11 FELSEFE DERS NOTU ÜNİTE 1: MÖ 6. YÜZYIL-MS 2. YÜZYIL FELSEFESİ FELSEFE NEDİR? Felsefe insan, yaşam ve evreni anlama ve bilme çabasıdır. Felsefe insan ve evrenle ilgili en genel soruları sorma ve bunlarla ilgili sistemli düşnme etkinliğidir. Pythagoras(Pisagor) philosophia(felsefe) kavramını üretmeden önce felsefe yapmaya historia denirdi. History Yunancada araştırma anlamına geliyordu. Filozoflar araştırmacı olarak adlandırılıyordu. Daha sonraları historia kavramı tarih bilimi için kullanılmıştır. İlk defa philosophia yani felsefe terimini Pythagoras kullanmıştır. Philosophia terimi philia(sevgi) ve sophia(bilgelik) kavramlarının birleşmesiyle oluşur. Böylece BİLGELİK SEVGİSİ anlamı ortaya çıkar. Bilgelik, var olan her şeyin özünü bilmektir. Pythagoras insanın var olan her şeyin özünü bilemeyeceğini düşünmüştür. Filozofun ancak bilgeliği arayan, isteyen; hakikati araştıran, hakikatin peşine düşen kişi olabileceğini savunmuştur. Ona göre bilgelik ancak Tanrının ulaşabileceği bir vasıftır. FELSEFE ÖNCESİ DÜŞÜNÜŞ Aristoteles’e göre insan doğal olarak bilmek ister. Yani bilme ihtiyacı insanın doğasında vardır. İnsanı bilgiye götüren iki temel ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi, insanın doğduğu andan itibaren yaşamını sürdürmek için bilgiye olan gereksinimidir. İnsan pratik ihtiyaçlarını karşılamak için (örneğin barınmak, soğuktan korunmak, yiyecek üretmek gibi) TEKNİK BİLGİye sahip olmak durumundadır. İkincisi ise insanın merak ve hayret duygusudur. Merak insanın içinden gelen, etrafındaki olup biteni bilme arzusudur. Bu arzunun akıl ve mantıkla giderilmesi sonucunda teori ortaya çıkmıştır. Teori, ‘bilmek için bilmek’ düşüncesiyle üretilir. Teori, herhangi bir fayda sağlamak için değil sadece ve sadece bilmek için yapılır. Teorik faaliyet ikiye ayrılır:1. FELSEFE 2. BİLİM Felsefe M.Ö. 6. yüzyılda Miletos’ta (Aydın/Didim) ortaya çıkmıştır. Felsefeden önce de insanlar yaşamı ve evreni bilmek istemişlerdir. Felsefe öncesinde bilme ihtiyacını karşılayan iki kurum; MİTOLOJİ ve BİLGELİKtir. MİTOLOJİ bir topluma ait mitlerin ve efsanelerin tümüdür. Mitolojiler evrenin nasıl oluştuğu, insanın kökeni gibi en genel konularda efsanevi anlatılar içerir, ahlak gibi insan hayatını ilgilendiren konulara da değinir. Böylece o mitolojiye inanan insanlar için yaşam ve evren anlam kazanmış olur. Mitolojiler araştırmaya değil inanca dayalıdır. Mitolojiler aynı zamanda o toplumun dinsel inancı olmuşlardır. BİLGELİK var olan her şeyin özünü bilmektir. Bilgelik özlü deyişlerle insan ve evren üzerine bilgiler sunar. Bu öze giden yol, sezgiden geçer. Bilgelik SEZGİ temelli bir kurumdur. Sezgi, gerçekliği dolaysız olarak içerden kavrayabilme; tanıyıp bilme yetisidir. Bilgelikte önemli olan sezginin bilenmesi ve kuvvetlendirilmesidir. Bunun için bazı bilgelik öğretilerinde meditasyon tekniklerinin geliştirildiğini görürüz. Bilgeliğin Antik Çağ Yunan’dan Mezopotamya’ya, Mısır’dan Çin’e kadar çeşitli coğrafyalarda izini sürebiliriz. Bilgelik kurumunun felsefenin anası olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Ancak felsefe ve bilgelik arasında son derece önemli bir fark vardır. Bilgelikte temel yol SEZGİdir, felsefede ise AKILdır. Felsefenin tezleri akılsal olmak ve mantığın kurallarına uygun olmak zorundadır. Felsefenin Antikçağ Yunan medeniyetinde ortaya çıkışına geçmeden önce dünyanın birbirinden uzak medeniyetlerinde oluşan bir dizi gelişmelere bakmak faydalı olacaktır. Çünkü felsefe bu gelişmelerden yararlanmıştır. SÜMER MEDENİYETİ Sümerler MÖ 3500-MÖ 2000 arasında Mezopotamya’da yaşamışlardır. Yazı ve astronomi ilk defa Sümerler tarafından bulunmuştur. Babildeki tapınaklar aynı zamanda gözlem evi(rasathane) görevi görmekteydiler. Bu tapınaklarda güneş ve ay tutulmalarının çizelgeleri düzenlenmiştir. Sümerlerde astronomi ve dinsel inanç içiçedir.Bu yüzden astronomiyle ilgili çalışmaları daha çok astroloji(burçlar) özelliği taşır. Sümerlere göre insanın kaderi tanrılar tarafından yıldızlara yazılmıştır. Ayrıca Sümerler sulama kanalları yapabilen, ziraat bilen, yüksek binalar yapan, cam kullanan, metalleri işleyen, matematik, geometri ve tıpla ilgili pratik bilgiler bilen bir toplumdur. MISIR MEDENİYETİ Mısır uygarlığı M.Ö. 3000’li yıllarda Nil nehri vadisinde kurulmuştur. Mısır; ekonomik, siyasal ve bilimsel olarak pek çok yeniliğe imza atmıştır. Mısırlıların ekonomik alanda en büyük başarıları kıylarında yaşadıkları nehirleri iyileştirmeleri, büyük bir kanal sistemi ile bataklıkları kurutmaları, böylelikle daha çok ürün alarak daha çok nüfusu beslemek olanağına kavuşmuş olmalarıdır. Rasyonelleşmiş bu tarım seviyesine ulaşmaları matematik ve geometri bilgilerini geliştirmeleri ile olanaklı olmuştur. Nil’in her sene su taşmalarına sebep olması, su taşkınlarından sonra bataklık haline gelen tarım alanlarını yeni baştan düzenlemek zorunluluğu, Mısır’da geometrinin gelişmesinin başlıca nedeni sayılabilir. Eski Mısır inancına göre gerçek ve sonsuz yaşamın öte dünyada olduğu bu dünyanın o sonsuz yaşam için bir sınav yeri olduğu düşüncesi geliştirilmiştir. Bu düşünce daha sonraları gizemsel bir nitelikte simyacılık ve astrolojiyi de kapsayan geleneksel bir bilgi ağına dönüşmüştür. HİNT MEDENİYETİ Hint düşüncesi geleneksel olarak ruhsal ve gizemseldir. Hindistan’a özgü düşüncenin ayırt edici niteliği bireysel oluşudur. Hint düşüncesinde Budizm önemli bir yer tutmaktadır. Budizm dünyevi nimetleri reddederek barış ve huzuru öğrenme yoluna çıkanların öğretisi olmuştur. ÇİN MEDENİYETİ Çin düşüncesi son derece pratik düşünmeye odaklıdır. Kağıdın, barutun icadı, astronomi araştırmaları gibi pek çok başarıyı gerçekleştiren Çinlilerdir. Çin düşüncesinde 3 öğreti ön plana çıkmıştır: 1. Budizm: Çin’e özgü olmayıp Hint kültürü etkisiyle Çin’e yayılmıştır. 2. Konfüçyüsçülük: Konfüçyus M.Ö. (551-479) tarihleri arasında yaşamış, insanların bir arada çalışıp birlikte yaşamaları üzerine derin bir anlayış geliştirmiş ve etkileyici öğütler vermiştir. Bu dönem Çin’de siyasi kargaşalıklar üst seviyededir. Bu kargaşa içinde Konfüçyus’un ana hedefi uyumlu bir topluma giden yolu tespit etmektir. Toplumda uyumlu ilişkiler, liderlik ve devlet adamlığı; kişisel erdemi geliştirme ve kötülükten sakınma gibi konular üzerine öğretiler geliştirmiştir. 3. Taoculuk (Taoizm): Taoculuğun kurucusu Lao Tse’dur. Konfüçyus’la aynı dönemde yaşayan Lao Tse ondan farklı olarak barış ve aydınlanmaya giden yol için doğayı işaret etmiştir. Ona göre insan doğaya uygun yaşamalıdır. Bunun içinse doğanın temel ilkesi olan Tao’yu fark etmelidir. İRAN MEDENİYETİ İran’da M.Ö. 600’lü yıllarda yaşamış olan Zerdüşt; tek tanrılı, kapsamlı bir ahlaka sahip bir inanç sistemi geliştirmiştir. Zerdüşt dünyadaki metafizik güçler arasındaki bir çatışma olarak güçlü bir ahlak duygusunu savunuyordu. Zerdüşt’e göre iyilik ve kötülük tüm insanlarda vardı. İyilik ve kötülüğün karışımından dünya meydana gelmiştir. İran düşüncesinin kötülük problemini uzun uzadıya incelediği görülmektedir. YUNAN MEDENİYETİ Yunan medeniyeti tüm Akdenizde ticaret yapan, artı değer(tükettiğinden fazlasını üreten) oluşturan, bugünkü Yunanistan ve Ege bölgesinde şehir devletleri şeklinde yapılanmış bir medeniyettir. Yunan Medeniyeti, Fenikelilerden alfabe, teknik bilgisi ve yeni dini düşünceler almışlardır. Mısır’dan mimari düşünceleri ve geometrinin temellerini almışlardır. Babillilerden (Irak) matematik, geometri ve dini düşünceleri almışlardır. Yunan şehir devletlerinde demokrasiden tiranlığa, oligarşiden aristokrasiye kadar farklı farklı yönetim şekilleri uygulanmaktaydı. M.