemekten aciz bir hale gelmiş­ lerdir. Ek olarak da İngilizler tarafından takibata uğ­ raması ve dünyevi bir istikbal kazandırmasının müm­ kün olmayışı bu derslerin etkinlik şanslarını daha da azaltmıştı. Bu nedenle öncelikle Kur’ân öğrenmeye başla­ masına rağmen Udeh, daha sonra gittiği mahalle mek­ tebinde, ortaokulda ve lisede kademeli olarak İslam­ dan soğumuş, emperyalist bir işgalci olarak görüp nefret etmesine rağmen medeniyetin ve teknolojinin 10 öncüsü olduğunu itiraf ettiği AvrupalIlara hayranlık duymaya başlamıştı. 1930 yılında 23 yaşında hukuk tahsilini bitirdiğin­ de, kimliğinde müslüman yazan, buna rağmen, İslam m , milletin geri kalmasının ilk nedeni olduğuna ina­ nan ve milletin ilerlemesi için İslamın bütün izleri­ nin silinip yerine batı medeniyetinin yerleştirilmesi­ ni şiddetle arzulayan bir aydın, bir hukukçu ve bir hakim olmuştur, Böylece, zeki ve gayretli, aynı zamanda milletin ilerlemesi, hususunda hırslı olan, bu Mısırlı genç ve akranları, emperyalistlerin kendilerine telkin ettikleri sahte ilhamların tesiriyle İslamın mahiyyetini kavra­ maktan uzaklaşmış ve onun milletin gerilemesinin yegane sorumlusu olduğuna inanmışlardır. Müslüman gençler arasına yerleştirilen bu kanaat emperyalizmin İslam ülkeleri üzerinde hayatını sür­ dürmesinin yegane garantisiydi. işte Haşan el-Benna 1929 yılında başlattığı çağrı­ sında, öncelikle bu yanlış kanaati yıktı. Önce Mısır aydınlarına, sonra da bütün dünya müslümanlarınat İslamın yeterli ve tekbir hayat nizamı olduğunu, içine düştüğümüz zilletten onun sorumlu olmadığını, aksi­ ne bizim başka hiç bir sebepten dolayı değil, yalnız­ ca İslâmî terketmemiz nedeniyle zelil olduğumuzu isbatladı. Çığ gibi yayılan, davet, kısa bir zaman içinde, ku­ laklarını hakka tıkayan bütün insanlara ulaştırıldı, bü­ tün engelleri aşarak onlara işittirildi ve ikna olmaları aağlandı. Bu esnada Abdulkadir Udeh batı uygarlığına sa­ mimiyetle inanan bir hakim olmasına rağmen, yavaş yavaş hakkın bu gür sesini duymaya, içinde gitgide büyüyen sorulara cevap bulmak için İmam Haşan el­ li Benna'nm konferanslarını dinlemeye ve eserlerini okumaya başladı. önce saygı ve sevgiyle başlayan bu ilgi, kısa bir sûre sonra kesin bir tavır koymaya ve çağın yüz akı olan bu hareketin bir neferi olmaya dönüşüyordu. Bundan sonra, Abduikadir Udeh’i bütün mesaisini İs­ lam! harekete hasreden gayretli bir mûcahld, derin görüşlü bir düşünür ve tavizsiz bir mümin olarak gö­ rüyoruz. Udeh'in aksiyoner kişiliği, üstün çalışma azmi ve eşsiz dehası onun pek uzun sayılmayacak üyelik üyelik süresi içerisinde teşkilatın İkinci adamı, İmam Haşan el-Benna'nın ilk halefi olmasını sağlamıştı. Fakat bu dehayı bekleyen sorunlar dehasının bü­ yüklüğüyle orantılı, belki de aşkın bir mahiyette idî. Hak batıl savaşının kızıştığı bir anda emperya­ list uşağı yerli işbirlikçiler Islamın gözler kamaştıran gelişmesini engellemek için bazı kanlı karşıt hareket­ ler başlattılar. 8 Aralık 1948'de kralın başbakan Nakraşi Paşa Kardeşlerin bütün şubelerini kapatıp mal varlığına el koydu. Amaç, harikalar yaratarak yücelen bu hareketi yuvasında boğmak ve tüm dünyaya yayılmadan yok etmekti. Fakat bu darbe ve tutuklamalar İhvanı yıldırma­ dı. Tehdit eylemleri ve protesto gösterileri hükümeti tedirgin edecek dereceye ulaştı. Bunun üzerine tağutl idare, geleneksel, iğrenç ve adi metodlarına baş­ vurdu. Mısır özel Polis Timinin hazırladığı bir suikastle İmam Haşan el-Benna sokak ortasında kurşunlatıl­ dı. Aldığı kurşun yaralarına rağmen, katilleri kova­ 12 layan, sonra yaralı arkadaşına yardım için geri dönen Haşan el-Benna tedavi için götürüldüğü hastahanede alçak planlarla ölüme itildi. Hükümet, bu apaçık cinayetle İslam! uyanışın noktalanacağını zannediyordu. Aksine büyük imamın 12 Şubat 1949’da şehid edilmesi, müslUmanların yeni baştan şuurlanmalarina ve tağutların hakiki çehrelerini görmelerine neden oldu. Kardeşler yasal haklarının iptal edilmesi özerine yeraltına indiler. Kral Faruk hükümetiyle Kardeşler arasındaki mücadele hızlandı. Bu arada ortamın müsaitleştiğini gören ordu da kraliyeti yıkmak ve iktidarı ele geçirmek üzere ha­ rekete geçti. Bu ortamda ordu. Kardeşlerin de düşmanı olan Krala karşı onlardan yardım istediler. Kardeşler de İslam ahkamının tam anlamıyla uy­ gulanması şartıyla destek vermeyi kabul ettiler. Bu iki yönlü muhalefet karşısında Kral Faruk da­ yanamadı. Nihayet bir gece, ordu idareye el koydu. Kral Faruk yurt dışı edildi. İhtilal şefi General Necib başa geçti. Verilen söz üzerine. Kardeşlerin şubeleri yeniden açıldı. O sırada savcılıktan İstifa edip bir süreden beri serbest avukatlık yapmakta olan Abdulkadir Udeh başkanlığa getirildi. Mısırdaki krallık rejimini tarihe gömen 23 Tem­ muz 1952 ihtilalinin ilk günlerinde Kardeşlerle ihtilal kadrosu arasındaki iiişkiler oldukça iyiydi. Batı küitürüyle yetişmesine rağmen. Islama olan sempatisini diğer arkadaşları gibi tamamen kaybet­ 13 meyen general Neclb yeni yapılacak Anayasa Heye­ ti Reisliğini Üstad Abdulkadir Udeh'e verdi. Bu durum, İhvanı Müslimin için gayet büyük bir başarıydı. Verilen söze göre, anayasa tamamen İs­ lam esaslarına göre düzenlenecek, idare İslâmî çiz­ gide yürütülecek, dış ve iç siyasette yegane ölçü İslam olacaktı. Fakat emperyalistler. Mısırdaki İslami gelişimin ulaştığı yüksek boyutları görünce telaşlandılar. Yerli işbirlikçilerinden, aynı zamanda General Necib’in yakın arkadaşı olan Cemal Abdunnasır ikinci bir darbeye teşvik edildi. Nasır, dış destekli ikinci darbesiyle General Necib’i alt etmeyi başardı. Fakat, ordunun, halkın ve Kardeşlerin oluşturduğu üçlü direniş, Necib'in tekrar başa gelmesini sağladı. Necib bütün bunlara rağmen Nasır’ı cezalandır­ mayı düşünmedi. Affetmekle onun, hatasından döne­ ceğini umuyor ve gençtir, hatasını anlar diyordu. Kardeşlerin lideri Abdulkadir Üdeh ise sırtını em­ peryalistlere dayamış olan bu hırslı ve ahlaksız ada­ mın karekterini çok iyi teşhis etmişti. Bu hususta Ge­ neral Necib’i uyarmaya çalıştı; Abdulkadir Üdeh, General Necib’e: — Daha o köpeği neden yanında tutuyorsun? A t onu dedi. Fakat, General Necib, bu uyarının önemini kav­ rayamadı ve hemen ardından gelen yeni bir darbey­ le gafletinin cezasını ödedi. İkinci ihtilalle hükümeti ele geçiren Nasır derhal Kardeşlere karşı cephe aldı. Teşkilatı kapatıp Kar­ deşleri tutuklatmak için terör havası estirmeye baş­ ladı. Böylece o, İslam! gelişmeyi tamamen yıkmayı 14 hödeflemiş, bu uğurda, verdikleri ortak sözde dur­ mayı bir an bile düşünmemişti. Bunun üzerine Kardeşler lideri Abdulkadir Udeh, Nasır’la görüşerek, onu Kardeşlere karşı aldığı tav­ rından vazgeçirmeye çalıştı. « — Bu karardan vazgeçmen hem sizin, hem de Kardeşlerin menfaati icabıdır» dedi. Nasır: — Müslüman Kardeşler kaç milyon? İki mi, üç mü? Ben bu milletin üçte birini feda etmeye hazırım. Bu gün yedi milyon olduğunu söyleyen Müslüman Kardeşleri yok etmekte katiyyen tereddüt etmem, de­ di. Abdulkadir Udeh hayretle; — Yedi milyon insanı bir kişi için mi feda ede­ ceksin? Sen kendi malını feda edebilirsin, millet ev­ latlarım ise asla!... Böyle bir şey memleket için bü­ yük bir tehlikedir, dedi. Bu konuşmadan sonra Kardeşlerle Nasır arasın­ daki son bağlar da koptu. Nasır tam anlamıyla Kar­ deşlere karşı tavır koyup onları yok etmek için dev^ letin bütün imkanlarını seferber etti. 1 Müslüman Kardeşlerin ileri gelenlerini peşi peşi­ ne tutuklamaya başladı. Lider Abdulkadir Udeh ve bü­ yük düşünür Seyyid Kutub da tutuklananlar arasındaydılar. M ısır hapishaneleri bu tarihlerde, çağlar boyun­ ca görülen işkencelerin en şiddetlilerine sahne ol­ muştu. Gerekçesiz olarak tutuklanan kardeşlerin men­ suplan ve zanlılar, insanlık dışı muamelelere maruz kalmışlardı. Bu işkenceler esnasında bir çok insan henüz muhakeme bitmeden acılara dayanamadan öl­ düler. Abdulkadir Lidehle ihvanın diğer ileri gelenleri­ 15 nin yargılanması ise Nasır’ın direktifleriyle hareket eden bir hakimler heyeti tarafından yapılmıştı. Günlerce süren mahkeme safahatında tutukluları itham edecek herhangi bir suç bulunamadı. Fakat Mı­ sır’ın çağdaş Fravunu hakimlere kati emir vermiş ve ne yapıp yapıp idam kararı almalarını istemişti. Bu kati emir üzerine mahkeme 9 Ocak 1954 sah günü mahkumlardan, içlerinde Abdulkadir Udeh'in de bulunduğu altı kişiyi idama mahkum ettiler. Her biri­ nin ayrı ayrı değeri olan Mahmud Abdullatif, Yusuf Talat, İbrahim Tayyib, Şeyh Muhammed Fergel ve Hendavi Düeyri gibi yüksek şahsiyetler sırasıyla idam edildiler. Diğer mahkumların İse kimi müebbed hapis, kimi de gözaltı gibi cezalar giymişlerdi. Üstad Seyyid Kutub'da bunların arasındaydı. İdam cezası giyen altı mücahid bu karan tebes­ süm ve neşe ile karşıladılar. Kardeşlerin ikinci lideri, değerli insan, fedakar mücahid, İmam Abdulkadir Udeh idam sehbasına, şehidlerin ulaşacakları nimetleri müjdeleyen şu âyetle­ ri okuyarak gidiyordu. ■Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın. Bila­ kis onlar Rableri katında diridirler. Öyle ki, Allah’ın lütfederek kendilerine verdiği şehidlik mertebesi ile hepsi şad olarak cennet nimetle­ riyle rızıklandırılırlar. Arkadan da henüz onlara katıl­ mayanlar hakkında, onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir, diye müjde vermek isterler. Onlar, Allah'tan bir nimetle hatta daha fazlasıyla ve Allah'ın müminlere olan mükafatını zayetmeyeceği müjdesiyle de sevinirler.» (A li Imran, 169-171) 16 Bu âyetleri okuyarak idam sehpasına yürüyen şanlı şehid sehpanın önüne geldiğinde: <•— Benim kanım Nasır ve arkadaşlarına lanet okuyacaktır. Benim için, yatağımda ölmekle düşman elinde esir olarak idam edilerek ölmek arasında fark yoktur. Şimdi yaradanıma doğru gidiyorum. O ’na ula^ şacağım. Şüphesiz ki Allah'ın laneti zalimlerin üstü­ nedir.» dedi. Böylece Abdulkadir Udeh, 47 yıllık hayatının so­ nunda tağutlara boyun eğmeyi kabüllenmeyişinin mü­ kafatı olarak şehadet rütbesiyle taltif edilmişti. ŞEHİD ABDULKADİR UDEH’İN ESERLERİ Şehid Abdulkadir Udeh başlangıçta beşeri hukuk dalında uzman bir bilim adamıydı. Daha sonra İslâmî harekete katılmış ve İslam şeriatı alanında ihtisasını artırmaya başlamıştı. Daha sonra islami alanda yazdığı kitapların tümü de onun bu konudaki ihtisasının derinliğinin en açık şahididir. Şehid'in belli başlı eserleri dört tanedir. Bunlar; 1. İslam Ceza Hukuku. 2. İslam ve Siyasi Durumumuz. 3. İslam ve Kanuni Durumumuz. 4. Evlatlarının Cehaleti ve Alimlerinin Acizliği Karşısında İslam. Elinizde bulunan bu kitap Şehid'in «El-lslam Bey­ ne Cehli EbnâihI Ve Aczi Ulemâihi» adlı eserinin tercemesi olan dördüncü kitaptır. F — 2 17 Yüce Allah'dan bu kitabın, ümmete faydalı olma< sini temenni ederiz. Yardım da başarı da ancak Allah'tandır. Mütercimler ÖNSÖ Z Hamd, kalem ile yazmayı öğreten, insana bilme­ diğini bildiren Allah’a olsun. Salat ve selam, Allah'ın tüm insanlığı hidayete eriştirmesi için seçtiği, Allah'a çağıran bir davetci ve muallim olarak gönderilen, on­ lara kitabını öğreten, Allah’u Teâla’nın şu sözüyle doğruladığı ümmi peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in üzerine olsun: «Gerçekten size, Allah’dan bir nur ve açık bir kitap geldi. Onunla Allah rızasının peşin­ de gidenleri esenlik yollara iletiyor ve onları kendi izniyle karanlıktan aydınlığa çıkarıp, dosdoğru bir yola iletiyor.» (Maide 15-16J Müslümanların zaaftan zaafa düşmeleri, bir ceha­ letten diğerine geçmeleri ve içinde bulundukları ha­ lin asıl sebebinin, İslam nizamını bilmemeleri, onun mükemmelen ve hakkıyla uygulanmasını ihmal etme­ leri olduğunu, bozuk beşeri sistemlere sarılmalarını kendilerini ifsad ettiğini, kendilerine zayıflığı ve zilietini aşıladığını bilmemeleri bir müslüman olarak bi­ zi gerçekten üzüyor. Ben şuna inanıyorum ki, biz Islâm'ı başka hiçbir sebepten değil, yalnızca hükümlerini bilmediğimiz­ den, alimlerimizin pasifliğinden ve bize İslâm’ı öğ­ retmekten aciz olmalarından dolayı terkettik. Şayet 19 her müslüman İslâm! vazifesini bilseydi onu yapmak­ ta tereddüt etmez. İslâm'a hizmet etmek ve hüküm­ lerini uygulamak hususunda bizimle yarışırdı. Bu sebeple gördüm ki bir müslümanm kardeşi­ ne yapacağı en hayırlı hizmet, ona İslâm nizamının hükümlerini göstermesi ve kendisinden gizlenilen şeyleri açıklamasıdır. İşte size, kültürlü bir müslümanm bilmekten müs­ tağni kalamıyacağı, İslâm'ın hükümlerini topladığım küçük bir risale... Burada bazı cahillerin İslâm'a kar­ şı çağırdıkları hiçbir mantığı ve dayanağı olmayan ba­ tılı ideolojilerin gerçek yüzünü açıkladım. Ben bu ri­ salenin, modern eğitim görmüş kardeşlerimizin zihin­ lerindeki çarpıtılmış bazı İslâmî konuların düzeltilme­ sine yardımcı olacağını umuyorum: Yine bu risalenin İslâm alimlerinin yollarını değiştirmelerine ve İslâm hizmetinde yeni bir metod edinmelerine vesile olma­ sını diliyorum. Çünkü onlar peygamberlerin varisleri ve bu dinin tebliğcileridirier. Ailahu Teâlâ'dan bizi cümleten doğru yola iletmesini dilerim. Abdulkadir Üdeh 20 B İ R İ N C İ B Ö L Ü M M Ü S tÜ M A N IN BİLMESİ GEREKEN ŞEY M ÜSLÜ M AN IN BİLMESİ GEREKEN ŞEY îslâma tabi olmuş ve onunla şereflenmiş bir top­ luluk olmamızdan dolayı sevinmemizle birlikte maale­ sef, İslâm'ın önemli hükümlerini bilmiyor ve onun te­ mel esaslarını ihmal ediyoruz. İS LÂ M ’IN HÜKÜMLERİ VE TEMEL ESASLARI İslâm'ın hükümleri, Kur’ân'la indirilen ve Resûlullah (s.a.v.) tarafından bize getirilen prensipler ve görüşlerdir. Bu prensip ve görüşlerin tamamı İslâm nizamı diye adlandırdığımız şeydir. O halde İslâm ni­ zamı, tevhid, iman, ibadetler, kişisel durumlar, suç­ lar, fert-toplum ilişkileri, idare, siyaset ve diğer he­ deflerle ilgili olarak İslâm'ın koyduğu prensip ve metodların tümüdür. İslâm’ın en büyük temel prensibi hükümleriyle amel edilmesidir. İslâm, yalnızca hükümlerinin bilin­ mesi değil, nizamının ve hükümlerinin yerine getiril­ mesidir. işte bu nedenle, İslâm Nizamı'yla amel et^ meyi ihmal eden veya terkeden bir kişi İslâm'ı ihmal etm iş ve onu terketmiş sayılır. 