Ö. 600’lerde Miletos şehir devletinde (Aydın/Didim) felsefe ortaya çıkmıştır. Felsefenin Miletos’ta ortaya çıkmasının sebepleri şunlardır: 1. Yunan medeniyetinin ticaretle uğraşması nedeniyle Fenike, Mısır, Babil gibi medeniyetlerin kültürleriyle karşılaşma fırsatı bulmuş; bu sayede bilgilerini arttırmıştır. 2. Farklı kültürleri tanımaları nedeniyle dünyaya geniş açıdan bakabilmeyi öğrenmişlerdir. 3. Artı değer sayesinde zengin bir medeniyet haline gelmişler ve düşünürleri araştırma yapabilmek için boş zaman bulabilmişlerdir. 4. Dönemin Miletos devletinin düşünmeyi özgür bırakması, felsefenin yeşermesi için gerekli özgür düşünme ortamını sağlamıştır. Böylece düşünürler mitolojilerden ve kalıp yargılardan bağımsız düşünebilmiştir. Yunanlılar diğer medeniyetlerden farklı olarak iki şeyi yapmışlardır. İlki mitolojilerden arınarak düşünebilmektir. Örneğin doğa olaylarının nedenlerini mitolojide değil olayların kendi doğasında aramaya yönelmişlerdir. İkincisi ise aklı merkeze alarak teorik bilgiyi üretmişlerdir. Bilmek için bilmek düşüncesiyle yola çıkarak ilk defa felsefe ve bilimi bulan medeniyet olmuşlardır. THALES (M.Ö. 624-546 ) Tarihteki İlk filozof olarak kabul edilen Thales M.Ö. 624-546 yıllarında Miletos’ta yaşamıştır. Miletos’un özellikleri, Thales’in mitolojiden bağımsız araştırmalar yapabilmesini sağlamıştır. Thales, Mısırlılardan geometriyle ilgili Babillilerden ise matematik ve astronomiyle ilgili pratik bilgileri edinmiştir. Geometride Thales teoremlerini bulmuştur. Herodot’a göre M.Ö.585 yılındaki güneş tıutulmasını önceden bilmiştir. Mitolojilerin doğayla ilgili açıklamalarını yetersiz bulan ve öğrenme arzusu içinde olan Thales, bir araştırmacı olarak ARKHE NEDİR? sorusunu sormuştur. Arkhe evrenin ana maddesi, sürekli değişen varlığın arka planındaki değişmeyen öz, evrenin ilk nedeni, ezeli ve ebedi olan, tüm varlığın başlatıcısı ve her şeyin sonunda ona döneceği ilk madde demektir. Thales’ten sonraki İlk Çağ filozoflarının da cevap vermeye çalıştığı bu soru felsefeyi başlatmıştır. Önemli olan, sorunun cevabından öte Thales’in ortaya koyduğu araştırma yöntemidir. Thales’in araştırma yönteminin özellikleri şunlardır: 1. Aklı merkeze alan, akla dayalı bir yöntemdir. 2. Gözlem ve deneyime dayalıdır. 3. Özgür düşünceye dayalıdır. 4. Eleştiriye ve sorgulamaya dayalıdır. 5. Mitolojik açıklamalardan bağımsızdır. Thales sürekli değişen evrenin, değişmeyen ana maddesinin SU olabileceğini düşünmüştür. Evrenle ilgili gözlemlerinde suyu canlılığın kökeni olarak görmüştür. Thales, verdiği cevaptan öte düşünce tarihinde MİTOStan(efsane) LOGOSa(evrenin aklı, dünyayı akıl yoluyla açıklama) geçişi sağlamış olması bakımından son derece önemlidir. ANAXİMANDROS (M.Ö. 610-545) Anaksimandros, Miletosludur ve Thales’in öğrencisidir. Matematikçidir ve güneş saati milini icat etmiştir. Hocası gibi o da arkhe nedir? sorusunu araştırmıştır. Ona göre evrendeki bu sonsuz çeşitliği üreten şey tek bir madde olamaz. Hocasından farklı düşünerek Arkhenin soyut, sonsuz ve sınırsız olması gerektiğini düşündü. Ona göre arkhe APEİRON olmalıdır. Anaksimandros’un "doğa üzerine" adlı kitabında apeiron şöyle anlatılır: "Var olan şeylerin ilkesi, apeiron'dur. şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalkar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların (kefaretini) cezasını öderler." (dk.12, b1) Apeiron sonsuz ve sınırsız olandır. ANAXİMENES (M.Ö. 585-525) Anaximandros’un öğrencisi Anaksimenes de Miletosludur ve akhe problemini araştırmıştır. Anaksimenes hocası gibi arkhenin soyut, sonsuz ve belirsiz olması gerektiğini düşünmüştür. Ancak Thales’in suyu işaret ettiği gibi arkhenin belirli bir somutluğu barındıran, var olanların özü olabilecek bir madde olması gerektiğini de savunmuştur. Böylesi bir soyutluğu ve somutluğu bir arada barındıran şey ona göre HAVAdır. Hava, yoğunlaşma ve genleşmesi ile çeşitli nesnelere dönüşür. Genişlemesiyle ateş olur. Yoğunlaşmasıyla rüzgarlar, bulutlar meydana gelir. Bulutlardan su, sudan toprak, yüksek bir yoğunlaşma derecesinden de taşlar meydana gelir. Böylece ateş, sıvı, katı (maddenin üç ana biçimi) özü bakımından hep kendisiyle aynı kalan tek bir ana maddenin çeşitli yoğunlaşma ve gevşeme evrelerinden başka bir şey değildir. Ruhumuz da havadan yapıldığı için hava ruhumuzdaki birliği oluşturur. NOT: Miletoslu bu üç filozofun savlarıyla(tezleriyle) bir araştırmayı geliştirme biçimleri felsefenin yolculuğunu aydınlatıcı bir örnektir. Felsefenin temel yöntemi diyalektiktir. Diyalektik bir araştırmacı tarafından ortaya atılan tezin, bir başka filozof tarafından şüpheyle karşılanması, o tezin(savın) sorgulanması sonucunda bir anti tez(karşı sav) sunulması, üçüncü bir araştırmacının ise bu tez ve anti-tezden bir senteze ulaşmasıdır. Bu son anti tez ise yeni bir tez olacak ve felsefe TEZ - ANTİTEZ - SENTEZ şeklinde sonu olmayan bir faaliyete dönüşecektir. Tez: Su (somut) - Anti-tez: Apeiron (soyut) \ / \ / \ / \ / Sentez: Hava (somut-soyut) - ANTİ TEZ (Yeni bir TEZ) / \ / \ / \ / \ / SENTEZ - ANTİTEZ (yeni tez) . . . SENTEZ EMPEDOKLES (M.Ö. 492-432) Empedokles’e göre evrenin özünü oluşturan ve gerçekte var olan dört öge vardır: Hava, su, ateş, ve toprak Bu dört değişmez öge her şeyin temelinde yer alır. Empedokles’e göre bu dört ögeyi birbiriyle karıştıran, bunların karışımını yeniden çözen neden sevgi ile nefrettir. Felsefede varlığın nicelik bakımından ikiden fazla tözle açıklanmasına plüralizm denir. Empedoklesin varlık anlayışı nicelik bakımından plüralisttir. DEMOKRİTOS ( M.Ö. 460-371) Demokritos’a göre evrenin ana maddesi atomdur. A-tom bölünemeyen anlamına gelir. Demokritos’a göre atomlar birleşerek var olanları oluştururlar ancak kendileri ezeli – ebedidir ve değişmezler. Atomlar nitelik olarak aynı nicelik olarak farklıdır. Varlığın bölünemez parçası olan atomlar BOŞLUKta sonsuza kadar çarparak (hafif atomlar yukarı, ağır atomlar aşağı yönlü hareket eder) var olanları oluşturmuştur. Demokritos’a göre atomların hareketinin içten ve dıştan bir amacı yoktur; amaçsal değil rastlantısaldır. Ancak evrende sebep-sonuç ilişkisi, zorunluluk vardır. Demokritos’a göre evren maddeden ibarettir. Bu nedenle Demokritos’un varlık görüşü materyalisttir. Materyalizm varlığın özünün maddi temelli olduğunu savunan varlık felsefesi görüşüdür. LAO TSE ( M.Ö. 6. YÜZYIL) Lao Tse taoizmin kurucusudur. Taoizm evrendeki her şeyi karşıtıyla düşünür. Yin(gece, soğuk, karanlık, yumuşak, ay, alçak, dişi ….) ve Yang( gündüz, sıcak, aydınlık, sert, güneş, yüksek, erkek…) şeklinde varlığı karşıtlarıyla sınıflandırmışdır.Tao yol demektir, evrenin temel belirleyicisidir. Tao tüm varlığın yaratıcısı ve sebebidir. Tao duyumlanamaz yani görülemez, işitilemez, dokunulamaz… Tao ancak sezgiyle kavranabilir. Tao’nun bu var olmama durumu Taoculuğu nihilizmle(hiççilik) ilişkilendirir. Nihilizm ‘varlık yoktur’ görüşünü savunan felsefe akımıdır. Tao, yin ve yangı başlatarak sonsuz değişim döngüsünü oluşturmuştur. Taoizm insanın doğaya uygun yaşamasını öğütler. HERAKLEİTOS (M.