23 Islâm’ın Hükümleri Din ve Dünya için Konulmuştur. İslâm’ın getirdiği hükümler iki kısımdır. Birinci kısım, dini oluşturan, inanç ve ibadetle ilgili hüküm­ lerdir. ikinci kısım ise, devletin ve toplumun oluştu­ rulması, kişisel ve toplumsal ilişkilerin düzenlenme­ sini sağlayacak olan hükümlerdir. Bunlar, muamelat, ukubat (Cezalar), kişisel durumlar, anayasa, devlet ve benzeri konularla ilgili hükümlerdir. işte bu nedenle Islâm, din ile dünyanın, hayat ile ibadetin arasını kaynaştırır. O, hem dünya hem ahiret nizamıdır, hem ibadettir hem komutadır. İs­ lâm'ın bir parçası din olduğu gibi ikinci parçası da hayattır. Hatta o daha mühim bir parçasıdır. 0 »m an b. Affan (r.a.) şöyle demektedir: «Allah (c.c.), Kur’ân’la önlemediğini, sultanla (devlet gücüyle) önler.» Bütün bölümleri ve yönleriyle İslâm'ın hükümleri dünyada ve ahirette insanlığın saadetini sağlamak için indirilmiştir. İşte bu nedenle dünyayla ilgili her amelin ahiretle ilgili bir yönü vardır. Dünyada yapı­ lan kulluk, sosyal hayat, yasaklar, anayasa ve dev­ letle ilgili her işin daha dünyada iken insan üzerine terettüp eden; bir görevin yapılması, bir mülkün ve­ ya bir hakkın kendisine verilmesi yahut ondan alın­ ması, cezaya çarptırılması veya bir sorumluluğun yüklenmesi gibi bir takım sonuçlan vardır. Dünyada karşılığı olan bu işler için ahirette de ayrı bir karşı­ lık daha vardır. İnsanların dünyada ve ahirette mutlu kılınması amacıyla indirilen İslâm Nizamı tüm olarak kabullenil­ mek şartı üzerine kurulmuştur. Kısımlara ayrılmayı kabul etmez. O bir bütündür. Parçalanmayı asla ka- 24 bul etmez. Çünkü islâmın bir kısmını alıp bir kısmını terkederek hedefe varmak asla mümkün değildir. Kur'ân’daki ahkam ayetlerini inceleyenler oradaki her hükmün, biri dünyada, ötekisi ahirette olmak üze­ re iki ayrı cezayı gerektirdiğini görürler. Meselâ yol kesmenin dünyadaki cezası öldürül­ mek, asılmak, yahut bulunduğu yerden sürülmekdir. Ahiretdeki cezası ise büyük bir azabdır. Bu konuda Allshu Teâla şöyle buyuruyor: «A lla h ’la ve O ’nun elçisiyle savaşanların ve yer­ yüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ya öldürülmeleri, ya asılmaiarı, ya ellerinin ayakiarının çapraziama kesilmesi veya bulundukları yerden sürül­ meleridir. Bu onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise onlara büyük bir azab vardır. (Maide: 33) Fuhşu yaygınlaştırmanın ve namuslu kadınlara iftira etmenin dünyada cezası olduğu gibi ahirette de cezası vardır. Allahu Teâla şöyle buyuruyor: «İnananlar içinde edepsizliğin yayılmasını iste­ yenler için dünyada da ahirette de acı bir azab var­ d ır.» (N ur: 19) Diğer bir âyette ise: «Nam uslu, bir şeyden habersiz ve inanmış ka­ dınlara zina isnad edenler dünyada da ahirette de la­ netlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azab vardır. O gün ki, dilleri elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir. O gün Allah onlara hakettikleri cezayı ve­ rir. Ve onlar da bilirler ki Allah apaçık hak üzeredir.» (N ur: 23-25) Kasden adam öldürmenin de iki cezası vardır. Dünyada kısas, ahirette ise azab... Allahu Teâla'nın şu sözünde buyurduğu gibi: «E y inananlar, (kasden adam) öldürmede kısas yapmanız size farz kılındı.» (Bakara: 178] Diğer bir âyeti kerimede; 25 «H e r kim bir mümini kasden öldürürse onun ce^ zası içinde ebedi kalmak üzere gireceği cehennem­ d ir.» (Nisa: 93). İşte böylece, Islâm'da kendisine karşılık olarak, ahirette azab, dünyada da ceza olmayan hiçbir hüküm bulamayız. Eğer böyle bir şey bulursak o da Allahu Teâla’nm şu sözünün kapsamına girer. «Hiç inanan kimse, (imandan uzaklaşan) fasık gibi olur mu? Bunlar (elbette) bir olmazlar. İnanan ve iyi işler yapanlara yaptıklarına karşılık mükafat olarak; içine emince sığınacakları cennetler vardır. Yoldan çıkanların barınacakları yer de ateştir. Ne zaman ora­ dan çıkmak isteseler, yine oraya geri çevrilirler ve onlara; yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın de^ nir.» (Secde; 18-20) Şu âyet’i kerime de bu manada­ dır: «Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve el­ çisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedi kalırlar. İşte büyük kur­ tuluş budur. Kim de Allah'a ve O ’nun elçisine karşı geiir. O ’nun sınırlarım aşarsa, Allah onu ebedi kala­ cağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.» (Nisa: 13-14) İslâm Nizamı’nın dünya ve ahiretle ilgili hüküm­ leri boşuboşuna konmamıştır. Bunların tamamı İslâm Nizamı’nın temel mantığını izah ederler. Bu (mantık), dünyayı imtihan yeri, gelip geçici bir yer olarak, ahireti ise (yaptıklarına) karşılığının verileceği ve sürek­ li kalınacak bir yer olarak kabul etmektedir. Muhak­ kak ki insan dünyadaki yaptığı amellerden sorumlu­ dur. Ahirette de onun karşılığını görecektir. Eğer ha­ yır yapmışsa lehine, bir günah işlemişse aleyhinedir. Dünyadaki ceza ahiretteki azabı yok etmez, insanın 26 tevbe etmesi ve tevbesinin kabulü dışında, hiçbir şey o azabı (üzerinden) düşürmez. İslâm Nizamı'nı diğer sistemlerden ayıran en mü­ him özellik din ile dünyanın arasını kaynaştırmasıdır. O. hem dünya hem de ahiret için konulmuştur. Müs­ lümanların bollukta ve darlıkta sevinçte ve kederde ona uymalarının tek sebebi budur. Çünkü onlar — İs­ lâm Nizamının gereği— bu nizama itaat etmenin A l­ lah'a yaklaştıran ibadetlerden biri olduğuna inanıyor­ lar. Muhakkak onlar bu itaat üzere devam edecekler» dir. Onlardan bir kimse bir kötülüğü işlemekle karşı karşıya geldiği zaman azabı hatırlar. Allah'ın gazabın­ dan ve ahiret azabından korktuğu için onu işlemez. İşte bütün bunlar kötülüğün azalmasını ve emniyetin korunmasını sağlar. Toplumun düzenini muhafaza eder. Beşeri kanunlarda ise durum bunun aksinedir. Çünkü bu kanunlarda insanları itaata sevkedecek ve kanunlarını tatbik ettirebilecek manevi bir güç yok­ tur. İnsanlar bu kanunlara sadece yasakları işlemeleri halinde karşılaşacakları cezadan korktukları oranda itaat ederler. Suçu — kanunların cezasından emin ola­ rak— işlemeye gücü yeten kişinin bu kötülüğü yap­ masına mani olabilecek hiçbir şey, ne bir ahlâk kai­ desi ne de bir din gücü vardır. İşte bu nedenle beşe­ ri kanunların uygulandığı ülkelerde suçlar süratle ar­ tar. Ahlâk zaiflar, saf halk tabakalarında ahlâk bozuk­ luğunun artması ve insanların kanun gücünden kaça­ bilmeleri oranında suçlular çoğalır. İslâm’ın Hükümleri Parçalanamaz İslâm'ın hükümleri parçalanmaz, ayrılık kabul et­ mez. Bu başka hiçbir sebepten değil, daha öncede zik­ rettiğimiz gibi parçalanmanın Islâm nizamının gaye­ 27 sine aykırı düşmesindendir. Çünkü bizzat Islâm'ın kendi nasları sadece bir kısmı ile amel etmeyi yasak­ lar. Bir kısmına İman edip diğer bir kısmım inkar et­ meyi yasakladığı gibi bir kısmını ihmal etmeyi de ya­ saklar. Bütün hükümleri ve İslâm'ın getirdiği her şeyi inançla uygulamak gereklidir. Kim bu şekilde iman etmez ve böylece amel etmezse Allahu Teâla’nın şu âyetinin hükmü altına girer: «Yoksa siz Kitab'm bir kısmına inanıp bir kısmı­ nı inkar mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın ceza­ sı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey de­ ğildir. Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetli­ sine döndürülürler.» (Bakara, 85) İslâm'ın büyük bir kısmıyla amel etmeyi yasakla­ yıp sadece bir kısmını serbest bırakmak Allahu Teâla'nın şu âyetinin hükmü altına girer: «İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti — biz Kitab’da insanlara açıkça belirttikten sonra— gizleyen­ ler (var ya), işte onlara hem Allah lanet eder hem de bütün lanet edebiienler lanet eder. Ancak tevbe edip (durumlarını) düzeltenler, (ger­ çeği) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü ben tevbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim.» (Bakara, 159-160] Gizlemek: hükümlerin bir kısmını bırakıp diğer bir kısmıyla amel etmek, bir kısmını kabullenip diğer bir kısmını inkar etmek anlamında kullanılmıştır. Şu âyeti kerimeler de bu manadadır. «Allah’ın indirdiği Kitab'dan birşey gizleyip, onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka birşey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizle­ yecektir. Cniar için acıklı bir azab vardır. Onlar hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret 28 karşılığında azabı satın almışlardır. Onlar, ateşe kar* ş! ne kadar da dayanıklıdırlar.» (Bakara, 174-175] «İnsanlardan korkmayın, benden korkun ve be­ nim âyetlerimi az bir paraya satmayın! Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta ken­ dileridir.» (Maide, 44) «O n la r ki, Allah’ı ve elçisini inkar ederler, Allah ile elçilerinin aralarını ayırmak isterler. Kimine ina­ nırız, kimine inanmayız derler. Bu ikisinin (inanmak­ la inkarın) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır.» (Nisa, 150-151] «Sana da kendinden önceki kitabları doğrulayıcı v e onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı gerçekle indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hük­ m e t ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyifle­ rine uyma! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik... Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeyle­ rin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden on­ ları felakete uğratmak istiyordur. Zaten insanların bir­ çoğu yoldan çıkmışlardır. Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? iyice bi­ len bir toplum için Aiiah'dan daha güzel hüküm ve­ ren kim olabilir?» (Maide, 48-50) İslâm Nizamı; ilahi ve Evrensel Bir Nizamdır Islâm'ın kanunları, yüce Islâm Nizamı’nm kanun­ ları olması bakımından diğerlerinden ayrılır. Onu A U lah (c.c.), peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e adet­ lerinin. göreneklerinin ve tarihlerinin farklılığına rağ- 29 men arap olsun, acem olsun, doğudaki ve batıdaki değişik milletlere açıklaması için göndermiştir. O, her ailenin, her kabilenin, her toplumun ve her siste­ min nizamıdır. Aynı zamanda o, kanun adamlarının aradıkları fakat bulmaya güç yetiremedikleri en ideal nizamdır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: «D e ki, ey insanlar ben sizin hepinize Allah’ın el­ çisiyim.» (Araf, 158) «O , Resulünü, hak dini bütün dinlere galip kıl­ ması için hidayetle ve hak dinle gönderdi.» (Tevbe, 33) Islâm Nizamı Sürekli ve Olgun Bir Nizamdır insanlığa İndirilmesi kısa bir sürede tamamla­ nan İslâm Nizamı; Allah katından tam ve kapsamlı bir nizam olarak indirilmiştir. Bu iş Rasulullah’ın pey­ gamberliğiyle başlamış, vefatıyla yahut şu âyetin in­ dirilmesiyle tamamlanmıştır. «Bugün sizin için dininizi tamamladım. Size olan nimetimi tamamladım. İslâmî sizin için din olarak ka­ bul ettim.» (Maide, 3) Bu son delil İslâm Nizamı'nm olgunluk ve sürek­ liliğinin delilidir. Bu son delilden anlaşılmaktadır ki Rasuluilah (s.a.v.) peygamberlerin sonuncusudur. «Muhammed (s.a.v.) sizden hiç bir kimsenin ba­ bası değildir. Bilakis O ,. Allah (c.c.)’ın elçisi ve pey­ gamberlerin sonuncusudur.» (Ahzab, 40) Kim İslâm hükümlerini incelerse, onun bireysel, toplumsal ve hayatla ilgili bütün meseleleri eksiksiz bir şekilde kapsamış olduğunu görür. İslâm, bireyin meselelerini, muamelatı ve fert­ leri ilgilendiren tüm meseleleri, hükmî, İdarî, ve siya­ sî işleri de düzenler. Bununla beraber toplumu ilgı- 30 lencUren, harp, sulh ve devletler arast ilişkileri de düzenler. İslâm belli bir vakit belli bir asır yahut belli bir zaman için gelmemiştir. İslâm Nizamı Allah’ın yer­ yüzünü ve orada yaşayanları nizamına varis kılıncaya kadar, her vaktin, her asrın ve zamanın tümünün ha­ yat nizamıdır. İslâm Nizamı'nın esasları zamanın geç­ mesinden etkilenmeyecek bir yapıya sahiptir. Onun büyüklüğüne erişilemez. Genel prensiplerinin değiş­ tirilm esine ihtiyaç duyulmaz. İslâm Nizamı hiçbir me­ kan için sınırlanmamış, kişisel ve toplumsal esasları, her türlü yeni meseleleri çözümleyecek bir şekilde gelmiştir. İşte bu nedenle beşeri nizamlarda olduğu gibi İslâm Nizamı'nda herhangi bir değiştirme ve dü­ zenleme mümkün değildir. İslâm Nizamının Doğuşuyla Beşeri Sistemlerin Doğuşu Arasındaki Fark Daha önce İslâm Nizamı'nın nasıl doğduğunu öğ­ renmiştik. Beşeri kanunlar ise toplumu düzenlemek ve idare etmek için önce dar ve sınırlı bir şekilde do­ ğar, sonra toplumun gelişmesiyle gelişir, kaideleri artar, toplum büyüdükçe teorileri de büyür, top!-umun düşüncede ve ilimlerde olgunlaşmasıyla çeşitlenir. Kanunları, topluma hakim olan şahıslar korlar, bu kaidelerin düzenlenmesini ve değiştirilmesini kontrol ederler. O halde kanunları yaratan ve ihtiyaca göre düzenleyen toplumdur. Kanunlar topluma bağlıdır. Ka­ nunların gelişimi toplumlarm gelişimiyle doğrudan ilişkilidir. İlim adamlarının söylediğine göre kanunlar ilk asırlarda ailenin oluşmasıyla oluşmaya başlamış, ka­ bilelerin ve devletlerin oluşmasıyla gelişmesini iler- 3t letmiş, 18. asrın eşiğinde ise felsefi ve sosyolojik teorilerin ışığı altında gelişmesinin son aşamasına gelmiştir. Böylece kanunlar zamanımıza gelinceye ka­ dar çok büyük bir değişime uğramış, öyleki günümüz­ de, daha önceki asırlarda mevcut olmayan bir takım prensiplere ve görüşlere ulaşmıştır. İslâm Nizamının Yapısı Beşeri Sistemlerin Yapısına Aykırıdır İslâm Nizamı’nın ve beşeri sistemlerin doğuşu­ nu arzettikten sonra şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, İslâm Nizamı beşeri sistemlere asla benzemez. İslâm Nizamının yapısı, beşeri sistemlerin yapısıyla tüm yönleriyle çelişir. Şayet İslâm Nizamı’nın yapısı be­ şeri sistemlerin yapısıyla uyuşuyor olsaydı İslâm Nizamı ilk geldiği haliyle ve özellikleriyle gelmez, be­ şeri sistemlerin toplumla beraber gelişme metodunu takib ederdi. Beşeri sistemlerin son zamana kadar bilmediği prensiplerle gelmesi ve onların binlerce sene geçtikten sonra ancak ulaşabildikleri bu seviye­ ye ulaşması mümkün olmazdı. İslâm Nizamıyla Beşeri Sistemler Arasındaki Temel Fark Islâm Nlzamı’yla beşeri sistemler temel üç yön­ den birbirlerinden ayrılırlar: Birinci Yön: İslâm Nizamı Allah katındandır. Beşeri sistem­ ler ise insan yapısıdır. Her ikisi de kendilerini oluş­ turanların özelliklerini taşırlar. Beşeri sistemler insan yapısıdır, insanın acziye- 32 tini zayıflığını ve düşüncesinin azlığını üzerinde ta­ şır. Bu sebeple beşeri sistemler değişkenlik özelliği­ ne sahiptir. Beklenmeyen hadiselerin akışına göre de­ ğişir. Beşeri sistemler sürekli noksandır. Yapıcısının en olgun dereceye ulaşmadığı sürece son olgunlu­ ğuna ulaşamaz. Hiçbir zaman gelecek meseleleri kuşatamaz. Hatta içinde bulunduğu meseleleri bile hal­ ledemez. İslâm Nizamı ise Allah'ın yapısıdır. Yaratıcısının kudretini, olgunluğunu ve azametinin temsil eder. Olanları kuşattığı gibi olacakları da kuşatır. Yapıcısı­ nın alim ve haberdar olması sebebiyle şimdiki halde­ ki ve gelecekteki tüm olayları kuşatır. İkinci Yön: Beşeri sistemler belirli bir zaman için, toplum tarafından, işlerini düzenlemek ve ihtiyaçlarını karşı­ lamak için konulmuş prensiplerdir. Bu sebeple onlar, ya toplum seviyesinden geri veya toplumun o günkü seviyesindeki kaidelerdir. Yarın toplum seviyesinden geride kalacaktır. Çünkü kanunlar toplumun gelişme hızına ayak uyduramazlar. Onlar toplumun ancak be­ lirli bir dönemi için yeterli kanunlardır. Toplumun her değişmesiyle değişmeleri gerekir. İslâm’ın prensiplerini ise Allahu Teâla, toplumun işlerini düzenlemek için devamlılık esası üzerine kur­ muştur. İslâm, beşeri sistemlerle toplumun düzenlen­ mesi noktasında ittifak eder. Fakat İslâm, beşeri sis­ temlerin sürekliliği, değişme ve yenilenme kabul et­ meme özelliğiyle ayrılır. İşte bu Islâm'ın diğerlerin­ den ayırıcı vasfı ve onu mantıklı kılan özelliğidir. İlk olarak; Islâm’ın kaideleri ve nasları (hüküm kaynakları), zaman geçtikçe, toplum geliştikçe, ihti­ yaçlar arttıkça ve çeşitlendikçe, kişisel ve toplumsal 33 konularda toplumun artan bilme gücüne sahiptir. İkinci olarak: İslâm'ın dönemde toplumun içinde kalmayacak bir genişleme sahiptir. ihtiyaçlarına cevap vere­ kaide ve naslan, hiç bir bulunduğu seviyeden geri kabiliyetine ve üstünlüğe İslâm Nizamı'nın bu iki özelliği mantığın zaruri kıldığı iki özelliktir. Bunlar İslâm Nizamı’nın en mü­ him ayırıcı özellikleridir. İslâm Nizamı'nın naslan ki­ şisel ve toplumsal konularda, kişinin ve toplumun ulaşabileceği en son sınıra uygun olarak indirilmiştir. Onun ulaştığı kapsamlılığın daha ötesinde bir kap­ samlılık düşünülemez. İslâm Nizamı'nın üzerinden 13 asırdan fazla bir zaman geçmiş, kanunlar defalarca değişmiş, bilimler ve görüşler büyük gelişmeler katetmiş, sanayi ve ke­ şifler insanın aklının alamıyacağı yenilikler getirmiş­ tir. Beşeri sistemler yeni olaylara ve problemlere ce­ vap verebilmek için defalarca değişmiştir. Öyleki İs­ lâm’ın geldiği gün uygulanan kanunlarla bugün uygu­ lanan kanunlar arasındaki bütün ilişkiler kopmuştur. Bütün bunlara rağmen İslâm Nizamı hiçbir değiş­ me ve düzenlemeye ihtiyaç duymamıştır. Prensip ve teorileri toplumla aynı seviyede, onların yapılarına, sükunetlerinin ve emniyetlerinin sağlanmasına daha uygun olmaya devam etmiştir. Bunlar İslâm Nizamı’nın yanıbaşında duran tarihi gerçeklerin şahadetidir. Bundan da öte İslâm'ın kendi naslan da buna şehadet etmektedir. Meselâ şu âyet­ lere bakabiliriz: «Onlarla işlerinde müşavere e t...», (Ali Imran, 159) 34 «O nların işleri aralarında müşavere iledir.» (Şu­ ra, 38) «İyilik ve takva üzerine yardımlaşın, kötülük ve zulüm üzerine yardımlaşmayın.» (Maide, 2) Resulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: «İslâm ’da ne zarar vermek vardır, ne de zarar görmek.» işte bunlar kişisel ve toplumsal meselelerde en son prensipleri gösteren Kur’ân ve sünnet naslarıdır. Kötülüğün ve günahın kaldırılması, iyilik ve tak­ va hususunda yardımlaşmanın doğması için idari alan­ da *müşavere» prensibini koymuştur. İşte bu sebep­ le İslâm Nizamı insanlığın, seviyesine ulaşmaktan aciz kalacağı bir genişliğe ulaşmıştır. Üçüncü Yön: İslâm'ın gayesi, toplumu düzenlemek, yönlendir­ mek, salîh fertler meydana getirmek, örnek bir devlet ve örnek bir dünya oluşturmaktır. Bu sebeple İslâm'­ ın prensipleri, indiği anda dünyanın seviyesinin çok üstünde gelmiştir. Bu hal bu güne kadar da böylece devam etmiştir. Onun getirdiği prensip ve görüşlere, müslüman olmayan dünya ancak uzun asırlar sonra ulaşabilmiş ve anlayabilmiştir. Dünya bu dereceye bu güne kadar ulaşamamış ve onu idrak edememiştir. Bu sebeple Allahu Teâlâ İslâm Nizamı'm koyma ve onu örnek bir olgunluk se­ viyesinde indirme işini üstlenmiş ve toplumu bu ol­ gun şeriatın derecesine yükseltmek için onları olgun­ luk ve müsamaha gibi meziyetlerle bezemiş, itaat vö faziletlere sevketmiştir. Beşeri sistemler ise toplumu yönlendirme ama­ cıyla değil, onları düzenlemek (idare etmek) amacıy- 35 la konmuştur. Ayrıca kanunlar toplum seviyesinden geridedir ve toplumun gelişmesine bağlıdır. Fakat ka­ nunlar asrımızda ilk çizgisinden ayrılarak toplumu yönlendirmek için de konmaya başlanmıştır. Rusya, İtalya, Almanya ve diğerlerinin yaptığı gibi devletler toplumlarını belirli amaçlara ve çeşitli yönlere sevketmek için kanunları alet olarak kullanmaya başla­ mışlardır. İşte böylece beşeri sistemler daha yeni, İslâm Nizamı'nm başladığı noktaya ulaşabilmiş, onun 13 asır geride bıraktığı yere varabilmiştir. İSLÂMÎ BEŞERİ SİSTEMLERDEN AYIR AN TEMEL ÖZELLİKLER ı Buraya kadar olan kısmı, Islâm'ın beşeri kanun­ lardan üç temel özellikle ayrıldığını söyleyerek özet­ leyebiliriz. 1. Olgunluk: İslâm Nizamı beşerî sistemlerden olgunluk özelliğiyle ayrılır. Yani o olgun bir nizamın ihtiyaç duyduğu prensip ve görüşlerle desteklenmiş­ tir. O, yakın geçmişte ve uzak gelecekte toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılamayı garantileyebilecek pren­ sip ve özellikler bakımından son derece zengindir. 2. Üstünlük: İslâm Nizamı'nm kaideleri ve pren­ sipleri sürekli olarak toplum seviyesinin üstündedir. İçindeki bazı prensip ve görüşler insanlığın seviyesi yükseldikçe onu bu gelişmeyle aynı seviyede tutma özelliğine sahiptir. 3. Süreklilik: İslâm, Nizamı, beşeri sistemler­ den süreklilik özelliğiyle ayrılır. Onun nasları her ne 36 kadar yıllar geçse ve raman uzasa da bir yenilenme ve değişmeye ihtiyaç hissetmez. Bununla birlikte o, her zaman ve her mekanda toplumu düzenleme ka^ biliyetini muhafaza eder. İSLÂ M NİZAMİNİN HÜKÜM KOYM A METODU: İslâm Nizamı, insanlara tüm halleri hakkında hü­ küm vermek, onların dünya ve ahiretle ilgili işlerini İslâmi sınırlara sokmak esası üzerine gelmiştir. Bu­ nunla birlikte İslâm Nizamı, bugünkü beşeri sistemle­ rin yaptığı gibi teferruatlar ve cüz’i meseleler hakkın­ da hüküm vermiş ve tafsilatları açıklamış değildir. İslâm Nizamı çoğu hallerde, cüz'i meseleleri hal­ letmek gerektiğinde, umumi ölçülerde genel hüküm­ ler koymakla yetinmiştir. İslâm'ın esasını; Islâm Nizamı'nm üzerine bina edildiği umumi hükümler, İslâm’ın iskeletini teşkil eden esas noktalar ve İslâm Nizamı’nm koyduğu sı­ nırlar oluşturur. İslâm Nizamı ululemre-(devlet ida­ recilerine] bu sınırlar dahilinde, hükümler çıkararak, bu binayı ve bu iskeleti tamamlama yetkisini vermiş­ tir. Böylece İslâm’ın koyduğu temel prensipler ve sı­ nırlamalardaki İncelikleri ve tafsilatı açıklamalarını istemiştir. Şeriatın kanun koymada izlediği yol gerçek bir sisteme yakışan, yumuşaklık, olgunluk ve süreklilik özelliğine sahip biricik yoldur. Toplum u mutlu bir hayata sevketme görevini üst-î lenen bu kanunların toplumsal ve bireysel prensip ve görüşlere uygun olarak, adaleti, eşitliği ve merhame­ ti topluma yerleştirmesi, onları hayra yöneltebilmesi için yeterince yumuşak ve olgun olması gerekir. De­ 37 vamlılık özelliği ise. günlerin ilerlemesiyle özelliği de­ ğişecek olan geçici meselelere hüküm koyulmamasını gerektirir. Kanun Koymada Uiü’l-emr’in Yetkisi: İslâm şeriatı ululemre kanun koyma yetkisi ver­ miş fakat kayıtsız şartsız vermemiştir. Ululemrin ka­ nun koyma yetkisi, koydukları hükmün şeriatın ge­ nel esaslarına ve kanun koyma biçimine uygun olma şartıyla sınırlıdır. Kanun koyma yetkilerinin bu şekil­ de sınırlanması bu yetkilerini yalnızca iki alanda kul­ lanmalarına müsaade eder. 1. Uygulayıcı kanunlar: Bundan kasıt. İslâm ni­ zamının esaslarının uygulanmasıdır. Uygulama alanın­ daki bu yetkileri, bugünkü bakanların kanunları uygu­ lamayı garanti altına almak için ihtisasları çerçeveli­ sinde kanunnameler ve kararnameler çıkartma yet­ kileri gibidir. 2. Düzenleyici kanunlar: Bundan kasıt, hakkında' özel bir hüküm olmayan, toplumun düzenlenmesi, ko^ runması ve ihtiyaçlarının İslâm nizamının kendine has metoduyla karşılanmasıdır. Bu tip kanunlarda her ş e y ­ den önce İslâm nizamının genel prensiplerine ve ruhu­ na uygun olması şart koşulmuştur. Ulü'l-emr’in Yetkisi Dışına Çıkmasının Hükmil Yetki sınırlarını aşmadığı sürece ulülemrin bu hakkı ittifakla sabit ve doğrudur. Bu hak, sınırları di'> şına çıkıldığında yok olur. Ulülemr İslâm nizamının, genel esaslarına .ve ruhuna uygun bir hüküm getirir^ se bu doğrudur ve ona uymak vacib olur. Eğer İslâm 38 nizamına aykırı bir hüküm getirirlerse bu batıldır hiçbir batılla amel etmek ve ona itaat etmek gerek­ mez. Bunun delili şu âyeti kerimedir: «E y iman edenler, Allah’a, resulüne ve sizden olan ulülemre itaat ediniz. Bir şeyde anlaşamadığınız­ da onu, Allah'a ve Resulüne götürün.» (Nisa, 59) «Hakkında ihtilaf ettiğiniz şeylerin hükmü Allah’a aittir.» (Şurâ, 10). Allahu Tealâ, Resulüne ve ulülemre itaat etme­ yi bize farz kıldığı gibi kendi emirlerine itaati da farz kılmıştır. Allah'a itaat, Allah'ın emirlerine itaati ge­ rektirir. Resule ve ulülemre itaat da. Resulün ve ulülemrin emirlerine İtaati değil Allah'ın emirlerine itaati gerektirir. Ulüemr Allah'ın indirdiklerine muhalefet ederse emri batıldır, itaat gerekmez. Resulullah (s.a.v.) bu manayı şu hadisleriyle tekid etm iştir: «Yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yoktur.» «Onlardan kim size isyanı emrederse onu dinle< mek ve ona itaat etmek yoktur.» Ulü'l-em r Yetkisi Dışına Çıktı mı? İslâm ülkelerindeki yöneticilerden büyük bir kıs­ mı, geçen yüzyıldan beri ülkelerine büyük bir gafletle Avrupa ülkelerinde uygulanan çeşitli sistemleri uygu­ lamaya başladılar. Avrupa kanunlarına yönelerek on­ dan anayasa, ceza kanunları, medeni kanunlar, ticari kanunlar ve benzeri bölümleri aldılar. Vakıf ve şuf'a (ticarette ön alım hakkı) gibi basit konular dışında Is­ lâm N izam ı’na hiç bakmadılar. Bu kanunların mühim maddelerine baktığımızda onların İslâm Nizamı’nın maddeleriyle uyuştuğunu. 39 onun umumi prensiplerinin dışına çıkmadığını görü­ rüz. Fakat aynı zamanda bu sistemlerin bazı esaslalarının da İslâm Nizamı'na aykırı olduğunu, İslâm'ın esaslarıyla sürekli bîr çatışma içinde olduğunu da tesbit etmekteyiz. Bunu bu sistemlerin ceza kanunların­ dan biriyle örneklendirebiliriz. Meselâ, bu sistemler içki içmeyi helal kıldıkları gibi, bazı hallerde zinayı bile helal kılarlar. İslâm Nizamı ise her ne şekilde olursa olsun içkiyi ve zinayı kesinlikle yasaklamış­ tır. Avrupa kanunlarının bunları serbest bırakması rastgele bir serbesti olmasa da belirli ölçülerle sınır­ lanmamıştır. AVRUPA SİSTEMLERİNİN İSLÂM ÜLKELERİNE GEÇİŞİNİN SEBEBİ : Bazıları zannediyorki, devlet adamları İslâm Nizamı’nda yeterli zenginliği bulamadıkları için Avrupa sistemlerini ülkelerine naklettiler. Bu zan, İslâm N i­ zamı hakkındaki yüz kızartıcı bilgisizlikten kaynakla­ nan bir hatadır. Şayet İslâm Nizamı'ndaki ve İslâm fık­ hındaki bütün prensipler, teoriler, ve hükümler bir ara-* ya toplansalardı bütün sistemler arasında en üstün örneği teşkil ederdi. Öyle inanıyorum ki şayet bu İs­ lâm! kanunlar bir bütün olarak uygulansaydı müslüman olmayan ülkeler bile hiçbir gayret sarfetmemize gerek kalmadan sahip olmakla öğündükleri kanun­ ları terk ederek bu kanunları uygularlardı. Avrupa kanunlarının İslâm ülkelerine naklinin gerçek sebebi, emperyalizmin ve Avrupa baskısının artması, buna karşı İslâm alimlerinin pasif kalması­ dır. İşte bu nedenle Hindistan ve Kuzey Afrika g ib r bazı müslüman bölgelere Avrupa kanunları, emperya- 40 üstlerin güçleriyle ve zorbalıklarıyla girmiştir. Bazı Islâm ülkelerine ise Avrupa kanunları, onların zayıf­ lıklarından ve yabancı nüfuzunun güçlülüğünden Av* nıpa ülkelerinin taklidinden dolayı girmiştir. Mısır bu kısımdandır. Tarihi gerçek şudur ki, Avrupa kanunları Mısıra-, Hidiv İsmail zamanında nakledilmiştir. Hidiv İsmail as­ lında çeşitli İslâm fıkıh mezheblerinden toplanarak hazırlanmış şekliyle İslâm Nizamı’nı Mısır'a yerleş­ tirmeyi arzu ediyordu. Ezher üleması da böyle bir sis­ temi kabul etmelerine rağmen bu arzuyu reddettiler. Çünkü mezheb taassubu, onları yardımlaşarak en gü­ zel yönleriyle İslâm nizamını ortaya koymaktan alı^ koydu. Herkes kendi mezhebini korumak istedi ve onun yanında oldu. Böylece İslâm aleminin eline geç­ miş olan büyük bir fırsatı zayettiler. Daha sonra bu fırsatı kaçırdıkları için ağlamaya başladılar. Ona tek­ rar kavuşuncaya kadar ağlamaları, onlara haktır da... Uygulamak için Avrupa kanunlarını seçen bazı İslâm ülkelerinin, asıl maksatlarının, İslâm NizamTyla kayıtsız şartsız çatışmak olmadığına da dikkati çek­ mek istiyorum. 1882 yılında yayınlanan Mısır ceza hukukunun birinci maddesi bunun en güzel bir delili değil midir: «Y argı metodumuzun özelliği genel rahatı sağlamak İçin fertlerden sudûr eden suçların cezalandırılması­ dır. Direk olarak yargı organlarını hedef alan suçlar da böyledir. Bu kanun aynı zamanda devlet adamla'* rının fiillerine terettüb eden cezaları da belirlemiştir. «B u kanun ne şekilde olursa olsun asla İslâm Nizamı'nın her bir şahıs için belirlediği hakları ihlal etmeksi­ zin uygulanacaktır.» Bu madde 5.6.1853 yılında Tür­ kiye’de yayınlanan kanundan alınmıştır. Bu fikrimin sebebini şöyle açıklayabilirim; Islâm 41 Nlzamı'na aykırı davranmak ne eski ve ne de yeni bü­ yük Islâm ülkelerindeki devlet adamlarının hiçbirisi­ nin aklından geçmiyordu. Fakat buna ve bazılarının bu aykırılığı yok etmeyi şiddetle arzulamalarına rağmen kanunlar İslâm Nizamı'na aykırı olarak geldi. Sanırım işin sırrı, bu kanunları hazırlayan Avru­ palIların Islâm'la hiçbir bağlarının olmaması, müslümanların ise bu kanunların öğrenimini görüp İslâm Nizamı’ndan habersiz kalmalarıdır. DEŞERİ SİSTEMLERİN İSLÂM NİZAM I'NA PRATİK TESİRLERİ Avrupa kanunlarının İslâm ülkelerine girmesi so­ nucu bu kanunların uygulanması için yeni mahkeme­ ler kuruldu. Bu mahkemelere AvrupalIlardan ve kendi milletimizden, bu kânunları okuyup İslâm Nizamı'nı okumamış hakimler tayin edildi. Yeni mahkemeler ken­ dilerini İslâm’la ilgili bütün hükümlerden uzak tuttu­ lar. Bunun sonucu olarak İslâm nizamı pratikten kal­ dırıldı. Çünkü yeni mahkemeler yalnızca kendi kanun­ larını uyguluyorlardı. Hakim güçler, özellikle bu kanunların okutulması İçin okullar kurdular. Bu okullarda öğretim, beşeri ka­ nunlara özen göstermekle birlikte, İslâm'ın vakıf gibi pek basit bölümleri hariç tamamen ihmal ederek sür­ dürüldü. Bu tavır, bizi içinde bulunduğumuz kötü du­ ruma düşürdü. Çünkü — aydınların en üst tabakasını oluşturan— > kanun adamları İslâm Nizamı'nın hükümlerinden, onun genel amaçlarından habersiz kaldılar ve maalesef İs­ lâm hükümlerinin aynı zamanda İslâm devletinin dini olduğunu öğrenemediler. 