Ö. 540 – 480) Herakleitos’un başlıca ilgisi Miletliler gibi ana maddenin (arkhe) ne olduğudur. Ona göre arkhe ateştir. Miletoslu filozoflar arkheyi değişmez ezeli ve ebedi bir madde olarak görüyordu. Herakleitos ise varlığın asıl özünün değişimin kendisi olduğunu düşündü. Ona göre ‘her şey akar’ ve varlık oluştur. ‘Aynı nehre birden fazla girilemez’. ‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’. Arkheyi ateş olarak tanımlamasının nedeni ateşin canlı ve dinamik yapısıdır. Herakleitos’a göre ateş kendine göre varlığı dönüştürmez. Evrenin aklı, sözü, ilkesi LOGOStur. LOGOS evrende egemen olan yasa, düzen ve akıldır. Evren, karşıtların birliğinden meydana gelmiştir. Karşıtların çatışması, evrendeki değişimi meydana getirir. Evrende sürekli bir değişim olduğunu ve değişimin nedeninin karşıt şeylerin sonu gelmez bir savaşımı olduğunu savunan görüşe DİYALEKTİK denir. Herakleitos’un varlık görüşü diyalektiktir. PARMENİDES (M.Ö. 515 - 450) Herakleitos’un aksine Parmenides bütün değişimin, duyuların yanılsaması olduğuna inanmıştır. Aynı şey çeşitlilik ve hareket için de geçerlidir: Bunlar gerçek olmayan görünümlerdir. Ona göre: 1. Dünyada çeşitlilik, değişim ya da hareket yoktur. Çünkü bu özellikler atfedilerek tarif edilen her şey, olduğu bir durumdan olmadığı bir duruma değişim gösteriyor diye tarif edilmelidir. 2. Olmadığı bir duruma geçmek demek varken yok olmak demektir. Ancak, olmayan hakkında konuşamayız. 3. Öyleyse çeşitlilik, değişim ya da hareket hakkında konuşamayız. 4. O halde değişim tamamen yanılsamadır. 5. Bu nedenle tüm varlık birdir. Kalıcıdır, süreklidir, yok edilemez, onda hareket ve değişim yoktur. Duyularımızın bize söylediklerine yani görünümlere rağmen, evrende hiçbir değişim yoktur. Tüm var olanlar aynı öze sahiptir. Gerçek olan Bir Olan Varlıktır. Parmenides’e göre Bir Varlık: Eezeli ve ebedi, küre şeklinde, kozmik bir varlıktır. Parmenides öncesi doğa filozofları, aklın yanında gözlemlerinden de faydalanmışlardır. Onlar, gözlemlediklerini düşünceyle işlemişlerdir. Parmenides, onlardan farklı olarak, duyumların yanıltıcı olduğunu düşünmüştür. Parmenides gözleme yer vermemiş ve salt akla dayalı bir varlık açıklaması yapmıştır. Herakleitos’un değişimi öne çıkarması, buna karşıt olarak Parmenides’in değişimi ve duyumları reddetmesi, felsefe tarihinde önemli bir Tez – Antitez gerilimidir. Platon’un daha sonra bu iki filozofun karşıt savlarından bir senteze ulaşacağı görülecektir. SOFİSTLER MÖ 5. yüzyılda Atina’da demokrasinin gelişimini görüyoruz. Atina’da doğrudan demokrasi uygulanmıştır. Doğrudan demokrasilerde yurttaşlar yönetim toplantılarına katılarak hem yasalarla hem de yürütmeyle ilgili oy kullanma ve söz söyleme yetkisine sahiptiler. Demokrasiyle yönetilen Atina’da yurttaşlar için yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmıştır. Yurttaşlar yönetim işleriyle ilgili bilgiye ihtiyaç duyuyor, aynı zamanda bu bilgileri en iyi şekilde hitabete dönüştürmek istiyorlardı. Başarılı bir yurttaş olmak için eğitim önemli bir ihtiyaç haline gelmişti. Bu ihtiyacı karşılamayı SOFİSTLERle denemişlerdir. Sofist, bilgi sahibi, bilge anlamına gelmektedir. Sofistler genel olarak insanla, yaşamla, politikayla ilgili bilgilerin eğitimini veren; bununla birlikte bu bilgilerin, nasıl etkili bir hitabete dönüştürüleceğini öğreten düşünürlerdir. Sofistlerin para karşılığında eğitim vermeleri, kendilerini bilge olarak adlandırmaları onların tarihte olumsuz olarak anılmasına neden olmuştur. Bu olumsuz şöhrete rağmen sofistlerin felsefeye kattığı son derece önemli unsurlar vardır: 1. İlk Çağ filozofları çoğunlukla doğa araştırmalarına yönelmişlerdir. Onların ardından gelen Sofistler ise felsefeye insan, yaşam, değerler,politika, bilgi sorunu gibi konuları kazandırmışlardır. 2. Retorik (tartışma sanatı), hitabet sanatı gibi alanlarda yaptıkları çalışmalarla felsefede dilin önemini göstermişlerdir. 3. Sofistler bilginin mümkün olup olmadığını, bilginin kaynağını tartıştılar ve bilgi felsefesinin ortaya çıkışını sağladılar. Belli başlı sofistlerden Protagoras ve Gorgias’ı sayabiliriz: PROTAGORAS (M.Ö. 482-411) Protagoras en ünlü sofistlerdendir. Protagoras doğa felsefesiyle ilgilenmez. Protagoras’a göre bilgimizin kaynağı duyumlardır. Ancak duyumlar bize göreli bir bilgi verir. Çünkü duyumlar duyumlayanın o andaki durumuna göre bilgiler verir. Algımız bize nesneyi ancak o anki durumumuza göre gösterebilir. ‘Rüzgar üşüyen için soğuk, üşümeyen için ılıktır.’ Bu nedenle Protagoras’a göre ‘İnsan her şeyin ölçüsüdür.’ Protagorasın bilgi anlayışı relativisttir. Relativizim bilgide göreceliliktir. Protagoras’a göre herkes için geçerli olabilen, genel-geçer, nesnel bilgiden söz edemeyiz. GORGİAS (M.Ö. 483 - 375) Gorgias’a göre varlığı bilmemiz mümkün değildir. Gorgias bu düşüncesini daha da ileri götürür ve ‘Varlık yoktur’ görüşünü savunur. ‘Varlık yoktur’ düşüncesi varlık felsefesinde NİHİLİZM (HİÇÇİLİK) olarak adlandırılır. Gorgİas’in ünlü üç yargısı: 1. Varlık yoktur. 2. Olsa da bilemeyiz. 3. Bilsek de başkasına aktaramayız. Gorgias yaşadığı dönemde geleneksel değerleri, toplumsal yasaları ve yargıları oldukça yıkıcı bir şekilde eleştirmiştir ve evrensel ahlak ilkelerinin mümkün olamayacağını savunmuştur. SOKRATES (M.Ö. 470 - 399) Sokrates İlk Çağın en önemli filozoflarındandır. Sofistlerle girdiği tartışmalarda Sofistlere antitezler üretmiştir. Sokratesin görüşleri bazı noktalarda Sofistlerle benzerlikler taşır. Sokrates’te Sofistler gibi, doğa felsefesiyle ilgilenmemiştir. O da insan, yaşam, değerler ve bilgi konularına yönelmiştir. Sokrates’te Sofistler gibi, tüm toplumsal yargılara şüphe ile yaklaşmıştır. Ancak Sofistlerin aksine Sokrates, doğru bilginin mümkün olduğunu, nesnel, genel-geçer biligilerin var olduğunu savunmuştur. Bu nesnel bilgilerin en önemlisi ona göre erdemlerin bilgisidir. Sokrates’e göre doğru bilginin kaynağı akıldır. Doğru bilginin akılla elde edileceğini savunan görüşe RASYONALİZM denir. Rasyonalizme göre doğuştan gelen bilgi vardır. Sokrates’e göre tüm insanlar bilgilerle dünyaya gelir. Doğru bir yöntemle hiçbir eğitim almamış bir insan en zor geometri problemini bile çözebilir. Sokrates’in savunduğu yöntem, karşılıklı diyaloğa dayanır. Önce sorularla karşısındakinin bildiğini sandıklarının temelsizliğini ona fark ettirir ve bu bilgileri çürütür. Bu ilk basamağa İRONİ denir. Ardından bildiğini sandığı şeylerin temelsiz olduğunu fark eden kişinin, gene sorular aracılığıyla doğru bilgiye ulaşmasını sağlamaya çalışır. Bu basamağa MAİOTİ (BİLGİYİ DOĞURMA) denir. Sokrates’e göre ahlaki yaşamın amacı mutluluktur. Mutluluk bilgiyle mümkündür. Ona göre ‘Sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez’. Sokrates ömrü boyunca Atinalıların ahlakça gelişimini önemsemiş ve Atina toplumunun daha iyi bir seviyeye ulaşması için çabalamıştır. Ona göre bu gelişim, yurttaşların yaşamı sorgulamasıyla ve erdemli bir yaşamla mümkündür. Erdemli yaşamın anahtarı bilgidir. Çünkü insan, erdemlere bilgi sayesinde ulaşabilir. Erdemler nesneldir, genel-geçerdir; doğruluk, cesaret, ölçülülük, adil olmak gibi insanı iyiye götüren değerlerdir. En üstün erdem bilgeliktir. Bir erdemin tam anlamıyla bilgisine sahip olan kişi, zorunlu olarak o erdeme sahip olur. Örneğin; ancak cesareti bilen kişi cesur olabilir. Adaleti bilen adil, ölçülülüğü bilen ölçülü olabilir. Cesareti biliyorum ama cesur olmuyorum deniyorsa Sokrates’e göre o kişi gerçekte cesaretin ne olduğunu bilmiyordur. Ona göre hiç kimse gerçekten bilerek kötülük yapmaz. Sokrates’e göre: ‘O şeyi yapmanın yanlış olduğunu gerçekten tam anlamıyla anlarsan, o zaman yapmazsın. Eğer o yanlışı yapmışsan, onun yanlış bir şey olduğunu layıkıyla derinden kavramamışsın demektir.’ PLATON (M.Ö. 427-347) Sokrates’in öğrencisi olan Platon, sistematik felsefeyi başlatan filozof olarak kabul edilir. Sistematik felsefe kavramı, felsefenin temel konuları olan varlık, bilgi ve değerle ilgili bağıntılı bir bütünlük kuran, bu alanları birbiriyle tutarlı bir şekilde ilişkilendiren felsefi söylem oluşturulması anlamına gelir. Platon’un eserlerinden, hocası Sokrates’in hayatı ve düşüncesinin Platon için ilham kaynağı olduğu ve Platon’un felsefesine temel teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Platon hocasının idamından 12 yıl sonra Atina’da felsefe, mantık, matematik, fen bilimleri eğitimi ve hukuk,etik, politika çalışmaları için AKADEMİA’yı kurmuştur. Akademia, Platon’un ölümünden sonra, asırlarca varlığını sürdürmüş ve tarihteki ilk üniversite olarak kabul edilmiştir. Sokrates’in, nesnel bilginin imkansızlığını savunan sofistler karşısında genel - geçer erdemleri arayışı, Platon’un bilgi ve ahlak felsefesini derinden etkilemiştir. Hocasının idam edilmesi, Platon’un siyaset felsefesine yönelmesine neden olmuştur. Platon’un varlıkla ilgili düşünceleri ise felsefi sisteminin temel dayanağını oluşturacaktır. Platon’un Varlık Görüşü Platon’un varlık felsefesini iki kuramın belirlediğini söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi İDEALAR KURAMI, ikincisi ise RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜdür. Platon idealar kuramını Herakleitos ve Parmenides’in varlığın değişimi ve değişmezliği sorunu görüşlerini sentezleyerek oluşturmuştur. Platon ruhun ölümsüzlüğü görüşünü, İtalya’nın güneyindeki Pisagor Okulu felsefesinden etkilenerek oluşturmuştur. Bu iki kuramın sistematik olarak Platon’un bilgi ve değer görüşlerini belirlediğini söyleyebiliriz. Platon, Sokrates’in yaşamı boyunca aradığı nesnel, genel- geçer, kesin, değişmez erdemlerin peşindedir. Tek tek insan davranışlarında izini gördüğü cesaret, adalet, dürüstlük, bilgelik, ölçülülük gibi erdemlerin asıl anlamı, özü ne olabilirdi? İnsan davranışlarında erdemlerin görüntüsü azalıp çoğalmakta, oluş - bozuluşa uğramaktadır. Ancak bir özellik olarak yani idea olarak erdemleri düşündüğümüzde onlar, değişmezlik, mutlaklık ve kesinlik taşımaktadırlar. Sokrates erdemleri insandan bağımsız olarak var olan genel-geçer, değişmez ilkeler olarak düşünmüştür. Platon bu düşünceyi var olan her şeye genellemiş, tüm varlıkta değişen ve değişmeyen yönler olduğunu düşünmüştür. Ona göre insanlar farklı farklı olsa da onların hepsine insan dememizi sağlayan bir insan ideası vardır. Elmalar zamanla elma olma özelliklerini kaybederken elma ideası değişmez, mutlak, oluş – bozuluşa uğramaz bir şekilde hep var olacaktır. Herakleitos’un çok iyi saptadığı gibi içinde bulunduğumuz evrende her şey sürekli değişim halindeydi. Ancak Parmenides’in işaret ettiği gibi varlığın ezeli ve ebedi yönü de vardır. Platon bu tartışmanın farkında olarak varlıkta görünenler ve idealar olmak üzere iki kategori olduğunu düşünmüştür. Ona göre bir tarafta sürekli değişen, oluş bozuluşa uğrayan, ezeli ve ebedi olmayan varlıkların bulunduğu, üzerinde bulunduğumuz GÖRÜNENLER DÜNYASI (Fenomenler-Duyular Dünyası), diğer tarafta ise duyular dünyasındaki tek tek varolanların ortak özelliklerini temsil eden, tümel, mutlak, kesin, değişmez, oluş bozuluşa uğramayan ideaların yer aldığı İDEALAR DÜNYASI vardır. Asıl gerçeklik, idealar dünyasıdır. İdealar, duyular dünyasındaki varlıkların asıl özünü, özelliklerini oluştururlar. Örneğin tek tek güzel dediğimiz varlıklar güzellik ideasından, tek tek iyi dediklerimiz ise iyilik ideasından pay almışlardır. Tüm ideaların üstünde İYİ İDEASI vardır. İyi ideası tıpkı bir güneş gibi iyinin, güzelin ve doğrunun kaynağıdır. İdealar dünyası, duyular dünyasının kaynağıdır. Platona göre duyular dünyası, yansıma /gölge dünyadır. İdeaların Nitelikleri: 1. İdealar tümellerdir. Örneğin insanlar çok sayıdadır, fakat hepsini kapsayan bir insanlık düşüncesi vardır. İşte bu insanlık düşüncesi insan ideasıdır. 2. İdealar değişmezdir. Varlıkların duyularla algıladığımız özellikleri zamanla değişir, fakat varlıkların düşünceyle kavranan özellikleri değişmez. Örneğin insanlar birbirinden farklıdır ve zamanla değişirler ancak insanlık düşüncesi yani insan ideası zamanla değişmez. 3. İdealar ebedidir. İnsanlar doğar, büyür ve ölür. İnsan düşüncesi hep vardır. 4. İdealar sayıdır. İdealar bir ahenk içindedir. Nasıl ki sayılardan biri olmadığında ahenk bozuluyorsa idealardan birinin olmaması da uyumu bozar. 5. İdealar en gerçek varlıklardır. 6. İdealar saf, yalın ve mutlaktır. 7. İdealar mutlak bir yetkinliğe sahiptir. Varlıklarda gördüğümüz renk, büyüklük, eşitlik, ayrıklık gibi nitelikler ideaların aynısı değildir. Örneğin çok iyi bir insan insan ideasından çok küçük bir pay alabiilmiştir. İnsanlar ideaların bütün niteliklerine sahip olamazlar. Platon’un varlık anlayışına İDEALİZM denir. İdealizm varlığın özünün düşünsel, soyut ya da ilahi nitelikte olduğunu savunan görüştür. Platon’un Bilgi Görüşü Platon genel-geçer ve kesin bilgilere ulaşmak istemiştir. Ancak içinde bulunduğumuz duyular dünyası sürekli değişim halindedir ve sürekli değişenin sabit, mutlak bilgisi mümkün olmamaktadır. Bir başka sorun, duyular dünyasını duyu verileriyle kavrıyor oluşumuzdur. Platon’a göre duyu verileriyle elde edebileceğimiz bilgi, ancak kesinlik içermeyen sanı bilgisi olabilir. Platon bu bilgiye doxa demiştir. Yani içinde bulunduğumuz dünyayla ilgili duyumlar aracılığıyla, doxa(sanı) bilgisine ulaşabiliriz. Platon’a göre gerçek olan idealardır. O halde gerçeğin bilgisi, ideaların bilgisidir. İdealar düşünsel varlıklardır ve ideaları ancak akıl kavrayabilir. İdeaların bilgisi akılda doğuştan vardır. Ruh idealar dünyasından kopup gelmiştir ve ideaların bilgisine sahiptir. Ancak dünyaya geldiği anda bu bilgiyi unutur, dolayısıyla hatırlaması gerekir. Ruhun bilgileri hatırlaması akıl sayesindedir. Akıl, felsefe-bilim sayesinde ideaların bilgisine Platon’un ifadesiyle EPİSTEMEye ulaşacaktır. Episteme, ideaların bilgisidir yani gerçeğin bilgisidir. Platonun bilgi görüşü RASYONALİZMdir. Rasyonalizm(akılcılık) doğuştan gelen bilgilerin varlığını ve doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu savunan bilgi felsefesi akımıdır. Platon’un Ahlak Görüşü Platon, hocası Sokrates gibi ahlakın amacının mutluluk olduğu ve mutluluğun ideaların bilgisiyle mümkün olduğu görüşündedir. Platon’a göre ahlak yasaları, idealar dünyasında nesnel bir varlığa sahiptirler. Bu nedenle ahlaki değerlerin ne olduğunu içinde yaşadığımız dünyaya bakarak değil akıl yoluyla ideaları bilerek öğrenebiliriz. Ahlaki değerlerin ve erdemlerin kaynağı, en üstün idea olan iyi ideasıdır. Bir eylem iyi ideasına uygun olduğu ölçüde iyi olur. Erdemler ruhun uyumunu sağlar. Bilgelik, ölçülülük, doğruluk gibi erdemler akılca bilinmelidir. Böylece iyi ideasına uygun bir yaşam sürülebilir. Platon bireysel iyinin yanı sıra toplumsal iyiyi de önemsemiştir. Sadece bireysel iyi mutluluk için yetmeyecektir. Toplumsal iyi, politikayla igilidir. Böylece Platon, ahlakın uzantısı olarak politikayı öne çıkaracaktır. Platon’un Siyaset Görüşü Platon, insan için iyi bir hayatın ve mutluluğun ancak toplum içinde ve iyi bir yönetim altında mümkün olduğuna inanır. Sokrates’in Atina demokrasisi tarafından idam edilmesi onu filozof kral düşüncesine yöneltmiştir. ‘Devleti cahil insanlar değil bilge insan yönetmelidir.’ Eğer bilge(filozof) kişi yönetici olursa, iyi bir devlet yönetimi gerçekleştirerek halkının adaletli ve mutlu bir yaşam sürmesini sağlayacaktır. Platon’a göre devlet, insan doğasının doğal bir uzantısıdır. Devletin kurulmasına yol açan doğal neden, hiçbir insanın kendi kendisine yetememesi, başkalarının yardımına ihtiyaç duymasıdır. Böylece toplum düzeni ortaya çıkar. Platon toplumu bireye benzetir. Nasıl ki insanlar ayak, gövde ve baştan oluşur, toplumda böyledir. İNSANIN BÖLÜMLERİ TOPLUMUN BÖLÜMLERİ ERDEMLERİ GÖREVLERİ BAŞ YÖNETİCİLER BİLGELİK AKIL GÖVDE ASKERLER CESARET İRADE AYAKLAR İŞÇİLER/ÇALIŞAN SINIF ÇALIŞKANLIK BESLENME Platon’un Sanat Görüşü Sanat üzerine geliştirilmiş ilk kuram Platon’a aittir. Platon’a göre sanat taklittir/yansıtmadır. Platon’un varlık anlayışı sanat görüşünü de belirlemiştir. Ona göre gerçek güzellik idealar dünyasındadır. Bu dünya idealar dünyasının kopyasıdır. Sanatçı güzele ulaşmak istiyorsa düşünsel olan ideaların kopyası olan bu dünyayı yansıtmalıdır. Böylece sanat eseri, ideaların taklidinin taklidi olmuş olur. Sanat eserinin güzelliği taklidin başarısına bağlıdır. Sanatta taklit kavramına mimesis denir. ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322) Aristoteles zooloji, biyoloji, fizik, mantık gibi bilim alanlarında ve metafizik, ahlak, siyaset, estetik gibi felsefe alanlarında derin araştırmalar yapmıştır. Aristoteles biyoloji ve mantık biliminin kurucusudur. Felsefenin bir bütün olarak sistematiğini tamamlamış düşünürdür. Düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Babası Makedonya kralının hekimi olduğu için Aristoteles, Makedonya sarayında dünyaya gelmiştir. 17 yaşına kadar sarayda yaşamıştır. Aristoteles, babası yaşamını yitirince Atina’ya gider. Platon’un Akademia’sına öğrenci olarak girer. 20 yıl, Platon ölümüne kadar Akademia’da çalışır. Oradan Assos’a(Çanakkale-Ayvacık) geçer. Burada krala danışmanlık yaparken siyaset kuramını pratikte sınamış olur. Başarısı üzerine Makedonya krallığına çağrılır. Büyük İskender’in öğretmeni ve baş danışmanı olur. Büyük İskender’in başarılarında onun payı çoktur. Burada da başarılı olur ve Atina’ya döner. Akademia’nın karşısına kendi okulu olan Lykeion’u (Likeon/Lise) açar. Likeon’da felsefe, mantık ve fen bilimleri ağırlıklı bir öğretim programı uygular. Aristoteles, Makedonya krallığının Atina’daki hakimiyetini kaybetmesinin ardından Atina’yı terk eder. Sığındığı adada kısa bir süre sonra yaşamı sona ermiştir. Aristoteles’in Varlık Görüşü: Platon’un öğrencisi olan Aristoteles, öğretmenine büyük saygı duymakla birlikte ona karşı, son derece güçlü anti tezler öne sürmüştür. Platon’un varlık anlayışının temelinde idealar kuramı yer almaktadır. Platon’a göre değişmeden kalan asıl varlıklar idealardır. İdealar, bu dünyada değil idealar aleminde bulunmaktadır. Aristoteles hocasının idealar kuramına karşı çıkmıştır. Aristoteles’e göre tek bir evren vardır. Gerçek dünya, üzerinde bulunduğumuz bu dünyadır. Duyumladığımız varlıklar gölge ya da yansıma değil, gerçektirler. Aristoteles, özlerin bir başka ifadeyle özelliklerin, tümellerin; var olanların içinde olduğunu savunmuştur. Özellikleri, form olarak adlandırmıştır. Formlar nesnelerin esas doğası oldukları için nesnelerin içindedirler. Aristoteles’e göre var olanlar madde ve formdan oluşur. Formlar (özellikler) gerçekleşmek için bir maddeye ihtiyaç duyarlar. Aynı zamanda bir madde, özellikler sayesinde dönüşebilir. Madde ve form oluş potansiyeli taşır. Olanla olmayanın arasında bir potansiyel aşaması vardır. Örneğin bir tahta, masa olma potansiyeli taşır. Masa olma özelliğiyle tahta bütünleşirse masa gerçeklik düzlemine çıkar. Bir başka ifadeyle potansiyel olan aktüel hale geçmiş olur. Örneğin insan erdemli olma potansiyeli taşır. Erdemlerle bütünleşirse erdemli bir insan olur. Örneğin bir araziye ev yapmak istenildiğinde evin yapı malzemeleri olan tuğla, kiremit, kalas vs. nin araziye yığılması yetmeyecektir. Onu eve dönüştüren özelliklere (form) de ihtiyaç duyulacaktır. Tersinden formun da madde olmadan ev yapma durumu yoktur. Dolayısıyla madde formdan, formda maddeden ayrı olamaz. Ancak bir form vardır ki maddeye ihtiyaç duymaz. O da formların formu olan Salt Formdur. Aristoteles’in madde ve form görüşü ilk neden sorununa da cevap üretecektir. Aristoteles’e göre form bir şeyin o şey olmasının sebebidir. Aristoteles varlığın oluşunu 4 nedenle açıklar. Mermer heykel örneği verir: Mermer heykelin varlığa ihtiyacı vardır. Bu varlık, mermerdir. Buna MADDİ NEDEN der. Mermere şekil veren bir varlık ihtiyacı vardır. Bu, heykeltraştır. Bu nedene HAREKET ETTİRCİ NEDEN der. Mermerin biçime ihtiyacı vardır. Bu, heykeltraşın zihnindeki heykel tasarımıdır. Bu nedene FORMEL NEDEN der. Mermerin amaca ihtiyacı vardır. Bu, heykeltraşın heykeli yapma amacıdır. Bu nedene AMAÇSAL (EREKSEL) NEDEN der. Aristoteles’in 4 neden görüşü bir evin var oluşu örneği ile açıklanabilir: 1. MADDİ NEDEN: Evin yapı malzemesi olan tuğla, kiremit, kalas vs. 2. HAREKET ETTİRİCİ NEDEN: Evin yapımını gerçekleştiren mimar 3. FORMEL NEDEN: Mimarın zihnindeki ev tasarımı 4. AMAÇSAL(EREKSEL) NEDEN: Mimarın evi yapmaktaki amaç Aristoteles’e göre nedenlerin nedeni, ilk neden SALT FORMdur. Salt form, formların formudur. Diğer formlar maddeye ihtiyaç duyarken salt form maddeye ihtiyaç duymaz. Salt form ilk hareket ettirici, ilk amaç belirleyicidir. Salt form TANRIdır. Aristoteles’in ilk nedenlerin bilimi olarak gördüğü varlık araştırmasına İLK FELSEFE ya da METAFİZİK denir. Aristoteles’in Bilgi Görüşü: Aristoteles’e göre tek bir evren vardır ve varlıkların özellikleri var olanların içindedir. Bu özellikler tümel kavramlardır. Kesin, doğru bilgi; tümellerin bilgisidir. Aristoteles’e göre akıl, etkin ve edilgin olmak üzere iki kısıma ayrılır. Edilgin akıl duyu verilerinin düzenlendiği kısımdır. Duyuları yönetir ve onlardan aldığı izlenimleri düzenler. Etkin akıl ise duyu verilerini işler ve onları varlıkla ilgili tümel önermeler haline getirir. Bundan sonra mantık biliminin yardımıyla tümelden tekile çıkarımlarda bulunur. (TÜMDENGELİM) Arİstoteles rasyonalist bir filozof olarak kabul edilir. Ancak rasyonalistlerle önemli farkları vardır. Birincisi Aristoteles doğuştan gelen bilgileri kabul