42 Islâm Nizamı'nı bilmemek, Islâm Nizamı'ndan alınmış bazı naslann beşeri sistemlerle uyuşan fakat bazı durumlarda İslâm Nizamı'nın ruhuna aykırı dü­ şen tarzda yorumlanması sonucunu doğurdu. Bunun gibi esasında Mısır ceza hukuku ne şekilde olursa ol­ sun İslâm Nizamı’nın kişiler için belirlediği haklar! çiğnemiyeceğini söyler. Fakat bu açık kanunun varlı­ ğına rağmen Mısırlı kanun şarihleri (yorumcuları) bu haklan İslâm’da olduğu gibi öğrenmemiş. Fransız ka­ nunlarının belirlediği ölçüde öğrenmekle, yetinmişler­ dir. Bu konuda yalnızca Fransız şarihlerinin usulünü takib etmişler, bu kanun hakkında Fransızlar’ın yaptı­ ğı yorumu aynı şekilde benimsemişlerdir. M ısırlı şarihlerin bu usulü takib etmelerinin baş­ lıca iki sebebi vardır. Birincisi; İslâm nizamı'nı öğrenmemeleri, onun kanunlarından ve hedeflerinden hiçbir şey bilmeme­ leri. İkincisi, görüş ve amaçlarını sadece AvrupalIla­ rın, özellikle Fransızlar’ın görüş ve amaçlarıyla sınır­ landırmalarıdır. Böylece onlar ancak AvrupalIların ser­ best bıraktığını serbest bırakmış, onların yasakladık­ larını yasaklamışlardır. AvrupalI şarihler ise tabii ola­ rak İslâm Nizamı hususunda hiçbir şey bilmezler. BEŞERİ SİSTEMLERİN İSLÂM N İZ A M I’N A TEORİK TESİRLERİ H er ne kadar beşeri sistemler, İslâm Nizamı'nın mühim hükümlerini pratikte uygulamadan kaldırmış­ sa da bu sistemlerin İslâm Nizamı üzerinde herhangi bir teorik, etkisi olmamıştır. Islâm Nizamı'nın prensipleri süreklidir. Hükümle- 43 rinin tatbik edilmesi her halükarda vacibdir. Bu Islâm Nizam ı’nın ve beşeri sistemlerin hükmüdür. Çünkü İslâm Nizamı ve beşeri sistemlerdeki teme! prensibe göre kanunların kaldırılması aynı kuvvette veya daha kuvvetli bir kanun olmaksızın mümkün değildir. Yani bizzat kanun koyucudan veya kaldırılması istenen ka­ nun, yerine kanun koyma yetkisi kendisine verilmiş yahut yetkisi artırılmış bir heyet tarafından kaldırıla­ bilir. Kuran ve sünnetle belirlenen elimizdeki İslâmî değiştirme gücüne sahip bir kanun, ya Kur’ân'dan ve­ ya sünnetten gelebilir. Halbuki vahyin kesilmesi se­ bebiyle Rasulullah (s.a.v.)'den sonra bir Kur an, Resulullah'ın vefatı sebebiyle ondan sonra bir sünnet yok­ tur. Burada, insanlardan teşekkül etmiş bir heyetin koyacağı kanunlar. Kur an ve sünnet yerine geçen ve­ ya onların da Allah ve Resulü gibi kanun koyma yet­ kileri vardır dememiz mümkün değildir. Yalnız, şöyle dememiz mümkündür: — ^zaten gerçek olanda budur— Bizden olan ulül emrin (devlet idarecilerinin) kanun koyma yetkisi yoktur. Daha önce de açıkladığımız gi­ bi onların, düzenleme ve uygulama yetkileri vardır. Kanun koymak ise Allah'ın ve Resulünün hakkıdır. Resulullah'm vefatıyla kanun koymanın devri geçmiş, vahyin kesilmesiyle bu iş son bulmuştur. BEŞERİ SİSTEMLERLE İSLÂM NİZAMI’NIN ÇATIŞMASININ HÜKM Ü Beşeri sistemlerle İslâm Nizamı’nın hükümleri çatıştığında üç sebepten dolayı beşeri sistemlerin de­ ğil, İslâm Nizamı'nın hükmünün uygulanması gerekli­ dir. 44 Birincisi; Islâm Nizami süreklidir. Daha önce de açıkladığımız gibi İslâm nizamının kaldırılması müm­ kün değildir. Beşeri sistemlerin yürürlükten kaldırıl­ ması ise mümkündür. Buna göre İslâm Nizamı’nın naslan beşeri sistemlerin naslanndan daha da kuvvetlidir. İkincisi; İslâm Nizamı kendisine aykırı olan her şeyi batıl sayar, daha önce de anlattığımız gibi onlara uyulmasını yasaklar. İslâm’a aykırı olan sistemler, İs­ lâm ’a muhalefet ettiklerinde görevleri dışına çıkarlar. Görevleri dışına çıktıklarında ise varlıklarının mana­ sı kalmaz. Bu sebeple kesin olarak, batıl (lüzumsuz) sayılırlar. İşte bu hüküm beşeri sistemlerin kendileri için koymuş oldukları hükümdür. ÜçUnciisü: İslâm Nizamı’na aykırı sistemler Is­ lâm Nizam ı’na aykırı davranmakla görevleri dışına çı­ karlar. Beşeri sistemler, görevleri dışına çıktıklarında varlıklarının sebebi kalmaz. Böylece kesin olarak yü­ rürlükten kaldırılırlar. Bu, beşeri sistemlerin bizzat kendileri için koydukları ölçüdür. İS L Â M ’A AYKIRI DAVRANAN SİSTEMLER N A S IL GÖREVLERİ DIŞINA ÇIKARLAR? Beşeri sistemlerde temel prensip, toplumun ih­ tiyaçlarını karşılamaları, toplum düzenini korumaları, kişiler arasındaki sükuneti ve istikrarı sağlamalarıdır. Toplumun en mühim ihtiyacı akaidlerinin (inanç-‘ larının), örflerinin, ve düzenlerinin korunmasıdır. İs­ lâm ülkelerinde ise toplumun düzeni Islâm'a dayalı^ dır. Çoğunluğun akaidi İslâm akaididir. Bunun için ye^ ni sistemlerin pek tabii olarak İslâm'la tam bir uyum içinde olmaları gereklidir. Fakat sistemler bu şekilde 45 konmamış, aksine gördüğümüz gibi Islâm’a aykırı ola­ rak konulmuşlardır. Böylece beşeri sistemler yalnızca İslâm’ın dışına çıkmakla kalmamış, üstelik dikkat etmesi gereken prensipleri ve kanun oluş sebebi olan amaçları da çiğ^ nemiştir. Bu sistemler bilinen temeller üzerine da­ yanmamış. meşru amaçları hedef edinmemiştir. İslâm’ın hakikatlerinden ve hükümlerinden bir şeyler bilebildiğimiz takdirde bu sistemlerin Avrupa’­ da toplumun mutluluğunu, fertler arası huzur ve su-* kuneti sağlamak için geldiğini ancak, İslâm ülkelerin­ de uygulanmasının, topluma eza edilmede, inanç esas­ larının bozulmasında, mahrem yerlerine saldırılmasında ilk müessir olduğunu kolaylıkla anlarız. 1. İslâm, müslümanların Allah'ın Nizamı’ndan başka bir şeye razı olmalarına asla izin vermez. İslam’ın raslarının, genel prensiplerinin ve ka­ nun koyma ruhunun dışına çıkan her şey müslümanlar için, apaçık Kur'ân âyetleriyle kesinlikle yasak­ tır. Allahu Teâlâ insanın durumlarını ikiye ayırmış­ tır. Bunun üçüncüsü yoktur. Ya Allah'a ve Resulüne icabet eder ve Resulün getirdiği şeylere uyar veya hevasına uyar. Resulullah’ın getirdiğinin dışındaki her şey hevadır. Allahu Teâlâ da şöyle buyurmuş­ tur; «Onlar senin davetine uymuyorlar, yalnızca hevalarına tabii oluyorlar. Allah’ın hidayet yolunu bırakıp-* ta hevasına uyandan daha sapık kim olabilir?» (Kasas, 50) «Sonra seni İşlerinde apaçık bir şeriat üzere kıl­ dık. O halde sen bu şeriata uy. Hiçbir şeyi bilmeyen­ lerin ve sana Allah’ın kazandırdığından başka bir şey kazandırmayanlarm hevasına liyma, zalimler birbirle­ 46 rinin dostlarıdır. Allah ise müminlerin dostudur.» {Casiye, 18-19). «Rabbinizden indirilen şeye tabi olun. O ’ndan başka dostlar edinmeyin. Ne de az öğüt alıyorsunuz.» (A'raf, 3) 2. Allah, müminlerin Allah'ın hükmünden başka bir hükme razı olmalarını, Allah'ın indirdiğinden baş­ ka bir şeyle muhakemeye razı olmalarını yasaklar. Üstelik Allahu Teâlâ kendi hükmünden başka bü­ tün hükümleri inkar etmelerini emretmiş, onlara uy­ manın derin bir sapıklık ve şeytana tabii olmak oldu­ ğunu bildirmiştir. «Sana ve senden önceki nebilere indirilenlere iman ettiğini iddia edenleri görmüyor musun? İnkar etmeleri emredildiği halde onlar tağutlar tarafından idare edilmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları derin bir şekilde saptırmak istiyor.» (Nisa, 60) Kim Alk^ı'ın indirdiğinden ve Resulüliah'ın getir­ diğinden başka bir şeyle hükmederse zorbalıkla hük­ metmiş ve zorbalığa boyun eğmiş olur. Tağut, kulluk etmesi, tabi olması ve itaat etme­ si gere.ktiği halde Allah'ın sınırlarını aşan her kuldur. Tağut, Allah ve Resulünden başkasıyla hüküm ve­ ren, Allah'tan başkasına kulluk yapan, bilmeksizin Al­ lah'dan başkasına tabii olan veya Allah'ın emri oldu­ ğunu bilmedikleri şeylere itaat edenlerdir. Kim Allah'a iman ederse onun başka bir şeye iman etmesi, O'nun hükmünden başka bir şeyi kabul etmesi mümkün değildir. 3. Allah, mümin erkek ve mümin kadınlar için kendilerine Allah'ın ve Resulünün seçtiğinden başka bir şeyi seçme hakkı vermemiştir. «A lla h ve Resulü bir işte hüküm verince ne mü- 47 ınîn bir erkek ne de mümin bir kadın için artık o işte , başka bir seçenek yoktur.» (Ahzab, 36] 4. Allahu Teâlâ hükmün indirdiği nizama uygun olmasını emretmiştir. Kendi indirdiği i!e hükmetmeyenleri ise kafir, zaiim ve fasık olarak nitelemiştir. «Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.» (Maide, 44) «Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.» (Maide, 45) «Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir.» (Maide, 47] Tefsir ve fıkıh alimlerine göre, müslümanlardan, Allah’ın indirdiğinden başka bir nizam icad eden ve Allah'ın indirdiğinin tamamıyla veya bir kısmıyla tevil etmeksizin inandığı halde idare etmeyi terkeden kişi için Allah'ın buyurduğu bu hallerin tamamı gerçek olur. Bir kimse beşeri sistemlerden birisini daha üs­ tün görerek, hırsıza, iftira atana, ve zina edene had uygulamaktan vazgeçerse katiyyetle kâfir olur. Fakat inkâr etmez ve kasıtlı davranmaz da baş­ ka bir sebepten dolayı bunlarla hükmetmezse ve şa­ yet bu şekilde hükmettiği takdirde bir hakkı zayi et­ miş olursa yahut adaleti ve eşitliği terkediyorsa o zalimdir. Diğer hallerde ise fasıktır. 5. Allahu Teâlâ, aralarındaki ihtilaflarda, gönülle­ rinde bir sıkıntı veya bir darlık hissetmeksizin tam bir İtaat ve boyun eğmeyle Resulü hakem kılmadıkça imanın mümkün olmayacağını bildirdi. «Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem kılıp kalplerinde bir sı­ kıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle hükmüne bo­ yun eğmedikçe iman etmiş sayılmazlar.» (Nisa, 65) 48 6. İslâm Nizamı’na aykırı olan herşey nerede olursa olsun, hakim güç onu emretse veya serbest bıraksa bile müslümanlara haramdır. Çünkü hakim gü­ cün kanun koymadaki yetkisi, kanunlarının İslâm Nizamı'nm naslarına, genel esaslarına ve kanun koyma ruhuna uygun olması gibi şartlarla sınırlıdır. Hakim gücün kendisini bu sınırların dışına çıkma hakkına sahip hissetmesi bu haramların helalilliğini gerektirmez. Hiç bir mü’minin buna uyması ve uygulaması caiz değildir. «E y iman edenler, Allah'a itaat edin, O ’nun elçi­ sine ve sizden olan ulül emre itaat edin. Bir şeyde ih­ tilafa düştüğünüzde onu Allah'a ve Resulü'ne götü­ rün .» (Nisa, 59) «İhtilaf ettiğiniz şeylerin hükmü Allah'a aittir.» (Şura. 10) Aynı zamanda sünnet de bu itaatin sınırlarını açıklamıştır. Resulullah (s.a.v.), şöyle buyurmuştur: «Yaratana isyanda yaratılmışa itaat yoktur.» ve, «İtaat ancak iyi olan şeylerdedir.» İdareciler hak­ kında ise şöyle buyurmuştur: «Sizden birisi size kötülüğü emrederse onu ne duyun ne de itaat edin.» Resulullah'ın ashabı, fakih imamlar ve müctehidler (hukuk otoriteleri) ulül emre itaatin ancak, Al­ lah’a itaat sınırları içinde vacib olduğunda ittifak et­ m işlerdir. Yaradana isyanda hiçbir yaratılmışa itaat olmadığı hususunda aralarında ihtilaf yoktur. Haram olduğunda ittifak edilen zina ve içki had­ lerinin kaldırılmasının mübahlığını, Allah'ın Nizamı'nı kaldırmayı, onun yerine Allah'ın indirmediği bir hük­ mü koymayı helal saymak küfür ve dinden dönmedir. 49 Müslüman idareci dinden çıktığı takdirde tüm müslümanların onu uyarmaları ve İdareden azletme­ leri vacibdir. 7. İslâm Nizamı’nm hükümleri parçalanmaz, bö­ lünme kabul etmez. İslâm'ın hükümlerinden bazıları­ nın uygulanıp bazılarının ihmal edilmesine razı olmak hiçbir mümin için caiz değildir. Bu mesele ve delil­ lerini daha önce anlatmıştık. Bunlar, İslâm'ın gerçeklerinden bir kısmıdır. Bun­ ları. Kur’ân'm ve sünnetin delilleriyle size anlattım. Bunlar İslâm'ı bilen ve ona inanan müslümanların ger­ çekleridir. Bunlar her müslümanın bilmesi ve amel et­ mesi gereken şeylerdir. Esasında onların inançlarını ve temel psensiplerini korumak için konulması gereken beşeri sistemler İslâm Nizamı'na aykırı olarak gelmiş, onunla savaş­ mış, ona inkarcı bir şekilde düşmanlık etmiş ve on­ ları İslâm'ın şiddetle sakındırdığı bir takım rezilliklere mecbur tutmuştur. Buna göre şöyle diyebiliriz: Beşeri sistemlerin İslâm ülkelerine nakledilmeleri onları görevlerinin sı­ nırlarından çıkarmış, onları krizlere sürüklemiş, genel gerçek prensiplere kötülük etmiş, onları fitnenin ya­ yılması için güçlü bir alet, anarşinin ve huzursuzlu­ ğun yayılması için başarılı bir araç yapmıştır. 50 İ K İ N C İ B Ö L Ü M M Ü S LÜ M A N LA R IN İSLÂM NİZAMIYLA İLGİLİ BİLGİLERİNİN MAHİYETİ Müslümanların İslâm Nizamı hakkındaki bilgileri yaşam durumları ve kültürlerine göre çeşit çeşittir. Müslümanları, İslâm Nizamı hakkındaki bilgileri­ ne göre üç kısma ayırmak mümkündür. Birincisi; kül­ türsüz tabakalar, İkincisi; Avrupa kültürüyle yetişen tabakalar, üçüncüsü; İslâm kültürüyle yetişen taba­ kalardır. Aşağıda bu tabakalardan bahsedeceğiz. 1. Kültürsüz Tabakalar : Bunlar, cahiller ve basit kültürlü insanlardır. Kar­ şılaştıkları şeyleri müstakil olarak anlayamaz, kendi başlarına, bunlar hakkında doğru hüküm veremezler. Bunlar ibadetlerle ilgili yüzeysel bilgileri hariç Islâm Nizamı hakkında tamamen bilgisizdirler. Bunların birçoğu babalarını, yakınlarını ve şeyh­ lerini takliden tüm İbadetlerini eda ederler. İçlerinde, ibadetlerini eda etmede kendi şahsi çalışmalarına ve bilgilerine dayananlar pek nadirdir. Müslümanların yüzde seksenininden aşağı düş­ meyen büyük bir çoğunluğu bu guruba girerler. Bun­ lar ister Avrupai olsun, ister İslâmî olsun bütün kül- 51 türel yönlendirmelerden çabucak etkilenirler. Fakat bu tabaka, kendilerini yönlendiren kültürlerin İslâm'a ulaştıracağını anlarlarsa, bu kültüre derhal razı olur­ lar. Çünkü onlar, bu meseleleri anlamaya başkaların­ dan daha çok müsaittirler. Fakat bu kültürel yönlen­ dirmelerin kendilerini İslâm'a ileteceğini bilmezlerse Avrupa kültürünün yönlendirmelerine boyun eğerler. İslâm alimlerinin bu guruba hayattaki her şeyin İslâm'la ilgili olduğunu anlatabildikleri takdirde tam bir hakimiyyet kurmaları ve orrlan doğru yola sevketmeieri mümkündür. Dünya işleri onların hayatlarını işgal etmediği sü­ rece, imanları asla tükenmez ve saf inanç prensibi üzerinde devam ederler. Fakat İslâm alimleri bir çok bölgelerde büyük bir yekune sahip olan bu tabakayı ihmal ederler. Onları tamamen cehalet içinde bırakır­ lar. Böylece İslâm'dan uzaklaşırlar. Alim ler bu taba­ kayı apaçık bir kötülük ve sapıklık içinde yaşıyor zan­ nediyorlar. Halbuki onları sapıtan şey yalnızca İs­ lâm'ın sorumluluğunu üstlenenlerin susmaları ve ona en güzel şekilde davet etmesi gerekenlerin pasif kal­ malarıdır. 