etmez. Ona göre insanın huyları bile doğuştan değildir, yaşantıyla edinilmiştir. İkincisi rasyonalistler duyu verilerine güvenmezler. Ancak Aristoteles’e göre bilgi edinimi duyu verileriyle başlar. Tüm bu özelliklere rağmen Aristoteles, etkin akıl ve tümeller görüşü nedeniyle bilgi felsefesi alanında rasyonalisttir. Aristoteles’in Etik Görüşü: Aristoteles’e göre insan davranışlarının amacı mutluluktur. Mutluluk, iyi durumda olmaktır. Aristoteles’e göre bazı insanlar mutluluğu hazlarla özdeş görür. Ancak hazlar kısa sürelidir, geçicidir; mutluluksa daha kalıcı bir iyidir. Hazlar hayvanlarda da vardır, mutluluksa tüm varlıklar arasında sadece insana özgü bir faaliyettir. Aristoteles, ulaşılmak istenen iyiyi diğer iyilerden ayırmak için ona tam iyi demiştir. İnsan için böylesi bir iyinin iki kıstası; nihai olması ve öz yeterliliğe sahip (kendi içinde, kendisi için değerlendirilen) olmasıdır. Böyle bir iyi geride arzulanacak hiçbir şey bırakmayacaktır. Aristoteles’e göre tüm varlıkların olduğu gibi insanın da bir doğası vardır. Meşe palamudunun doğası, büyüyüp serpilip sağlam, düzgün şekilli bir ağaç olmaktır ve bunu gerçekleştirmesi onun nihai iyiye ulaşmasıdır. İnsanın da bir işlevi, ona en uygun olan bir yaşam biçimi vardır. Diğer hayvanlardan ve başka her şeyden onu ayıran şey, insanın akıl varlığı olmasıdır. Aristoteles’e göre insan için en iyi yaşam, aklının güçlerini kullandığı bir yaşamdır. Aklın güçlerinin kullanıldığı iki önemli alan vardır. Birincisi teorik bilgiler, ikincisi ise erdemlerdir. Teorik bilgiler felsefe ve bilim çalışmalarıyla elde edilir. Erdemler ise erdemli davranışların alışkanlığıa dönüştürülmesiyle sağlanır. Aristoteles bilgelik, adil olmak, dürüstlük gibi erdemlerin temel dayanağının ölçülülük erdemi olduğu görüşündedir. İyi davranışların bir orantısı olmalıdır. Erdemli bir davranışın orantısı eksiklik ile aşırılık arasındaki altın orandır. Eksik ve aşırıların her biri birer kötüdür, bozukluktur. Örneğin cömertlik erdemi cimrilik ve savurganlık arasındaki ölçüdür. Cesaret erdemi korkaklık ve aşırı ihtiyatsızlık arasındaki ölçüdür. Aristoteles ölçülü olmakta bile ölçülü olmak gerektiğini savunmuştur. Aristoteles’in Siyaset Görüşü: Aristotelse siyaseti erdemlerin bir uzantısı olarak görmüştür. Çünkü insan nihai iyiye ulaşmak için iyi yönetilen bir devlette yaşamaya ihtiyaç duyacaktır. Ona göre devletin temel amacı yurttaşlarının o tam ve mutlu yaşamı sürmelerini sağlamaktır. Aristoteles’e göre insan toplum varlığıdır ve ancak toplum içinde kendini gerçekleştirebilir. Bu nedenle devletin amaci insanın en yüksek iyiliğe ulaşmasını sağlamaktır ki bu da vatandalşarın ahlaki ve zihinsel yaşamlarının geliştirilmesi, beslenmesiyle olur. Aristoteles’te Platon gibi devleti insan doğasının doğal bir sonucu, doğanın bir devamı olarak görmüştür. Ancak Platon’dan farklı olarak ideal bir devlet tasarımı oluşturmamıştır. Devleti realist bir yaklaşımla değerlendirmiştir. Yunan şehir devletlerindeki yönetim biçimi çeşitliliğinin de faydasıyla var olan yönetim biçimlerini incelemiş ve onları özelliklerine göre sınıflandırmıştır. Aristoteles’in Sanat Görüşü: Aristoteles’e göre sanat yansıtmadır fakat sanat eseri olanı olduğu gibi değil olması gerektiği gibi yansıtmalıdır. Sanatçı nesneleri taklit ederken onlardaki kusurları ortadan kaldırmalıdır. Bu da ölçü,orantı ve düzenle mümkün olabilir. Sanatçı bir heykeli yaparken onu olduğu gibi yansıtmak yerine o yüzdeki orantısızlıkları düzenlerse daha doğru bir iş yapmış olur. Etik görüşüyle ilgili ölçülülük kavramını sanatta da kullanmıştır. Aristoteles sanatın etik bir amacı olduğu görüşündedir. Bu ahlaki amaç, insanların bir takım duyguları yoğun olarak yaşayıp insanların onlardan arınmasını sağlamaktır. Bu bakımdan sanat ruhu inceltir ve arındırır. İnsan duygusal sıkıntılardan kurtulup tekrar dengeye ve dinginliğe kavuşmuş olur. Aristoteles sanatla ruhun arındırılmasına KATHARSİS demiştir. ÜNİTE 2: MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİ MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİNİ HAZIRLAYAN DÜŞÜNCE ORTAMI: 1. M.Ö. 300 – M.S. 30 yılları arasında Yunan Felsefesi, doğu kültürlerinden etkilenmiş, Akdeniz çevresine yayılmış ve Doğu Akdeniz uluslarının ortak kültürü haline gelmiştir. Bu döneme Helenistik Felsefe dönemi ya da Roma Felsefesi Dönemi denir. 2. Aristoteles’ten sonra filozoflar daha çok bilimsel çalışmalara yönelmişlerdir. Bililmlerde; matematik, doğa bilimleri, filoloji ve tarih alanlarında başarılı çalışmalar yapılmıştır. Felsefede ise başlıca problem olarak ‘bireyin mutluluğu’ görülmüştür. ‘Ahlaklı yaşam nedir?’, ‘insanın mutluluğu nerededir?’ sorularına cevap aranmıştır. 3. Helenistik dönemin önemli akımlarından biri Epikürosçuluk’tür. Epikürcüler, Epikuros’un düşüncelerinden hareketle M.Ö. 300’lerde Epikürosçuluk okulunu kurmuşlardır. Epikürosçuluğa göre mutluluk hazza dönük yaşamla mümkündür (Hazcılık/Hedonizm). Epikurosçuların öne çıkardığı hazlar manevi hazlardır. Onlara göre mutluluk için dünyevi hazlardan uzaklaşmak gerekir. Manevi hazlara yönelmek insanı mutlu edecektir. 4. Helenistik dönemde öne çıkan bir başka düşünce okulu Stoacılıktır. Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’dur. Stoa felsefesinin temel konusunu ahlak oluşturur. Onlara göre ahlaki davranışlar akılla belirlenir. Doğa ve akıl aynı şeydir. Erdemler, doğaya ve akla uygunluktur. İnsan, aklıyla bilgi sahibi olacak ve iradesiyle kendisini denetleyerek doğru davranışta bulunup mutlu olacaktır. Stoacılar bireyin her türlü otoriteden ve görenekten kurtularak özgür olması ve kendi ahlaki kurallarını kendisi oluşturması gerektiğini savunurlar. Onlar toplumsal yaşamı bilge kişiler arasındaki dostluklar ve bütün akıllı insanların birlikteliği olarak değerlendirirler. Stoacilarin toplumsal ideali ‘dünya yurttaşlığı’dır. Stoacıların, hukukun akılla belirlenmesi ilkesi Roma hukukuna temel oluşturmuştur. 5. Plotinos(MS 204-MS 270) tarafından kurulan Yeni Platonculuk akımı, Antik dönemin sonuna doğru, temelini felsefeden alan dini bir görüş oluşturmaya çalışmıştır. Plotinos felsefesinde hem Platon’un hem de Aristoteles’in etkileri vardır. Tek amacı Tanrı’ya ulaşmaktır. Plotinos’a göre varlık madde değil ruhtur. Cisimler dünyası, üzerine ruhsal dünyadan bir parıltı vurursa değer kazanır. Plotinos’a göre evren merdiven gibi aşamalı bir yapıdan oluşmaktadır. Varlığın en üst basamağında Tanrı bulunur. Varlıklar Tanrı’nın taşmasıyla meydana gelir. Buna ‘Südur Teorisi’ denir. Tanrının taşmasıyla ilk oluşan varlık Akıldır(Nous). Aklın taşmasıyla tüm bireysel ruhların kaynağı olan ‘Evrensel Ruh’ meydana gelmiştir. Evrensel ruhun taşmasıyla maddeleri canlandırma özelliği olan ‘Bireysel Ruh’ meydana gelmiştir. Onun taşmasıyla ‘Cisim’ meydana gelir. Cismin taşmasıyla hiçbir özellik taşımayan ‘Madde’ meydana gelir. Südur Teorisi TANRI AKIL(NOUS) EVRENSEL RUH BİREYSEL RUH CİSİM MADDE 6. MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl, felsefenin dini temellendirmekle görevlendirildiği bir dönem olmuştur. Bu dönem iki ayrı coğrafyada, Hristiyan felsefesi ve İslam Felsefesi olarak bazı yönlerden benzeşen ancak bazı yönlerden tamamen farklı özelliklere sahip, bin yıllık bir dönemdir. 