2. Avrupa Kültürüyle Yetişen Tabakalar : Bu tabaka, İslâm ülkelerindeki kültürlülerin bü­ yük bir çoğunluğunu oluştururlar. Bunların bir kısmı orta derecede kültürlüdür. Büyük bir kısmıda hakim­ ler, avukatlar, doktorlar, mühendisler, edebiyatçılar, öğretim elemanları, idareciler ve siyasetçiler gibi yüksek kültürlülerdir. 52 Bunlar Avrupa kültürüyle yetişmişlerdir. Islâm hakkında sıradan bir müslümanın bildiği basit şeyler­ den fazla bir şey bilmezler. Bir çoğu, Yunan ve Roma ibadet usûllerini, Avrupa kanun ve nizamlarını, İs­ lâm'ı ve İslâm Nizamı’nı bildiklerinden daha çok bi­ lirler. Bu tabakadan her yerde bulunabilen bazı kişiler vardır ki bunlar İslâm'ın teferruatla ilgili konularını, parmaklarıyla kazır gibi zorlanarak öğrenmeye çalışır­ lar. Fakat bunların çalışmaları sınırlıdır. Çoğu kez bu çalışmalar yüzeysel kalır. Bunların ancak pek azı İs­ lâm Nizam ı’nın ruhunu anlar, İslâm'ın üzerine tesis edildiği esas yorumlamaları kavrarlar. Bunlar Avrupa kültürüyle yetişmiş tabakalardır. Islâm ve İslâm Nizamı hakkında son derece bilgisiz­ dirler. İşte bunlar İslâm ümmetine hakim olup, onları yeryüzünün kâh doğusuna kâh batısına sürenlerdir. Yine onlar devlet toplulukları arasında İslâm'ı ve İs­ lâm ümmetini temsil edenlerdir. İnsaflica bakarsak, bunların bir çoğunun İslâm Nizamı'nı bilmemelerine rağmen dindar olduklarını gö­ rürüz. Bunlar derin bir imanla inanıyorlar ve bilgileri nisbetinde ibadetlerini yerine getiriyorlar. Üstelik on­ lar bilmediklerini öğrenebilmek İçin güzel bir kabiliye­ te sahiptirler. Fakat onlar bilmediklerini öğrenebil­ mek için İslâm Nizamı'yla ilgili kitaplara dönmeye güç yetiremiyorlar. İslâm Nizamı'yla ilgili kitapları uzun süre meşgul olanların dışındakilere pek kolay gelmediği için bu kitapları okumakla meşgul olamı­ yorlar. Çünkü bu kitaplar bin yıldır takip edilen usule göre tertiplenmiş olup, kolayca faydalanılması müm­ kün olacak bir şekilde tasnif edilmemiştir. Problem­ lerden bizzat haberdar olmak isteyen bir kimsenin ora­ daki çözümleri içinde bulunduğu hayata uygulaması S3 pek kolay değildir. Bilakis istediği meseleyi öğrene­ bilmesi için kitabı bölüm bölüm karıştırması gerek­ mektedir. Bazan araştırmacı, aradığı meseleyi bul­ maktan ümidini keser sonra Allah onu muvaffak kılar ve hiç ummadığı yerde o meselenin çözümüyle karşı­ laşır. Bazan da araştırmacı İslâm Nizamı'yla <İ9<I> ki­ tapları okur fakat şer’i ıstılahları ve fıkhî mezheblerin temelini teşkil eden esas prensipleri bilmediği için gerçek manaya ulaşamaz. Ben öylelerini biliyo­ rum ki, bunlar İslâm Nizamı'nı Öğrenmek için ciddi gayretler sarfetmelerine rağmen onu anlamaktan aciz kaldılar ve zihinleri yoruldu. Metinler, şerhler ve ha­ şiyeler arasında azimleri zayoldu.. Eğer bunlar İslâm Nizamıyla İlgili kitapları yeni usule göre yazılmış olarak bulsalardı İslâm Nizamı’nı öğrenmeye, ondan faydalanmaya ve başkalarını da faydalandırmaya fır­ sat bulabileceklerdi. Avrupa kültürüyle yetişen bu tabakanın İslâm hakkında çok garip hatta gülünç birtakım iddiaları vardır. Ohiardan bir kısmı İslâm'ın hükümle ve devletle ilgisinin olmadığını iddia ederler. Diğer bir kısmı da İslâm'ı hem din, hem de dev^ let olarak görürler. Fakat, onlar İslâm Nizamı'nm son asırdaki dünyevi problemleri halletmek için yetersiz kaldığını, iddia ederler. Bazıları da İslâm’ın yeni asrın ihtiyaçlarına da ce­ vap vereceğini kabul ederler, fakat İslâm’ın hükümle­ rinden bir kısmının belirli bir zaman için olduğunu, şimdi uyguianamıyacağını iddia ederler. Bazıları da Islâm Nizamı'nm asrımızı İslah edece­ ğini, onun hükümlerinin sürekli geçerli olduğunu ka- 54 bul ederler fakat yabancı devletlerin öfkesinden kork­ tukları için bunları uygulamaya güç yetiremezler. Bazıları da İslâm fıkhının büyük bir bölümünün, fakihlerin [İslâm hukuk bilginlerinin) Kur’ân ve sün­ nete dayalı kendi şahsi görüşleri olduğunu iddia eder­ ler, İşte bütün bunlar en yaygın iddialardır. Fakat hiç birisinin ehemmiyeti yoktur. Çünkü bunlar, İslâm Ni­ zamı hakkında hiçbirşey bilmeyenlerin iddialarıdır. Öyle bir bilgisizlik ki bununla hiçbir hükme varılmaz. Varılsa bile gerçekle alâkası olmaz ve delilden yok­ sun bir iddia olarak kalır. Gerçekte ise bu iddiaların başlıca iki sebebi var­ dır: birincisi, İslâm Nizamı hakkında bilgisizlik, İkin­ cisi; Avrupa kültürünün tesirinde olmaları ve beşeri sistemleri İslâm nizamına uygulamaya çalışmalarıdır, iddiaları ileri sürenlerin içine düştükleri bu çelişki, bu iddiaların yanlışlığını göstermez mi? Birinin iddi­ ası ötekini yalanlıyor, birinin yaptığını öteki yıkıyor... Şimdi biz birini ardından bu iddiaları ele alacağız ve A llah ’ın yardımıyla yanlışlıklarını ispatlayacağız. Birincisi: İslâm’ın Hakimiyyetle İlgisinin Olmadığı İddiası ı Avrupa kültürüyle yetişenlerin bazıları İslâm'ın yalnızca bir din olduğunu iddia ederler. Din ise insan­ la Rabbi arasındaki bir ilişkidir. Onun, hükümle veya devletle alâkası yoktur. Onlara; «Eğer doğruysanız, bu iddianızı Kur'ân ve sünnetle isbat edin.» denildiğinde şaşırır ve cevap vermekten aciz kalırlar. Aynı şekilde onların Avrupâi kültürün verdiği bilgiler ve kiliseyle devletin ayrıl­ ması prensibi üzerine kurulan Avrupa toplumu dışın- 55 da bu iddiâlarını dayandırabilecekleri hiçbir dayanak­ ları da yoktur. Onlar, bu öğrendikleri şeylerden son derece etki­ leniyorlar ve bu bilgilerin her ülkede uygulanabilece­ ğini, her sistemi şekillendirebiieceğini zannediyorlar-. Şayet biraz akıl erdirebilseierdi, Avrupa kültürü­ nün oluşturduğu beşeri sistemlerin bu meseleleri çözümleyemiyeceğini, yeri doldurulamaz tek çözümün İslâm Nizarhı olduğunu anlarlardı. Şayet bu Nizam'da dinle devletin arası ayrılsay­ dı dedikleri doğru olabilirdi. Fakat bu Nizam dinle devletin arasını birleştirip, ibadetle idareyi kaynaştı­ rarak, devletle mescidi bir araya getirdiğine göre iddi­ aları batıl, iftira ve uydurmadır. Bundan birkaç sene önce Mısır’da hukuk öğreni­ mini bitirmiş bazı gençlerle bir toplantı düzenlemiş­ tik. Söz İslâm'a ve İslâm Nizamına geldiğinde İslâm’ın hükümle ve devletle ilgisi olmadığına inandıklarını gördüm. Derhal bu görüşlerinin hatalı yönlerini açık­ lamaya başladım. Birer kanun adamı oldukları halde hiçbir delile dayanmaksızın, İslâm'ın dinle devleti bir­ leştirmediğini iddia etmelerini ayıpladım. Bunun üze­ rinde içlerinden birisi sözümü kesti ve, — Öyleyse bize İslâm’ın dinle devletin arasını birleştirdiğine dair Kur’ân’dan, yalnızca Kur’ân'dan de­ liller gösteriniz dedi. Ne demek istediğini anladım ve dedim ki; — Sünetten bir delile razı değil misin? — Hayır dedi, İslâm’ın anayasası Kur’ân’dır. Arkadaşlarına baktım, onlar da aynı kanaattelerdi. Gençlerin bu haline şaştım. Kur’ân’a kesinlikle iman etmelerine rağmen, Kur’ân hakkında insanların en bilgisizi olarak kalmışlar. Kur’ân hakkında bilgi­ sizlikleri sebebiyle, Kur’ân'ın en açık hükümlerinden 56 ikisini inkar eden bu zavallı müslümanların haline üzüldüm. Bu hükümlerden birincisi; İslâm'ın dînle devletin arasını birleştirmesi, İkincisi ise; sahih sün­ netin aynen Kur an gibi her müslüman kadın ve er­ keğe delil olduğu idi. Bu müslüman gençler, Kur'ân'a inanıyorlar fakat, Kur’ân’ın; katilin, isyancının, hırsızın, zina edenin ve iftiracının cezalandırılmasına dair hükümler ihtiva et­ tiğini bilmiyorlar. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: — «Ey iman eden­ ler, adam öldürme olaylarında kısas uygulamanız size farz kılındı.» (Bakara, 178) «B ir mümin diğer bir mümini öldüreme?. Ancak hatayla öldürebilir. Kim bir mümini hataen öldürürse onun bir mümin köle azad etmesi ve öldürdüğü kişi­ nin ailesine belirli bir miktar diyet vermesi gerekli­ d ir.» (Nisa, 92) «A llah ve Resulüyle savaşıp yeryüzünde boz­ gunculuk yapanların cezası, öldürülmeleri, idam edil­ meleri, ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya sürgüne yollanmalarıdır.» (Maide, 33) «H ırs ız erkeğin ve hırsız kadının ellerini kesiniz.» (Maide, 38) «Zina eden kadının ve zina eden erkeğin her bi­ rine yüzer değnek vurunuz.» (Nur, 2) «İffetli kadınlara iftira atıp iddialarını dört şahit­ le ispatlayamayanlara seksen deynek vurunuz.» (Nur, 4) Burada suçların büyük bir kısmının haram kılan ve onlara belirli cezalar takdir eden kesin naslar var­ dır. Bunlar ya dinden dönmenin cezası gibi kesin, ve­ ya tazir, sövme ve emanete hiyanet etmenin cezası gibi belli belirsizdir. 57 İşte bunlar Kur an'ın haram kıldığt suçlar ve kar­ şılığında koyduğu cezalardır. Bunlar hükümle ilgili me­ selelerdir. Onların zannettiği gibi dinle ilgili mesele­ ler değildir. Şayet İslâm dinle devletin arasını kaynaştırmasaydı, bu emirler gelmez ve bu emirlerin uy­ gulanması şart koşulmazdı. Halbuki İslâm bu hüküm­ lerin uygulanması ve gerektiğinde cezaların verilebil­ mesi için müslümanlarm devlet ve hükümete sahip olmalarını şart koşmuştur. Kur'ân. idarenin müşavere (karşılıklı görüş alış­ verişi) usulüyle yapılmasını emretmiştir. «Onların aralarındaki işleri şûrayladır.» (Şûrâ, 38) «Onlarla, işlerin hususunda müşavere et.» (Ali İmran, 109) Şûrâ, İslâmî hükümetin ve İslâmî idarenin kurul­ masını gerekli kılmaktadır. Şayet İslâm dinle devletin arasını birleştirmeseydi, bir hükümet oluşturmak ve şeklini belirlemekle uğraşmazdı. «Allahu Teâlâ size emanetleri ehline vermenizi y e hükmettiğinizde insanlar arasında adaletle hükmet­ menizi emrediyor.» (Nisa, 58) ■Onların arasında Allah’ın indirdikleriyle hük­ met.» (Maide, 39) «Allah’ın indirdiğiyle hükmetme^ yenler, kâfirlerin ta kendileridir.» (Maide, 44) İnsanlara hükmetmek devlete ait en mühim bir özelliktir. Kur’ân ise hükümle dini kaynaştırmıştır. Kur’ân Allahu Teâlâ’nm şu sözüyle, iyiliği emre­ dip, kötülükten sakmdırmayı vacip kılmıştır. «Sizin içinizde iyiliği emreden ve kötülükten sa­ kındıran bir topluluk bulunsun.» (Ali İmrân, 4) iyilik, Islâm'ın emrettiği şeylerin tamamıdır. Kö'tülük ise onun haram kıldıklarının tamamıdır. 53 Müslümanların fert ve toplum hayatında İslâm’ın emrettiklerini gerçekleştirmeleri, İslâm’ın haram kıl­ dıklarını yasaklamaları vacib olduğuna göre idarenin İslâmî olması da vacibdir. Çünkü Kur'ân'ın nasları ge­ çersiz bırakıldığında, bunları yapmak imkânsızdır, iş­ te İslâm dinle devletin arasını bu şekilde birleştir­ miştir. Kur’ân dinle dünyanın arasını bir çok naslarla birleştirmiştir. Araştırmacı, din işlerinin, ahlâkın ve dünya işlerinin bir âyette toplandığını biribirine kaynaştırıldığını görür. Buna misal Allahu Teâlâ'nın şu sözüdür: «D e kj, geliniz Rabbinizin size haram kıldığı şey-> leri söyleyeyim. O ’na hiç bir kimseyi ortak koşmayın, ana ve babaya güzel muamele edin, çocuklarınızı ge­ çim endişesiyle öldürmeyin. Sizi ve oniarı rızıklandıracak olan bizleriz. Gizli ve kötü günahlara yaklaşma­ yın, hak yol dışında Allah’ın size haram kıldığı bir kim­ seyi öldürmeyin. Allah işte böylece size tavsiyelerde bulunuyor. Umulur ki akıl erdirebilirsiniz.» [En'âm, 151] İşte bu tek nas’da, Allah’a şirk koşmak, anaya ba­ baya isyan etmek, adam öldürmek ve gizli açık kötü­ lük işlemek haram kılınmıştır. Din ve dünya bundan daha üstün bir şekilde kaynaştırılamaz. Kur’ân: devletin, din ve dünya İşlerinin Kur’ân’daki esas üzere düzenlenmesini emretmiştir. Şu âyette olduğu gibi; «O n la r öyle kimselerdir ki, onları yeryüzüne yer­ leştirdiğimizde namazlarını dosdoğru kılar, zekâtları­ nı verir, iyiliği emreder ve kötülüklerden sakındırır­ la r.» [Hac, 41) İşte bu nâs, örnek devletin, vatandaşlarına namaz kılmayı ve zekât vermeyi emredeceğini, Allah’ın yap­ 59 masını emrettiği şeyi yapıp, yasakladığı şeyi yasaklıyacağını göstermektedir. Bu nâs, devletin dinî ve İs­ lâmî olmasının, idari ve siyasi işlerinde Islâm’ı esas kabul etmesinin gerekliliğine işaret etmektedir. Kur’ân'ı Kerim’de, iç kargaşalara, devletler arası çatışmalara, barış ve savaşa, anlaşmalara, ilişkilere ve kişisel hallere dair o kadar çok nas vardır ki bu kitabımız onları anlatmaya dar gelmektedir. Kur'ân’ı Kerim zenginlerin malından fakirler için, devlet hâzi­ nesinden yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar için özel bir hak ayırmıştır. İslâm ne dünya işlerinden ne de ibadet ve inanç­ la ilgili işlerden hükmü verilmemiş hiçbir şey bırak­ mamıştır. Dünya işlerini din ve ahlâkla ilgili prensip­ ler üzerine oturtmuş, din ve ahlâkı devletin işlerini düzene koymak, idarecilerin ve toplumun ilişkilerini düzenlemek için aracı yapmıştır. Din ve devletin bun­ dan daha ileri derecede kaynaştırılması düşünülemez. Öyleki İslâm’da, devlet dinin tıpkısı, din de devletin tıpkısı olmuştur. Yine Kur'ân’a iman eden bu müslüman gençler Kur’ân’ın, Hz. Peygamberin sözlerini ve fiillerini ka­ nun kasdıyla söylendiği takdirde müslümanlar için bağlayıcı kanunlar kıldığını, sünnete itaat etmeyi ve gereğince amel etmeyi emrettiğini bilmiyorlar. Kur’ân’daki bu nas gelmeseydi bile bir şey değişmezdi; Çünkü Allah'ın Resulü asla kendi hevâsına göre ko­ nuşmaz, kendisine -Rabbinden indirilenden başka bir şey söylemezdi. «O , asla kendi hevasına göre konuşmaz. Onun sözleri hep kendisine indirilmiş vahiydir.» (Necm , 3-4> Resulullah’a itaat edip onun emrine uymakla il­ gili olarak gelen âyetler de oldukça çokdur. 60 «E y iman edenler, Allah'a itaat edin ve Resulüne da itaat e d in ...» (Nisa, 80) «(E y peygamber) de ki; eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.» (Ali İmran, 31) «Aiiah Resulü size neyi getirmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının.» «H ayır vallahi, aralarında ihtilafa düştükleri şey­ lerde senin hakimliğine başvurup verdiğin hükme iç­ lerinde bir sıkıntı duymaksızın tam olarak teslim ol­ madıkça iman etmiş olmazlar.» (Nisa, 65) «A lla h Resulünde sizin için, Allah'a kavuşmayı umanlar için ve ahirete inananlar için güzel bir ö^ nek vardır.» (Ahzab, 31) İkincisi: İslâm Nizamı’nın Modern Çağda Uygulanamıyacağı İddiası s Avrupa kültürüyle yetişmiş bazı aydınlarda Islâm N izam ı’nm modern çağda uygulanamıyacağını iddia ederler. Fakat onlar bu iddialarına açık deliller bulamaz­ lar. Eğer onlar İslâm’ın bir prensibinin veya birtakım prensiplerinin modern çağla uyuşmadığını söyleseler ve uyuşmamasının sebebini belirtselerdi bu iddiaları­ nın bir değeri olurdu. Sözlerini mantıklı yönden sa­ vunmaları ve ona cevap verilmesi mümkün olurdu. Fakat onlar İslâm Nizamı'nm tamamının modern çağ­ la uyuşmadığını söylüyorlar. Üstelik bu iddialarını doğrulayan bir tek delil gösteremiyorlar. Akıl ve fikir sahipleri için bu, gerçekten garip bir şeydir. Onların İslâm Nizamı hakkında insanların en bil­ gisizleri olduklarını bilirsek, onlar hakkında, «Bu iddia­ ları, bilgisizlik ve iftiraya dayalıdır» diyebiliriz. 61 Fslâm, problemleri halledebilme gücünü temel prensiplerinden almaktadır. İslâm'da, onun bu gücü­ nün olmadığını söyletecek tek bir delil bile yoktur. İslâm Nizamı’nm üzerine kurulduğu prensiplerin en mühimlerinden bir miktarını topladığımızda bir ta­ kım müslümanların İslâm hakkındaki iddialarının ne kadar da bilgisizce ortaya atılmış olduğunu görürüz. İslâm Nizamı, insanlar arasında kayıtsız şartsız eşitlik prensibini koymuştur. «Ey insanlar sizi erkek ve dişi olarak yarattık, sonrada tanışasınız diye sizi milletler ve kabilelere böldük. Allah katında en değerliniz en müttakilerinizdir.» (Hucurat, 13). Resulullah (s.a.v.) ise şöyle buyurmuştur; «İnsan­ lar bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Arabın aceme üs­ tünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca takva iledir.» İslâm, cahillerin övünç kaynağı olan beşeri ka­ nunların 18. asrın sonlarına kadar bilemedikleri bu prensibi 13 asra yakın bir süre önce uygulamıştır. Henüz büyük Avrupa devletleri ve Amerika Birleşik Devletleri bile bu prensibi tam olarak uygulayamamaktadır. Islâm Nizamı indiği andan itibaren hürriyet pren­ sibini koydu ve bunu kahramanca korudu. Fikir hürri­ yetini, inanç hürriyetini ve söz hürriyetini sağladı. Bu konuda delil oldukça çoktur. Biz bunlardan pek azını zikredeceğiz: «D e ki, yerde ve gökte olanlara bakınız.» (Yunus, 101) ■Akıl sahiplerinden başkaları öğüt alm az.» (A li Imran, 7) «Din(e girmek husuaun)da zorlama yoktur.» (Ba« kara, 256) 62 «Sizden, hayra davet eden, iyiliği emreden ve kö­ tülükten alıkoyan bir topluluk olsun.» (Ali imran, 104) Hürriyet prensibinin bu üç noktası Fransız ihtila­ linden önce beşeri kanunlar tarafından bilinmemek­ teydi. Fakat cahiller İslâm’ı güzelliklerinden soyuyor­ lar ve bu güzelliklerin beşeri sistemlere ait olduğunu iddia ediyorlar. Islâm’ın yerleştirdiği prensiplerden birisi de, mutlak adalettir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur; «İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hük­ m edin.» (Nisa, 58) «B ir kavme olan kininiz sizi adaletsizlik yapma­ ya sevketmesin.» (Maide, 8) «E y iman edenler, kendinizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine bile olsa fakir de olsalar zen­ gin de olsalar Allah'ı şahid tutarak adaleti koruyun. Allah onların hepsinden daha üstündür. Nevanız, sizi adaletten alıkoymasın.» (Nisa, 135) Bu prensip de İslâm’ın indiği ilk günden beri uy­ guladığı ama beşeri kanunların henüz 18. asrın sonla­ rına doğru öğrendikleri bir prensiptir. İşte bunlar modem beşeri sistemlerin üzerine kurulduğu üç temel prensiptir. Islâm nizamı bu pren­ sipleri, beşeri kanunlardan İ3 asır önce öğrenmiştir. O halde nasıl olurda beşeri kanunlar çağa uygun ol­ dukları halde bu prensipleri ilk kez koyan Islâm ça­ ğa uygun olmaz. İslâm ilk indiği günde itibaren şürâ prensibini koymuştur. Kur'ân âyetlerinde de böyle buyrulmuştur. «O nların aralarındaki ilişkileri müşavere (karşı­ lıklı danışma) iledir.» ve «işlerinde onlarla müşavere, yap.» 63 Islâm bu prensibi koymak hususunda beşeri ka­ nunları 13 asır İleri geçmiştir. Yalnızca İngiliz kanu­ nu müstesnadır ki o da bu prensibi İslâm’dan 10 asır sonra bulabilmiştir. Beşeri sistemler müşavere prensibini daha ilk başta düzenli olarak koyamamışlardır. İşin sonuna geldiklerinde ise ancak İslâm'ın başladığı noktaya ulaşabilmişlerdir. İslâm Nizamı ilk geldiği andan itibaren idarecile­ rin gücünü sınırlamıştır. Onları, ümmetin vekilleri kıl­ mıştır. Yaptıkları hatalardan ve zulümden sorumlu tutmuştur. İslâm, hakimi de hakim olmayanı da ay­ nı derecede görm.üştür. Hakim yaptığı işlerde İslâm Nizamı'nın prensiplerine bağlıdır. Onun idare olunan halka karşı bir üstünlüğü yoktur, işte bütün bunlar eşitlik teorisinin gerçekten uygulanabilmesi içindir. Islâm çağdaş hükümetlerin üzerine kuruldukları ve beşeri kanunların 13 asırdan beri bilmedikleri bu prensipleri getirdi. O halde nasıl olur da Islâm modern çağla uyuşmaz denebilir?.. Islâm içkiyi haram, boşanmayı helâl kılmıştır. A liahu Teâiâ şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler şüphesiz, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işleridir. Onlardan sakı­ nınız.» (Maide, 90) «Kadınlar ancak iki kere boşanabilirler. Ondan sonra ya iyilikle tutulur veya güzellikle salıverilirler.» (Bakara, 229] Beşeri kanunlar bu asra kadar içkinin haram, bo­ şanmanın helâl olduğunu bilmiyorlardı. İçkiyi bazı ka­ nunlar katiyyetle yasaklıyor, bazıları da bir kısmını yasaklamakla yetiniyorlardı. Boşanmayı ise bazı ka­ nunlar sınırsız serbest bırakıyor, bazıları da sınırlıyor- 64 iardı. O halde bu kanunlar nasıl çağa uygun olur da İslâm çağa uygun olmaz? Toplumsal yardımlaşma ve toplumsal dayanışma teorisini ilk defa getiren de yine İslâm Nizamı'dır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur. «İyilik ve Allah’dan korkma hususunda yardımla­ şın, kötülük ve zulüm hususunda yardımlaşmayın.» (Maide, 2) «Arınm ak ve temizlemek için mallarından sadaka­ larını a l.» (Tevbe, 103) «Sadaka, fakirler, miskinler, devletin görevlen­ dirdiği kişiler, kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenleı', köleler, borçlular, Allah yolundakiler ve yolda kalmış­ lar için Allah tarafından farz kılınmıştır. Allah bilen­ dir, hikmet sahibidir.» (Tevbe, 60) «A lla h ’ın peygamberine (kâfir) memleketlerden alarak verdiği ganimet, Allah için, peygamberi için, akrabaları için, yetimler için, miskinler için ve yolda kalmışlar içindir. Tâ ki, böylece o mal sizden yalnız­ ca zenginleriniz arasında dolaşan bir mal olmasın di­ y e ...» (Haşr, 7) İslâm Nizamı bu iki teoriyi de 13 asırdan beri bil­ mekteydi. İslâm dünyası dışındakiler ise onu daha ye­ ni bu asırda öğrenmiş ve ancak çok sınırlı bir şekil­ de uygulayabilmişlerdir. İslâm Nizamı stokçuluğu, nüfuzu kötüye kullan­ mayı ve rüşveti yasaklamıştır. Resulullah (s.a.v.) şöy­ le buyurmuştur; «A n ca k günahkârlar stokçuluk yapar.» Allahu Teâlâ ise şöyle buyurmuştur: «M allarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin ve insanların mallarını bile bile günah yollarla yemek için rüşvet olarak hakimlere aktarmayın.» (Bakara, 188) işte bu prensip de beşeri kanunların ancak çok sonraları öğrendiği bir şeydir. İslâm, gizli ve açık tüm kötüiükleri haram kıl­ mış, günahı ve haksız yere isyanı yasaklamıştır. «CEy resulüm) de ki; Rabbim bana gizli ve açık tüm kötülükleri, günah ve haksız yere isyanı haram kıldı.» (A'raf, 33) İslâm Nizamı hayra davet etmek, iyiliği emret­ mek ve kötülüklerden sakındırmak prensibini koymuş­ tur. «İçinizde hayra davet eden, iyiliği emreden, ve kötülüklerden sakındıran bir gurup olsun.» (Ali İmran, 104) İslâm'ın üzerine kurulduğu bu prensipler insanlı­ ğın ihtiyaç duyduğu ve arzusuyla yaşadığı en üstün prensiplerdir. Nasıl olur da böyle bir nizam en üstün örnek prensiplerle bezendiği halde asra uymaz? Şayet bu asırda insanların bildiği ve övünç duy­ duğu, insani, sosyal ve kanuni prensipleri bir araya toplamış olsak bunların tek tek ve en güzel şekliyle İslâm Nizamı'nda var olduğunu görürüz. Onun ulaş­ tığı bu üstünlük olmasaydı bugün insanlık daha baş­ ka prensipler ve kanunlara bağlanmış olacaktı. Bütün bunlar göstermektedir ki, İslâm'ın modern çağa uygun olmadığını söyleyen iddialar, temeli, İs­ lâm hakkındaki bilgisizliğe dayanan iddialardır. Bun­ ların gerçek bir dayanakları yoktur. Belki bu iddia sahipleri tek özür olarak, eski be­ şeri kanunların modern çağda kabul edilmeyecek bir takım prensipler üzerine kurulduğunu ileri sürebilir­ ler. Sonra bu sözlerini genel bir kaide kabul ederek İslâm'a uygularlar. Fakat bu hükme, İslâm'la beşeri kanunlar arasındaki daha önce açıkladığımız farklı­ 66 lıkları bertrtip bunlar üzerinde iyice düşünmeden va­ rılamaz. Üçüncüsü: İslâm’ın Bazı Hükümlerinin Belirli bir Zaman İçin Olduğu İddiası: Avrupa kültürüyle yetişen bazı insanlar İslâm'ın modern çağı İslah edebileceğini fakat onun bazı hü­ kümlerinin ancak belirli bir zaman için geçerli olabi­ leceğini söylerler. Onlar bundan bazı suç hükümlerini ve beşeri kanunlarda benzeri olmayan recm ve el kesmek gibi bazı cezaları kasdediyorlar. Onlardan bu iddialarını delillendirmelerini istediğinde buna bir ce­ vap bulamazlar. Bunlar gerçekle ilgisi olmayan basit kuruntulardır. Bu cezaların aynılarını beşeri kanunlarda göre­ medikleri için bu iddiayla onlardan kurtulmaya çalı­ şıyorlar. Yarın kanunlar bu cezaları uygulamaya baş­ larsa şüpheleri kalkacak, o zaman bunlar daimi hü­ kümlerdir diyecekler!.. Bu müslümanlar Islâm’ı eğer tam manasıyla an­ lamış olsalardı bu tip sözleri söylemezlerdi. Çünkü İslâm'ın hükümleri süreklidir, zamana bağlı değildir. Peygamberin hayatında iken nesh edilmeyen herhan­ gi bir hüküm kıyamete kadar asla neshedilemez. Kur'ân'ı Kerim peygamberin vefatından önce dinin tam olgunluğuna ulaştığını, bundan sonra onun artırılamıyacağını ve neshedilemiyeceğini açıkça belirtmiş­ tir. «İşte bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.. Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.» (Maide, 3] Bu insanlar bilmiyorlar mı ki, İslâm'ın bir kısmı­ nı kaldırmak caiz olürsa diğer kısımlarını da kaldır­ 67 makta böylece caiz olur ve her İnsan kendi arzusu­ na göre hükmederse, İslâm tamamen ortadan kalkar... Dördüncüsü: Islâm'ın Bazı Hükümlerinin Uygulanmasının Mümkün Olmadığı İddiası : Bu görüşü savunanlar, öncekilerle çelişirler. Is­ lâm’ın hükümlerinin sürekli geçerli olduğunu ve uy­ gulanmasının vacip olduğunu kabul ediyorlar. Fakat, el kesmek ve recm gibi bazı şer'i cezaların bugün, İs­ lâm devletlerinin zayıf olması, ülke içindeki yabancı­ ların çok olup bu cezaların kendilerine uygulanması­ na razı olmamaları ve ancak kendi kanunlarının uy­ gulanmasına razı olmaları sebebiyle uygulanmasının imkânsız olduğunu iddia ediyorlar. İşte bu fikir sahipleri yabancı devletlerden çe­ kindikleri için İslâm Nizamı’nın uygulanamıyacağını söylüyorlar. Bu görüş Islâm'la uyuşmaz. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kimler ki A l­ lah'ın indirdiğiyle hükmetmezlerse işte onlar kâfirler­ dir.» (Maide, 44} Bu tip görüş sahipleri için şunu deriz: İslâm hu­ kuk alimlerinden bir çoğu hırsızlık yaptıklarında veya zina ettiklerinde bu cezaların onlara uygulanamıyacağı görüşündedirler. Bizim bu görüşü kabullenmemizi engelleyen herhangi bir engel yoktur. Bu tip cezaların neredeyse sembolik bir ceza de­ recesine düştüklerini de söyleyebiliriz. Çünkü, zinanın, şahitlerin şahadetiyle sabit oN ması son derece zordur. Peygamber ve raşit halife­ ler devrinde recm cezası uygulanan zina suçları şa­ hitlikle değil, itirafla sabit olmuştur. Tam zina bu iki 68 yoldan başka bir yolla asla sabit olmaz. Şahitlik hu­ susunda ise dört erkeğin tam münasebet anında gör­ meleri şart koşulmuştur. Bu şartların yerine gelmesi pek nadirdir. Öte taraftan, bugün imanı sebebiyle zi­ na suçunu itiraf edip bu itirafında ısrar eden bir kişi bulunamaz. Beşincisi: İslâm Fıkhının (Hukukunun) Fakihlerin (İslâm Hukuk Bilginlerinin) Şahsi Görüşleri Olduğu İddiası: Avrupa kültürüyle yetişen bazı kişiler, İslâm fık­ hının çoğu kez İslâm hukuk bilginlerinin icadı oldu­ ğuna inanırlar. Onlara bir insan, fıkıh alimlerinin ortaya koyduğuve beşeri kanun adamlarının ancak çok sonraları öğrendiği bir görüşü gösterirse, kanun adamlarının ancak ondokuz veya yirminci asırda öğrendikleri bu görüşü onların yedi ve sekizinci asırda keşfetmeleri­ ne hayret eder ve dehşete düşerler. Hatta onlardan bazıları bana defalarca, fıkhi mezhep imamlarının dü­ şünceleriyle insan düşüncesini 13 asır öne geçmele­ ri sebebiyle insanüstü bir dehaya sahip olduklarını söylemişlerdi. İslâm fıkhının, müslüman fakihlerin icadı olduğu­ nu zanneden kişinin de, onların, düşünceleriyle insan düşüncesini 13 asır ileri geçtiklerini zanneden kişinin de hata yaptığı şüphesizdir. Gerçek şudur ki Müslü­ man Hukuk Alimleri, geniş anlayışlarına ve derin dü­ şüncelerine rağmen, kendi yanlarında olan bir şeyi ortaya atmamışlardır. Onlar insanüstü de değillerdir, işin aslında onlar, önlerinde görüşleri ve prensipleri zengin olan bir nizam buldular, bu prensipleri açıkla-* dılar ve bu görüşleri yaydılar. 