7. Hristiyanlığın MS 2. Yüzyılda yayılmasıyla birlikte Hristiyan din adamları, dinin akılla temellendirilmesi için felsefeye yönelmişlerdir. Platon’un iyi yaşam için erdemlerin geliştirilmesi ve ruhun ölümsüzlüğü fikri onları etkilemiş inancı akılla desteklemek istemişlerdir. Bu çaba, batıda felsefenin durgun-statik bir hal almasına yol açmış bilimlerin ise gerilemesine sebep olmuştur. 8. İslam coğrafyasında özellikle MS 8. yüzyılda gerek düşünsel açıdan gerekse coğrafi olarak gelişmeler yaşanmış, çeviriler sayesinde Antikçağ eserleriyle tanışılmıştır. Batıdan farklı olarak, felsefeyle daha üretken ve dinamik bir etkinlik içine girilmiştir. Gene batıdan farklı olarak İslam Coğrafyasında bilimsel çalışmalar canlı, üretken ve güçlü olmuştur. HRİSTİYAN FELSEFESİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ: 1. Hristiyan Felsefesi, Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte başlayan, 15. yüzyıla kadar süren batı felsefesi için yapılmış adlandırmadır. Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçüyle yıkılınca, bilimve kültür de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Avrupa’da, Eski Dünyanın yıkıntıları içinde, Antik Çağ’ın kültür değerlerini ele alıp ilerisi için kurtaran, kilise olmuştur. Doğal olarak kilisenin kendisine uygun bulduğu düşünceler ayakta kalmış, aykırı olanlar da dışlanmıştır. 2. Yunanlılarda felsefe, bilmek için bilmek fikriyle sadece merakın ve haretin tatmininin verdiği sevinçle yapılırken, Hristiyan felsefesinde felsefe dinin temellendirilmesi amacıyla kullanılmıştır. 3. Hristiyan felsefesi din merkezlidir. 4. Akılla dinin temellendirilmesi amaçlanmıştır. 5. Tanrının varlığı kanıtlanmaya çalışılmıştır. 6. Felsefenin sınırları, dinsel otorite tarafından belirlenmiştir. 7. Kutsal metinler merkeze alınmıştır. 8. Hristiyan felsefesinde, hakikatin bulunduğu iddia edilir. Bu nedenle durgun-statiktir. 9. Hristiyan felsefesinde bilginin kaynağı inançtır. 10. Felsefe, Hristiyan dinine karşı yapılan eleştirileri savunma amacıyla kullanılmış, buna apoloji(savunma) denilmiştir. 11. Felsefenin tüm alanlarında din etkili olmuştur. 12. Felsefenin eleştirel ve sorgulayıcı yönü dışlanmış, bununla beraber bilimler de gerilemiştir. (Platonun Akademiası kapatılmış, İskenderiye Kütüphanesi yakılmıştır.) Hristiyan felsefesi iki döneme ayrılır. MS 2. yüzyılla 8. yüzyıl arasına Patristik Dönem denir. MS 8. yüzyılla 15. yüzyıl arasına ise Skolastik Dönem denir. PATRİSTİK DÖNEM Hristiyan düşüncesine Antik felsefe araçlarıyla bir biçim kazandırmak, inancı felsefeyle temellendirmek uğraşlarını içine alan Hristiyan felsefesinin ilk dönemine Patristik Felsefe denir. Bu dönem filozofları, aynı zamanda din adamları oldukları için bu döneme Kilise Babaları felsefesi dönemi de denir. Kilise Babaları MS 2. - 6. yüzyıl arasında yaşayıp Hristiyan öğretisinin temellerini kurmaya çalışmışlardır. Tertullian, Cellemens ve St. Augustinus bunların önde gelenleridir. Bu din adamlarında Platon ve Plotinos etkisi görülmektedir. SKOLASTİK DÖNEM Skolastik Felsefe Hristiyan öğretisini akılla temellendirme ve sistematik hale getirme uğraşına girişmiştir. Skolastiğin yöntem bakımından yapmak istediği, aklı vahiy doğrularıyla birleştirip, inanç konularını anlaşılır kılmaktır. Skolastik kavramı okullaşma anlamına gelir. Hristiyanlığın kurumsallaşması ve hızla yayılması hedeflenmiştir ve başarılı da olmuştur. Skolastik felsefe, din adamları yetiştiren manastır ve katedral okullarında geliştirilmiştir. Bologna ve Oxford üniversiteleri bu dönemlerde kurulmuştur. Anselmus, Aquinolu Thomas, Ockhamlı William bu dönemin önde gelen filozoflarıdır. Bu dönemde Aristoteles etkisi görülmektedir. HRİSTİYAN FELSEFESİNİN BAZI PROBLEMLERİ: 1. Tanrının Varlığı Problemi: Hristiyan Felsefesinde Tanrının Varlığına İlişkin Kanıtlar: a) Ontolojik Kanıtlama Anselmus(1033- 1109)’a göre zihnimizde bir mutlaklık fikri vardır. Mutlak bir varlık olmasaydı zihnimizde böyle bir fikir olamazdı. Çevremizdeki varlıklar ancak mutlak bir varlıktan, Tanrı’dan pay alarak varlığa gelebilir. Bu nedenle tüm varlıklar Tanrı’nın varlığının kanıtıdır. b) Kozmolojik Kanıtlama Aristoteles’in ilk neden görüşünün etkisiyle Aquinolu Thomas(1225-1274) tarafından ortaya atılmış bir kanıtlamadır. Ona göre zihnimizde Tanrı kavramı olduğu için Tanrı vardır önermesi yanlıştır. Ona göre gerçekte Tanrı olduğu için Tanrı fikri oluşmuştur. Evrende var olan her şeyin bir nedeni vardır. Tüm nedenlerin bir ilk nedeni olması gerektiği için, tüm hareket ettiricilerin ilk hareket ettiricisi olması gerktiği için Tanrı vardır. Tanrı ilk hareket ettirici, nedenlerin nedenidir. 2. Kötülük Problemi: Kötülük problemi düşünüldüğünde genel olarak iyi ve kötünün veya günah ve sevabın açıklanması gerekir. Ana sorun “Eğer Tanrı varsa, mutlak güç sahibiyse ve insanın iyiliğini istiyorsa neden dünyadaki kötülükleri önlemiyor veya kaldırmıyor?” gibi sorular ekseninde şekillenir. St. Augustinus’a göre kötülük insan iradesinin özgürlüğünden kaynaklanmaktadır. Tanrı size iyiliği emreder. Fakat bunun yanında bu emri otomatik uygulayacak bir karakter vermemiştir. Tanrı’nın emrini yerine getirmeyebilirsiniz. Komşunuzu sevmeyebilir, hırsızlık yapabilirsiniz. Bu sizin Tanrı’nın emirleri dahil her şeye karşı özgür irade gücünüzün olmasından kaynaklanmaktadır. St. Augustinus’a göre insanın özgür iradesi olmasaydı bir kukladan farksız olurdu. İnsan özgür iradesi ile iyilik ve kötülüğü seçebilir. Bu irade gücü nedeniyle cennet bahçesinden kovulmuştur. Bu kötülük sadece Adem ve Havva’nın değil onlardan türeyen tüm insanların ortak kötülüğü olmuştur. Aziz Augustinus’a göre her varlıkta olması gereken bir iyilik vardır. Eğer varlık bu iyilikten yoksun olursa ortaya kötülük çıkacaktır. Kötülük varlığın koruması gereken iyilikten yoksun olmasıdır. Bu nedenle kötülük Tanrı’nın yarattığı bir şey değildir Tanrı her varlığı iyilikle yaratmıştır. Fakat insan özgür iradesini kullanarak iyilikten yoksunlaşırsa kötülük ortaya çıkar. Aquinali Thomas’a göre Tanrı evreni mükemmel yaratmıştır ve kötülük evrenin kendisinde var olan bir töz değildir. Kötülük insanın iyiye yönelmediğinde oluşan bir durumdur ve irade zayıflığının bir sonucudur. Akıl, iradeye yön verir ancak irade de özgürdür. İrade ahlakın ön koşuludur. Özgür akıl tarafından düşünülmüş erdemler gerçek iyidir. Antik Çağ erdemleri adil olmak, cesaret, bilgelik, ölçülülük, doğrulukken; bu erdemlere Hristiyan erdemleri olan sevgi, inanç ve umut eklenmiştir. 