69 Herhangi bir fakihin ve müctehidin yapabilece­ ğinden fazla bir şe y yapmadılar. Teorileri uzanabile­ ceği alanlara kadar uzattılar. Prensipleri uygulanabi­ leceği kadar uyguladılar. Şayet burda bir îcad ve dü­ şüncede öne geçmek varsa o, insan düşüncesini geri­ de bırakan İslâm nizamının maharetidir. İnsanlığı ol­ gunluğa ve mutluluğa ulaştırmak, onları bu yüce Nizam'ın seviyesine eriştirmek isteyen dinin icadıdır. Müşavere teorisini, idarecilerin yetkisinin sınır­ lanması ve onları ümmetin vekili yapma teorisini, ida­ recinin yaptığı zulüm ve hatadan sorumlu olması teo­ risini, içki ve boşanma teorisini fakihler yaratmadı. Onlar yalnızca, bizim biraz evvel metinlerini sundu­ ğumuz bu nazariyeierin Kur an ve Sünnet'te olduğunu bildirdiler. Ticari ilişkilerde yazmayı ve medeni işlemler yapmayı şart koşan, veya sadece şahitlerin şahadeti­ nin kâfi olmasına izin veren fıkıh alimleri değil Kur’ân âyetleridir. « — Ey iman edenler, belirli bir vade için borç­ landığınızda borcunuzu yazın. A z olsun, çok olsun, onu yazmaktan usanmayın. Yalnız, şayet aranızda he­ men halledebileceğiniz bir ticaretse onu yazmamanız­ dan dolayı size bir günah yoktur.» (Bakara, 282) Aklen bozuk olan bir kişinin yapacağı akdin batıl olacağını, ve görevli bir kişinin akdin şartlarını yaza­ bileceğini fakihler çıkartmamıştır. Bütün bunları söy­ leyen Kur an'dır. «Eğer üzerinde hak bulunan kimse (borçlu) akıh sız veya bunamış olursa, yahut kendisi söyleyip yazdıramıyacaksa velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın. Onun hakkında Allah’tan korkun.» (Bakara, 282} Sınırlarını çizdikleri bu kanunları fıkıh alimleri icad etmediler. Onları biz zamanla değişen kanun 70 koyma örfüne göre de düzenlemiyoruz. Fakihler tüm bu te o rile ri Kur'ân'daki naslardan aldılar. «A llah hiçbir kişiye taşıyacağından fazlasını yük­ lem ez.» (Bakara, 286) «D in i sizin üzerinize bir güçlük olsun diye kılma­ dık.» ve «Haram olan şeyler size açıklandı. Fakat za­ ruret halleri bundan müstesna..» (En'am, 119] Zorlanm a ve zaruret halinin afvedilm esini fakih­ ler icad etm ediler. Bu teoriyi şeriat koydu. «Kalbindeki iman eksilmeksizin zorlanan kişi ha­ r iç ...» (Nem i, 106) «Zorda kalan kimseye, isyan etmedikçe ve sınırı aşmadıkça günah yoktur.» (Bakara, 173) R esulullah (s.a.v.)’da şöyle buyurmuştur: «Hata, sıkıntı ve zorluk halinde yaptıkları ümmetimden af­ fedildi.» Çocuğun, delinin ve uyuyanın cezalarının affe­ d ilm e s i görüşünü de fıkıhçılar getirmediler. Bu pey­ gam berim izin sözüne dayanmaktaydı. «Kalem (hesap) üç kişiden kaldırılmıştır. Çocuktan, ihtilam oluncaya (büluğ çağına erinceye) kadar, uyuyandan uyanıncaya kadar, deliden ayılıncaya kadar.» Ceza ve verilecek kişi hakkındaki teoriyi fıkıhç ıla r icad etm ediler. Bunu da Kuran getirdi: «Bir ki­ şinin günahını başkası yüklenemez.» (Patır, 18) Yine R eoulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «İnsan, başkasının veya kardeşinin günahından dolayı sorguya çekilmez; «Ebu Hamse ve oğlu hakkında da şöyle buyurdu: «O bir cjnayet işlemedi, ona herhangi bir ceza veriler m e z.» Kasden yapılan işle hataen yapılan işin hükmünü ayıran da fıkıh alim le ri değildir. Bu da Kur'ân'da: «H ata müstesna, hiçbir müminin diğer bir mümini öl­ dürmesi caiz değildir. Bir mümini hataen öldüren kişi 71 bir köle azad eder ve ölünün (Nisa, 92) ehline diyet öder.» «E y iman edenler, kasden adam öldürmelerde kısas uygulamanız size farz kılındı.» (Bakara, 178) sHataen yaptıklarınızda size bir günah yoktur. Fa­ kat kalben kasıtlı olarak yaptıklarınız böyle değildir.» (Ahzap, 5) Böylece, Kur'ân ve Sünnet’te dayanağı olmayan hiçbir umumi görüş veya prensip bulamayız. Fıkıh alimleri ise bu görüş ve prensipleri açıklamaktan bu görüş ve prensiplerin uygulama şartlarını göstermek­ ten, kendilerini İslâm hukukunun naslarıyla, genel prensipleriyle ve kanun koyma ruhuyla sınırlayarak bu görüş ve prensiplerin hükmü içindeki diğer hü­ kümleri açıklamaktan başka bir şey yapmadılar. Bununla birlikte fıkıbçılar teferruatla ilgili hüküm­ leri asıllarmdan çıkartmak için çok büyük gayretler sarfettiler. Hükümleri tatbik edilebilecek şekilde açıkladılar. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi bü­ tün hallerle ilgili ayrı ayrı teferruatlı hükümler gel­ memişti. İşte bu, İslâm fıkhı, fıkıhçıların icadıdır diyenle­ rin iddialarının gerçek hükmüdür. Görüldüğü gibi bu iddia sahipleri hata üzeredirler. Çünkü onlar, İslâm fıkhını, geçerli kanunlar ve yürürlükteki hükümler ol­ madan önce kanun adamları tarafından icad edilen kanunlarla kıyaslıyorlar. Eğer bu efendiler mezheblerle ilgili bir şeyler okusalar, bu fakihlerin İslâm Nizamı için Kur'ân ve sünnetten başka bir kaynağa itibar etmediklerini, sa­ habelerin metodunda olduğu gibi bunlardan başka yolları benimsemediklerini görürler. Üstelik mürsel rivayetleri (rivayet zinciri Hz. Peygambere ulaşmayan hadisleri) bile delil kabul etmedikleri görülür. Bunun­ 72 la birlikte her hüküm, her prensip ve her görüş İçin Kur'ân ve sünnetten apaçık bir nassı delil olarak gös* teriyorlar. Benim görüşümce artık bu efendilerin İs­ lâm fıkhı hakkındaki inançlarının yanlışlığını itiraf et­ meleri için bu yeterlidir. 3. İslâm Kültürüyle Yetişmiş Tabaka: Başka hiçbir kültürle değil bizzat İslâm kültürüy­ le yetişen bu tabaka, Avrupa kültürüyle yetişenlere oranla azınlıkta kalsa bile sayıca hiçte az değildir. Bu tabakanın İslâm ümmeti üzerinde, İslâmla bir­ likte olduklarının bilinmesi sebebiyle büyük tesirleri vardır. Fakat bunların idari organlarda hiçbir nüfuzları yoktur. Hatta neredeyse vaizlik, imamlık ve öğretmen­ likten başka hiçbir görev alamazlar. Bazan yargı or­ ganlarına getirilseler de, onlara kişisel durumları dı­ şında, kazâi konularda asla müsamaha gösterilmez. Avrupa sistemleri İslâm ülkelerine girmezden önce idare tamamıyla bu tabakanın elindeydi. Fakat onların girmesinden sonra, bu yeni sistemler onları çok dar bir çerçeveye hapsetti. İdaredeki nüfuzları yavaş yavaş azaldı ve nihayet ellerinde hiçbir şey kalmadı. Bu hal o kadar uzun sürdü ki, onu kabul edip boyun eğdikleri için değil, acziyyetlerinden ve sabır­ larından dolayı zamanla buna alıştılar. Bu tabakayı bizzat kendileri ve diğer müslümanlar İslâm'dan sorumlu kabul ederler. Çünkü bunlar İs­ lâm'ın hükümleri hakkında müslümanların en bilgilile­ ri ve her ne kadar olaylar bu taifenin çoğu kez aciz kaldığını ispatlasa da İslâm'a gelen tehlikeyi berta­ raf etmek için insanların en kuvvetlilerindendirler. Bunların acizliklerinin sebebi Avrupâi sistemlerin Islâm ülkelerine girmesi, iyice yerleşmesi ve kişisel 73 hallerle ibadetle ilgili durumlar hariç Islâm nizamını tamamen geçersiz kılmalarıdır. Öyle ki cahiller, uy­ gulanan kanunların bizzat İslâm olduğunu veya İslâm’­ ın yasaklamadığı kanunlar olduğunu zannettiler. A v ­ rupa kültürüyle yetişenler de İslâm’ın devlet olmayıp din olduğunu ve insanların idaresini başaramıyacağınızannettiler. Öyleki, İslâm alimlerinden başka İs­ lâm alimlerinden başka İslâm nizamını bilen kalmadı. Müslüman alimler İslâm’a yapılan sayısız saldı­ rıları engelleyemedikleri için veya acziyyetlerinin İs­ lâm’ı bu tabii sonuca götürdüğü için ayıplanamazlar. Belki onlar İslâm’a yapılan bu saldırıları engellemek için yeterli gayreti sarfetmedikleri için, gerekli me­ saiyi harcamadıkları için ayıplanabilirler. Fakat hiç şüphe yok ki onlar bu yolda tüm güçlerini vo vakit­ lerini sarfettiler. Fakat ortam bunlara müsaade etme­ di. Yine onlar hiç şüphesiz sömürgecileri kovmak için tüm güçlerini ve vakitlerini harcamaktan geri durmu­ yorlar. Zafer ve üstünlüğün İslâm'a geçmesini arzu­ luyorlar. Bugün İslâm ülkelerinde yüksek İslâm kültürüy­ le yetişmiş ve kaybettikleri İslâm’ı geri döndürebilmek için hırslı, büyük bir potansiyel vardır. Hiçbir kı­ nayanın kınaması onları bu gerçekten alıkoyamaz. Onların bazı hususlarda öncekilerden büyük ölçüde etkilenmelerinden başka hiçbir eksiklikleri yoktur. Bu, çabalarının büyük bir kısmını ibadetler ve vaazlar için harcamalarıdır. Şayet onlar çabalarının çoğunluğunu müslümanları, geçersiz bırakılmış kendi nizamları, yürürlükte olan İslâm'a aykırı hükümler ve İslâm’ın bunlar hakkmdaki hükümleri hususunda uyarsalardı bu hem kendileri için hem de İslâm için çok daha ha­ yırlı olurdu. Keşke kendileri için, cihadın meşekkatini ve uzun acılarını seçselerdi... 74 Müslümanları idare eden devletlerin çoğu de­ mokratik devletlerdir. Halkın çoğunluğunun belirli bir fikre boyun eğmesi, pek kısa bir zaman sonra bu fik­ rin uygulanma imkânı kazanması için yeterlidir. Bu yeni nesil İslâm davetinde, İslâm Nizamı'nın ve prensiplerinin uygulanması için bilgisiz tabakala­ rın eğitilmesi ve ikna edilmesi yolunu seçiyorlar. Fa­ kat Avrupa kültürüyle yetişen tabakayı ikna etme yo­ lunu tutmuyorlar. Halbuki bunlar genel hayatı yönlen­ direnler ve İslâm ülkelerinde idareyi ellerinde bulun­ duranlardır. İslâm alimlerinin yapması gereken ilk şey bu tabakayı ikna etmek ve İslâm'ın hükümleri hakkında bilmediklerini öğretmektir. Eğer bunlar İs­ lâm'ı gerçekten bilmiş olsalardı İslâm daveti için en hayırlı elçiler olurlardı. İslâm alimlerinin, İslâm'a aykırı Avrupai sistem­ lere İslâm’ın hükmü iyice nüfuz edip İslâm hükümle­ ri uygulanıncaya kadar, Avrupa kültürüyle yetişen bu tabakaları uyarmaları gerekir. Avrupa kültürüyle yetişen bu tabakalar Islâm gerçekleri hakkında bilgisiz kalmış müslümanlardır. Başka bir şey değillerdir. Fakat onlar İslâm hakkın­ da bilmedikleri şeyleri öğrenebilmek hususunda hoş bir kabiliyete sahiptirler. İslâm alimlerinin Avrupa kültürüyle yetişen bu tabakanın İslâm Nizamı'nı, İslâm'ın prensip ve görüş­ lerini öğrenmelerine, beşeri kanunlarla karşılaştırma­ sını yapmalarına imkân tanımaları gereklidir. İslâm alimleri bu amaca, çeşitli mezhep adamla­ rının birleştiği toplantılar yaparak ulaşabilirler. Her toplantıda bu mezheplerle ilgili mühim kitaplar tesbit edilir. Bunlar kullanılan dile çevrilir, düzenleme­ ler ve fihristler yapılır. İslâm Nizamı'nın maddeleri çeşitli mezheplerin yakınlaşmasıyla şahane bir us75 lûple takdim edilir. Alış>veriş hakkında bir kitap, kira hakkında ikinci bir kitap, şirketler hakkında üçüncü bir kitap ve iflas hakkında dördüncü bir kitap v.s: yazılır. İslâm alimlerinin hakimlere ve kanun adamlarına İslâm'ın, Islâm'a aykırı sistemler, bu sistemleri ko­ yanlar ve uygulayanlar hakkındaki hükmünü açıklama­ ları şarttır. Bunların hepsi, aslında dinlerine aykırı olarak yaşamayı istemeyen mûslümanlardır. Fakat ne çare ki, İslâm'ın hükümlerini bilmezler. İslâm alimlerinin onlara, hiçbir yeni sistemin ken­ dilerinin kontrolü dışında ve kendilerine damşılmaksızın İslâm'a aykırı bir şekilde çıkarılamıyacağını bil­ dirmeleri lâzımdır. Ey İslâm alimleri, bütün İslâm ülkelerinin yega­ ne eksiği, idarecilerin ve müslüman toplulukların İs­ lâm'ı bilmemeleridir. Bu durumun düzeltilmesinin tek çaresi onlara İslâm’ın öğretilmesidir. Hepsi bu yolla Islâm'a yaklaşırlar. Hiçbir müslüman dini hükümler­ den bilmediği bir şeyi öğrenmekten kaçınmaz. Ben bu sözlerimle onların kabiliyetlerinin noksan olduğunu söylemek istemiyorum. Bu sadece bir ger­ çeğin ifadesidir. Bende daha önce bu tip insanlardan birisiydim. Şeriatı öğrenmeden önce aynen onlar gibiydim. Islâm Nlzamı’nı bilmez ve ondan uzak kalırdım. Niha­ yet Allah benim için hayrı murad etti ve bilgisizliğin sahibini hangi noktaya götürdüğünü öğrendim. Ben kardeşlerimin ve arkadaşlarımın daha önce benim içinde olduğum bu durumda kalmalarından hoşlanmıyorum. Ve onları bağışlaması için sürekli A l­ lah’a yalvarıyorum. 76 Ben Islâm alimlerinin dikkatlerini yeni bir me­ toda çekerken, onların noksan olduğunu söylemek istemiyorum. Bu, Avrupa kültürüyle yetişenlerle be­ raber olmam ve onların görüşlerini bilmem sonucu elde ettiğim tecrübenin ve İslâm'ın emridir. Bütün bunlar beni, herkese İslâm'ın açıkça ve kahramanca anlatılmasının Islâm için en hayırlı şey olduğu inancına şevketti. Alimler benim bu görüşü­ mü kabul etmekte veya reddetmekte serbesttirler. Allah'dan bizi, İslâm'ın ve müslümanların hayrı­ na olan sonuca iletmesini temenni ederim. İÇİNDE BULUNDUĞUM UZ HALDEN KİMLER SORUMLUDUR? İçinde bulunduğumuz durumdan ve Islâm'ın son halinden bütün müslümanlar sorumludur. Fakat herbirînin sorumluluğu ötekisininkinden farklıdır. Bir kıs­ mının sorumluluğu az, bir kısmınınkiyse çoktur. Fa­ kat onların hepsi içinde bulundukları cehaletten, fısk, ve küfürden, ayrılıklardan, zayıflıktan, zilletten, fa­ kirlik ve sömürüye boyun eğmelerinden, sırtlarında­ ki emperyalist boyunduruklardan ve İşgal belaların­ dan sorumludurlar. Toplumun Sorumluluğu: Müslüman toplumlar İslâmiyetin içine düştüğü son durumdan sorumludurlar. İslâmiyet bu son duru­ ma yalnızca onların cehaleti yüzünden düşmüştür. Onlar, tamamen koptuklarının farkında olmadan adım adım uzaklaşarak İslâm’dan ayrıldılar. 77 Müslüman topluluklar, fişka, inkara ve dinden uzaklaşmaya yakınlık duydular. Öyleki bu hallerinin İslâm’a aykırı olmayacağını zannettiler. Yahutta fısk, inkar ve dinden uzaklaşmayla olan savaşın İslâm'ı il­ gilendirmediğini ve bütün bunlarla hiçbir alâkasının olmadığını zannettiler. İslâm, müslümanlara İslâm’ı öğrenmelerini, iyi­ ce kavramalarını ve başkalarına öğretmelerini vacip kılmıştır. «H er milletten kavimleri döndüğünde onları uyarmak için dinde derinleşen bir gurup oisaydı y a ...» (Tevbe, 127) Müslüman topluluklarda, her zaman onları uyar­ mak ve dini iyice kavramalarını sağlamak için bir gu­ rup tahsis edilmiştir. Fakat müslüman hükümetler bunlarla mücadele etmeyi, emperyalistleri razı et­ mek, tağutlara itaat etmek ve İslâm'ın düşmanlarına yaranmak uğrunda onlarla İslâm'ın gerektirdikleri arasıra perde çekmeyi kendilerine vazife bilmişlerdir. Müslüman topluluklar, onların bu tavrına ses çı­ karmadılar. Onların uyguladıkları şeylere razı oldular. Böylece onların İslâm'ı boğma ve İslâm’ı yaşayan ce­ maatları yıkma çabalarına ortak oldular. Müslüman topluluklar kuvvetlerini, izzetlerini ve üstünlüklerini kaybederek, vakitlerini çalan, kuvvet­ lerini tüketen, üstünlüklerini yıkan ve hürriyetlerini heder eden kuvvetlilerin, emperyalistlerin ve kendi­ lerine hükmedenlerin köleleri oldular. Müslümanlar bu duruma ancak dinlerini, kuvvet, izzet ve keramet dini olan İslâm'ı terketmekle düştü­ ler. Eğer dönerlerse kaybettikleri, kuvvet, mahrum oldukları izzet ve uzak düştükleri şeref kendilerine geri dönecektir. 78 Müslüman toplumlar kahredici bir gaflet içinde­ dirler. Onlar dinlerinden, dünyalarından ve kendile­ rinden habersizdirler. Gözleri bu hakikatlere açıldığı zaman Allah’dan uzaklaşmaları ve Allah’ın kitabından ayrılmaları sebe­ biyle dünya ve ahirette hüsrana uğradıklarını bile­ ceklerdir. Müslüman İdarecilerin Sorumlulukları : İslâm'dan ve İslâm'ın içine düştüğü durumlardan sorumlu olanların birisi de müslüman ülkelerin ida­ recileridir. Beşeri sistemler onların bu tavırlarını ört­ bas etse de İslâmiyet büyük ve küçük herş.eyi sor­ maktan onları affetmeyecektir. Hiçbir insan onların gerçeklerle karşılaşmalarını ve gözlerinin hakikatlere açılmasını engelleyemiyecektir. İdareciler hakimiyet ve yetki sahipleridir. İslâm’a aykırı bir takım sistemler devraldılar. İslâm'a aykırı olduğunu bilerek veya bilmeyerek bu sistemlerin göl­ gesinde yaşadılar ve güçlerini onlara dayandırdılar. Onların devraldıkları bu sistemler, İslâm'ı zayıf­ latan ve müslümanların kuvvetlerini azaltan temel müessirlerdir. İslâm’ın içine düştüğü zayıflık aynı za­ manda onların da zayıflığıdır. İslâm'ın kuvveti onların da kuvvetidir. Kuvvetli bir devlette tek bir fert olmaları, sö­ mürgeci devletlerin görevlilerinden, emirler veren; yasaklar koyan, hükümetler kuran, emriyle ülkeyi tit­ reten, amirlerin ve reislerin ayaklarını kaydıran kü­ çük bir görevlinin musallat olduğu köle bir devlette reisler, idareciler ve melikler olmalarından daha ha­ yırlıdır. Devletlerimiz parça parçadır. Hem müslümanlar hem de İslâm İçin hayırlı olan hepsinin kuvvetlerinin birleşmesidir. Hiç şüphesiz müslüman devletlerin ida­ recilerin birbirlerine boyun eğmeleri ve birbirlerini dostlar edinmeleri, emperyalistlere boyun eğmelerin­ den ve onları dostlar edinmelerinden daha hayırlıdır. Ey idareciler, siz herşeyden evvel müslümansınız. İslâm'ı herşeyin üstünde telakki edin, onun hü­ kümlerini nefislerinizde uygulayın. Temel prensib ka­ bul edin. İslâm'i esaslara uyulmasını sağlayın. Unutmayınız ki siz gelip geçicisiniz. Ölümden sonra ise yalnızca cennet ve ateş vardır. Orada size ne malınız, ne mülkünüz ne de aileniz fayda verir. Orada yalnızca işlediğiniz salih ameller ve Allah'ın emrince verdiğiniz hükümler fayda verir. Tarihin, İslâm’ın geri dönüşüne ve İslâm’i esas­ ların yürürlüğe girmesine yardımcı olduğunuzu kay­ detmesi, İslâm’ın hayattan kaldırılmasına, özel teşeb­ büsünüzle, makamınızla ve koyduğunuz engellerle İs­ lâm’ın ve müslümanların razı, olmadığı bir şekilde ma­ ni olduğunuzu kaydetmesinden daha hayırlıdır. İş sadece azminizin kuvvetlenmesiyle ve nefis­ lerinize hakim olmanızla kalmayacak, nefislerinize hakim olduğunuzda bir çok şeye de hakim olacaksı­ nız. Eğer menfaatlarınızın, güç ve saltanatınızın al­ datmacası önünde zayıf düşerseniz, sizinle birlikte bütün müslümanlar bölük pörçük olacaklar, zillet ve zayıflık içine düşecekler. Güçtüler size ve onlara mu­ sallat olacak. Emperyalistler sizi ve onları korkuta­ cak. Güçlü ve nüfuzlu devletler size ve onları oyun­ cak gibi kullanacaklar. Birlikte kuvvet olduğunu ve 80 gerçek başarıyı ancak kuvvetlilerin kazanacağını bilen bu devletler sizi ve müslümanları sömürecekler. Ey idareciler, makama ve kuvvete karşı hırslı ol­ mayın. Müslümanları zelil kılan, onların içindeki İslâm 'i ruhu zayıflatan, onları küçük ülkeler, fakir dev­ le tle r ve düşmanlarına karşı kendisini koruyamıyan e m irlik le r halinde parçalayan şey, işte bu hırstır. Sonuçta müslümanlar, nüfuslarının fazlalığına, ül­ kelerinin genişliğine, hammaddelerinin ve işgüçlerinin bolluğuna, efendilik ve izzet için tüm şartların ha­ zır olmasına rağmen, bütün bunlara rağmen müslü­ m anlar yeryüzünü en zayıfları, devletlerin en zelili ve en alçağı oldular. Menfaata, makama, şöhrete, ve saltanata olan hırsınızı yendiğiniz zaman müslümanların kuvvetli, b irlik ve tek yumruk olmaları için ülkelerinin kuvvet­ lerini b irle ştirm e le ri ve çe şitli şekilde birleşm eleri için hırsla çalışın. Ey idareciler, makamlarınız ve rütbeleriniz sizi A llah'ın sorgusundan kurtaramaz. Şüphesiz İslâm'ı ve m üslüm anları ne halde bıraktığınızı sizden soracak­ tır. Ülkenizde garip bırakılan ve ihmal edilen İslâm'­ dan, b irlik le rin i parçaladığınız, kuvvetlerini zayıflattığı­ nız ve yapmacık guruplara böldüğünüz müslümanlardan, zayıflayan kuvvetten, heder olan üstünlükten, kuv­ v e tli k iş ile ri zayıf düşüren tamahınızdan, tüm çalış­ maları boşa çıkarmanızdan ve her şeye rağmen ele geçm esine ramak kalmış üstün b ir saadeti zay etme­ nizden sorulacaksınız. Ey idareciler, e m irlik ve diktatörlüğe karşı aşırı hırslı olm ayın. Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyur­ m uştur; «S iz idareciliğe karşı aşırı istekli olacaksı­ nız. Fakat bunun sonucu kıyamet gününde pişmanlık F — 6 81 olscakt!!-. Emzîi'üenin h?Ji ne güzel, aütten kesilenin hali (rahmetsiz bırakılan) ne kötü!..» B iliniz ki, em irlik b ir emanettir. Onu alıp hakkını veren ve gereklerini yerine getiren kıyamet günü kur­ tu lur. Emanetleri ehline verin. Çünkü Allah onları siz­ den soracaktır. Kendisinden görev isteyen Ezu Z er’e (Allah c.ndan razı olsun) Resuiullah (s.a.v.)’in söylediği şu sö­ zü hatırlayın: « — Ey Ebu Zer, bu bir emanettir. Sen ire zayıf­ sın. Bunun crkasuıda, hakkıyla alıp gereklerini yerine getirenlerin dışmüaki'er için kıyamet günü pişmanlık ve perişanlık vardır.» Alimlerin Sorumlulukları; İslâm Elimleri, içinde bulunduğumuz durum un ve İslâm’ın içine düştüğü halin sorum lularıdırlar. İslâ m ’­ dan gafil olan ve İslâm ’ın dışına çıkan idarecilerden de onlar sorumludur. İslâm alim leri bu sorumluluğun asıl sa h ip le rid ir­ ler. Çünkü onlar sömürüyü d estekliyor veya susu­ yorlar. İslâm ülkelerindeki faaliyetle rin e bazan yar­ dım ediyor hazanda suskun kalıyorlar. M üslüm an to p ­ luluklar İslâm ’ın mühim hükümlerinden ve İslâ m ’ın isteklerinden habersiz bırakıyorlar. Böylece İslâm alim leri İslâm ’la m üslüm anların arasını ayırıyorlar. Müslüman tepium iara İslâ m ’ın sö­ mürü ve söm ürgecileri efendi edinmek hususundaki görüşünü, sömürüye yardımcı olanlar ve söm ürgeci­ leri dost edinenler hakkındaki görüşünü açıklam ıyor­ lar. Böylece müslüman toplum lar, em p eryalistlere ve em peryalistlere boyun eğen hüküm etlere ita at e ttile r. Bu büyük a lim lerin sükutuyla İslâm yok oluşuna ra­ 82 zı. hatta yaı-dımcı oldular. Çünkü onlar İslâm alim le­ rinin İslâm ’la uyuşan ve tüm yaratıkların Rabbinin ra­ zı olduklarından başkasına boyun eğmeyeceklerine inanıyorlardı. İslâm alim leri gözlerini yumdular, ağızlarını kapa­ dılar. parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar ve İslâm 'i ko­ nularda derin b ir uykuya daldılar, geçen asırlar onları uyandıramadı. Arkalarından müsiümanlar da uyudular. Çünkü onlar İslâm'ı em niyette zannediyorlardı. Şayet İslâm em niyette olmasaydı büyük alimler, uyumazlar­ dı! İslâm alim le ri, İslâm'a hücum eden İslâm ’a aykı» rı siste m lere karşı uzun zaman gafil kaldılar. İslâm ’ın p rensiplerine aykırı işle ri vs hükümleri durdurmak için gayret gösterm ediler. İslâm ’ın hükümlerine dön­ m eyi isteyerek b ir kez olsun bile biraraya gelmedi­ ler. İd arecile r zu lm e ttile r, haramları helal kıldılar, kanları akıttıla r, insani hedefleri çiğnediler, yeryüzü­ nü bozguna ve rd ile r ve A lla h ’ın sınırlarını aştılar. İs­ lâm a lim le ri ise bu zulüm lere karşı çıkmadılar, haram­ ları helal kılanlara kızmadılar. Sanki İslâm onlardan b ir şey istem iyorm uş, onlara b ir görev yüklemiyormuş, iy iliğ i em redip, kötülüğü nehyetm elerini vacib kılm ıyorm uş, hakim lere ve idarecilere İslâm ’ın hük­ m üne dönm eyi nasihat e tm e lerini gerekli kılmıyorm uşcasına... İslâm ü lke le ri işgal edildi. A lim le r buna karşı çik m adılar. K u r’an ve sünnetin işg a lcile rle savaşmak, iş gale isyan etm ek ve bu isyancılara yardımcı olm akla ilg ili h ükü m le rini açıklam adılar. İslâm a lim le rin in iş­ galci k a firle rle iliş k ile rin i kesm eleri lâzımdı. Fakat o n la r m ealesef İslâm düşm anlarıyla d ostlu k kurdular 83 ve İslâm'ın bazı güzelliklerini ihya edebilm ek için iş­ galci devletle re yakınlaştılar. Böylece İslâm Nizamı'na aykırı olan beşeri s is ­ te m le r İslâm aleminde uygulanmaya başlandı. Bu sistem lerin uygulanması İslâm 'ı geçersiz k ıl­ dı. Allah'ın haramlan helal, helalleri haram yapıldı. Fakat İslâm alim leri. İslâm'ın geçersiz kılınmasına en­ gel olmadılar. İslâm'ın kesesiden yiyip, giyip, yaşa­ dıkları halde İslâm'ın istikba lin i düşünm ediler. Kendi istikballerini ve İslâm'ın istikba lin i korumak için top­ lanıp b irbirleriyle müşavere etm ediler. İsyan ve serbesti yaygınlaştı, m üzikholler ve dans evleri kuruldu. İslâm hüküm etleri müslüman ka­ dınların fahişe olmasına izin verdiler. İnsanlar açık­ ça İslâm ’a aykırı davranmaya başladılar. İslâm a lim ­ leri ise oldukça yavaş davrandılar. Sadece başlarını sallamakla ve dudaklarım kımıldatmakla ye tin d ile r. Dini ilim le ri öğrenmeyi kabullenmeyen o ku lla r kuruldu. Onlara ilk defa İslâm alim le ri iltifa t göster­ dile r ve çocuklarını o okullara verdiler. H ristiyanlığı öğreten ve müslüman çocuklarını İslâm ’dan uzaklaştıran m isyoner okulları kuruldu. İs­ lâm alim le ri yabancı d ille ri, dans çe şitle rin i ve hristiyan dinini öğrenmeleri için çocuklarını bu okullara verdiler. Bu hükümetlerden herhangi b irisin in başı sıkış­ tığında İslâm alim lerine koştular. İslâm a lim le ri de m üslüm anları; içkiyi, zinayı, inkarı ve günahı mübah kılan bu hükümetlere itaat etmeye davet e ttile r. İs­ lâm'ın hüküm lerini insanların, hakim lerin ve p a rtile ­ rin arzularına göre d eğiştirdiler. Bu hal öylesine uzun sürdü ki müslüman to plu m ­ lar içinde bulundukları günah ve isyanı gerçek İslâm zannettiler. Fısk ve fücur yaygınlaştı. Fesat çoğaldı 84 ve kurtuluş güçleşti. İşte bunlar müslüman alim lerin ihmalinden ve İslâm'ı hükümleri hakim kılmakta ya­ vaş davranmalarından doğmuştu. Esasında İslâm alim leri peygamberlerin mirasçı­ larıydılar. A lim lerin, peygamberin mirası önünde böylesine lakayt kalmaları onlara yakışmıyordu. İslâm, müslüman alim lerin iyiliğ i emredip kötülüğü nehyetm elerini farz kılm ıştı. Bu büyük alim ler bu görevi ih­ mal ettiklerinde onu kim yerine getirebilirdi?... Fakat Aliahu Teâlâ, alim lere M ısır'ın kapılarını açmıştı. A lim le r de adetlerinin hilafına toplantılar düzenlemeye, konuşmalar yapmaya, İslâm'a sarılıp düşmanlara karşı durmaya davet etmeye başlamışlar­ dı. Sen bunların İslâm için ve İslâm’ın hükümlerini uy­ gulamayı koymak için mi çalıştıklarını sanıyorsun. Hayır vallahi onlar yalnızca yüksek rütbeler, mali ka­ zançlar ve şahsi üstünlükler sağlamak için beyanat­ lar ve rdiler, toplantılar düzenlediler, güzel konuştuk­ larını gösterm ek için avurtlarını şişird ile r ve sözleri­ ni süslediler. Onlar bütün bunları, İslâm için değil, kendi şah­ si çıkarlarını korumak için yaptılar. Sanki İslâm onlar için şahıslarından daha az ehem m iyetliym iş. İslâm’ın üstünlüğü kendileri için mühim değilm işçesine,.. Ey İslâm a lim le ri, İslâm hakkında ve nefisleriniz hususunda Allah'tan korkun. Ey İslâm alim le ri, d evletler ve idareciler naza­ rında sadece ve sadece İslâm ’a ihanet ettiğiniz için aşağılık duruma düştünüz. Ey İslâm alim le ri, İslâm'ın izzeti sizin de izzetinizdir, İslâm 'ın kuvveti sizin de kuvvetinizdir. Siz şa­ y e t kuvvet ve şerefe erişm ek istiyorsanız İslâm'ın kuvvet ve şeref kazanması için çalışınız. 85 Ey İslâm alimleri, bir konuda Allah’ın hükmünü açıklamaktan dilinizi tutmanız. Allah’ın düşmanlarına Allah'ın haram kıldıkları şeylerde göz yummanız İs­ lâm'dan değildir. Ey İslâm alimleri, İslâm’ın,hükümleri uygulan­ madığı halde sizin üniversitelerde talebelerinize İs-‘ lâm’m hükümlerini öğretmenizin hiçbir değeri yoktur. Ey İslâm alimleri, minberlerde oturarak insanlara yalnızca güzel ahlâkı ve ibadet esaslarını öğretip on­ ları İslâm’ın hüküm, yargı, toplum, ekonomi, düşman­ lar ve dostlar arasındaki ilişkiler hakkındaki hüküm­ lerinden cahil bırakmanız İslâm’dan değildir. Niçin insanlara göreviniz olan açıklamaları yap­ mıyorsunuz? Niçin insanlara, kimi dost edinip kimi sevecek­ lerini, kiminle savaşıp kime düşmanlık edeceklerini açıklamıyorsunuz? Niçin insanlara, İslâm'ın, müslümanları İslâm'a aykırı hareket etmeye zorlayanlar hakkındaki hükmü­ nü açıklamıyorsunuz? İslâm onlara itaat etmeyi ve onların arzularına uymayı mı emrediyor? Yoksa onla­ ra başkald/np arzularını çiğnemeyi mi? Niçin insanlara İslâm’ın beşeri sistemler hakkındaki görüşlerini ve müslümanların onlara karşı tavrı­ nın ne olacağını açıklamıyorsunuz? Niçin insanlara İslâm’ın, müslüman davetçilerle çatışanlar ve İslâm için çalışanlara harp açanlar hakkındaki görüşlerini açıklamıyorsunuz? Niçin insanlara, İslâm'ın kendisine aykırı nizam­ lara karşı olan hükmünü açıklamıyorsunuz? Onlara karşı suskun kslmak mı lâzım yoksa onlarla mücade­ le etmek mi? Niçin insanlara İslâm’ın nasihat ve uyarı hakkındaki hükmünü açıklam ıyorsunuz? İnsanların hayatları 86 boyunca yalnızca bir kere uyarılmaları yeter mi? Yok­ sa insanların her zaman İslâm'ın hükmünü hatırlama­ ları için sürekli uyarılmaları mı lâzım? Niçin insanlara İslâm ’ın kendi çıkarı için çalışıp iclâm ’ın yücelm esini ikinci plana atan insanların hük­ münü açıklamıyorsunuz? Ey alim ler, ben sizin içinizde küçük b ir gurup m uiıterem alim in, Allah'ın kitabı için çalıştıklarını, A l­ lah’ın em rini hakim kılmak için uğraştıklarını, bilgile­ rini, ku vvelierini ve hayatlarım Kur'ân'ın hükmünü uy­ gulamak uğrunda harcadıklarını inkar etmiyorum. Fakat bunlar vallahi çok azdır. Bu küçük toplulu­ ğun hayır uğrunda çalışmalarının sizin kötü amelleri­ nizi değiştireceğini, günahlarınızı afvettireceğini, ih­ m alkarlığınızı ve iakaydiığınızın hesabını kaldıracağı­ nı zannetmeyin. Ey a lim le r bu sallh topluluğa benzeyin, onların izlerinden yürüyün, ve İslâm için çalışın. Hakikaten İslâm hakkındaki suskunluğunuz oldukça uzun sürdü. Vallahi böyle yapmanız hem sizin için hem de İs­ lâm için çok hayırlıdır. 87 ' İslâm’ın getirdiği hükümler iki kısımdır. Birinci kısım, di­ ni oluşturan inanç ve ibadetle ilgili hükümlerdir, İkinci kısım ise devletin ve toplumun oluşturulması, kişisel ve toplumsal ilişkilerin düzenlenmesini sağlayacak olan hükümlerdir. Bunlar muaıhelat, ukubat (ceza kanunu), kişisel durum­ lar, anayasa, devlet ve benzeri konularla ilgili hükümlerdir. İşte bu nedenle İslam, din ile dünyanın, hayat ile ibade­ tin arasını kaynaştırır. O, hem dünya hem ahiret nizamıdır, hem ibadettir,hem komutadır.islam'ın bir parçası din olduğu gibi diğer parçası da hükümettir. Hatta o daha mühim par­ çasıdır. ÎSLAMOĞLTJ YAYINCILIK ve DAĞITIM Beyazsaray No:21 Beyazıt