3. Ruhun Ölümsüzlüğü Problemi: “İnsan sadece bedenden mi yoksa beden ve ruhtan mı oluşur?” sorusu Hristiyan felsefesine de yöneltilmiştir. Hristiyan felsefesinde ruh ve beden konusunda genel olarak düalist (ikici) bakış açısı kabul edilmiştir. Ruh, bedenden bağımsız ve bedenden önce yaratılmıştır. Maddi bir yapı olmayan ruh; değişmez, sonsuz ve ölümsüzdür. Ruh, Tanrı’dan ayrılmıştır ve ona geri dönecektir. Beden ve ruh karşıtlığı aynı zamanda ruhun ölümsüzlüğünün kanıtıdır. Ruh ve bedenden oluşan insan, Augustinus’a göre bu dünyada sadece bedenini bırakır ve ruhuyla öte dünyaya gider. Ona göre ruh ölümsüzdür. RUH BEDEN Maddi olmayan Maddi olan Değişmeyen Değişen Ölümsüz Ölümlü Mutlak Mutlak değil 4. Tümeller Problemi: Tümeller var olanların ortak özelliklerini barındıran genel kavramlardır. Belli bir sınıfın tüm bireylerini içine alan genel kavramları işaret etmek için kullanılır. Platon’da tümeller idealardır. İdealar ayrı bir evren oluşturuyordu ve asıl gerçek olan onlardı. Aristoteles’te ise tümeller formlardı ve tek tek var olanların içinde birer ögeydiler. Bu düşüncelerden yola çıkılarak yapılan tümeller tartışması, MS 2-MS 15. yüzyılda Tanrı’nın varlığıyla birlikte düşünülerek yeniden yorumlanmıştır. Üç farklı görüş ortaya çıkmıştır: a) Kavram Realizmi: Augustinus ve Anselmus tarafından savunulmuştur. Platon’un ideaları gerçek varlık olarak kabul etmesi gibi kavram realizmi de tümelleri insan zihninden bağımsız olarak gerçek birer varlık olarak görmüştür. Augustinus ve Anselmus’a göre tümellerin varlık yeri Tanrı’nın zihnidir. b) Kavramcılık(Konseptualizm): Aquinalı Thomas tarafından savunulmuştur. Aristotelesçi bir yaklaşımla tümel kavramların varlıklarda bulunduğunu savunmuştur. Onlar varlıkların özüdür. Gizli bir güç olarak maddede yerleşiktir. Bunlar bir amaca göre açılır ve dünyadaki oluşu meydana getirir. c) Adcılık(Nominalizm): Nominalizmin kurucusu ve başlıca temsilcisi Ockhamlı William(1300-1349)’dır. Ona göre tümel kavramların zihin dışında bir gerçekliği olamaz ve tümel kavramlar sadece birer isimden ibarettir. O. William’a göre gerçek olan tek tek var olanlardır. Tümel kavramlar ise soyutlamadan ibarettir. Ona göre deney her türlü bilginin temelidir. O. William’ın görüşleri empirizmin kurucusu John Locke’a ilham olacaktır. TEOLOJİ VE DİN FELSEFESİ Teoloji (ilahiyat) ve din felsefesi dini ve Tanrıyı konu alır. Teoloji(ilahiyat), doğrudan doğruya inanca dayanır; inancın sınırları dışına çıkmaz ve bir dinin tarafı olarak bilgi oluşturur. Bu nedenle her dinin kendine özgü bir teolojisi vardır. Örneğin İslam teolojisi, Hristiyan teolojisi, Yahudi teolojisi. Teoloji, açıklamalarında Tanrının gönderdiği kutsal kitaplara, peygamberlerin bildirdiklerine ve din alimlerinin yorumlarına dayanır. Teoloji dogmatiktir ve merkezine aldığı dinin otoritesine dayalıdır. Din felsefesi ise özgür düşünme, nesnel olma ve sorgulamayı temel alır. Akla dayalıdır. Din felsefesi, felsefece dinin araştırılmasıdır. Teolojinin amacı inananların inançlarını güçlendirmektir, din felsefesi ise dinin ilkelerini sorgular kişilerin dindar olmalarına çalışmadığı gibi inançları sarsmaya da kalkışmaz. Din felsefesi genel olarak din ya da dinleri ele alır. Bütün dinleri genel olarak araştırır. İSLAM FELSEFESİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ VE ÖNE ÇIKAN PROBLEMLERİ 1. İslamiyet öncesi dönemde (MS 600 öncesi) Doğu’daki çeşitli merkezlerde (Antakya, Harran, İran ve İskenderiye gibi) açılan okullarda Antik Yunan felsefesine dair çeviriler yapılmıştır. Özellikle Yunan (Grekçe) dilinden Süryaniceye yapılan çeviriler, Doğu ile Batı arasındaki coğrafyayı Antik Yunan felsefesiyle tanıştırmıştır. 2. İslam medeniyetinin hızla yayılması çok farklı kültürlerin birbiriyle etkileşim kurmasını sağlamış; bilim, sanat ve felsefede önemli gelişmeler oluşturmuştur. Özellikle Bağdat bu gelişmelerin merkezi konumuna gelmiştir. 3. İslam düşünürlerinin Antik Yunan felsefesi üzerine düşünme ürünleri oluşturması, Batı’nın tekrar Antik Yunan felsefesinden etkilenmesine neden olmuş ve bu durum, zamanla Batı’da Rönesans’ın oluşmasına zemin hazırlamıştır. 4. İslam coğrafyasında yaşayan farklı dinlere mensup veya herhangi bir dine mensup olmayan filozofların yapmış olduğu felsefi çalışmalar da İslam felsefesi altında incelenir. Dolayısıyla İslam coğrafyasında çeşitli felsefi görüşler ve bunların etrafında şekillenen okullar vardır. 5. Emeviler döneminde ilk çeviriler başlamıştır. Tarihin en büyük kütüphanelerinden biri sayılan Beyt’ül Hikmet (Hikmetler Evi) Abbasi Devletinin başkenti Bağdat’ta 8.yy. dolaylarında Abbasi halifesi Harun Reşid (Hüküm süresi: 786-809) tarafından İslamiyet’in Altın Çağında kurulmuştur. Kütüphanenin gelişimi Harun Reşid’in oğlu Halife Memun hükümdarlığında da devam etmiştir; hatta bazı kaynaklarda bu bilim merkezinin kurucusu olarak Memun’un adı geçer. 6. İslam felsefesi eleştiriye açık ve dinamik olması bakımından Orta Çağın dogmatik, durgun, üretken olmayan felsefesinden ayrılır. Avrupada bilimler baskı altına alınmış, bilimsel çalışmalar durmuşken İslam coğrafyasında bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır. Bilimsel çalışmalar özellikle matematik, tıp, astronomi alanında çağının ötesine geçebilmiştir. 7.Ortak dil olarak Arapça kullanılmıştır. 8. Akla önem ve değer vermesi, tartışmaların hiçbir otoriteye dayanmadan akılla yürütülmesi, dinin halkın anlayabileceği şekilde anlatılması, felsefi akımların tartıştığı problemlere cevap verilmesi ve dini kuralların net olarak açıklanması İslam felsefesinin esas niteliklerindendir. ORTA ÇAĞ’DA İSLAM DÜŞÜNCESİ Orta Çağda İslam dünyasında ortaya çıkan düşünce hareketleri üçe ayrılmaktadır. 1. KELAM: Hz. Peygamber hayattayken İslam Dünyasında hiçbir fikir ayrılığı yoktur. Vefatından sonra başka dinlerle teolojik tartışmalar yapılmış, eski inançlara karşı dini savunmak durumunda kalınmıştır. Kelam, İslam dininin ana ilkelerini “akıl yoluyla temellendirme” çabalarından doğar. Kelam, vahiy ile sabit olan dini inançların doğruluğunu akıl ve mantık yoluyla ispat etmek, bu konuda ortaya çıkan şüphe ve tereddütleri gidermektir. Kelam, “Allah’ın Sözü” anlamına gelir. Kelam, felsefe değil teolojidir. Kelam akımlarından en önemlileri: a) Eş’ariyye: İslam dinini her türlü saldırı karşısında akılla korumak asıl amaçlarıdır. Onlara göre aklın imkanları sınırlıdır ve tüm inanç konularını açıklamaya yetmez. Yani sadece akılla her şey açıklanamaz. İmanla çelişen ve çatışan hiçbir bilgi doğru olamaz. Önce iman sonra akıl gelir. b) Mu’tezile: Eşariyeye göre aklı daha fzla ön plana çıkarırlar. Kur’an ın akılla açıklanabileceğini yahut yorumlanabileceğini savunurlar. 2. TASAVVUF: Kelamcılardan farklı olarak gerçeğe tartışma yoluyla değil yaşayarak ulaşılacağını savunmuşlardır. İnsanın duygu ve sezgi yoluyla Allah’a ulaşmasını ve sevgisiyle Allah’la bütünleşmesini mümkün gören düşünce sistemidir. Zühd, dünyevi olan her şeyden el etek çekmektir. Evrende bulunan her şey gerçek varlık olan Allah’ın varlığına işaret eder. Allah’ın yarattığı her şeyi yine Allah için sevmek gerekir. 3. İSLAM FELSEFESİ: a) Meşşai Felsefesi: İslam tarihinde/düşüncesinde "felsefe" denince ilk akla gelen düşünce akımı Meşşailik akımıdır. “Bu düşünce sistemi tabiat felsefesine paralel olarak ortaya çıkmış ve çok kısa bir sürede en uygun felsefi bir sistem halini almıştır. Çağının bütün felsefe meselelerine bünyesinde yer veren Meşşailik, mantık ve matematiğe dayanır. Yani onun esas karakteri akılcı olmasıdır. Aristoteles felsefesini benimseyip İslam düşüncesi ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Aklı esas alarak dinin inanç ile ilgili temel problemlerini açıklamaya çakışmışlardır. Bu özellikleri sebebiyle özellikle Kelamcılar tarafından eleştirilmişleridir. Evrenin Allah tarafından yoktan yaratılmasına dayanan İslam dini ile evrenin öncesiz ve sonsuz olduğunu savunan Antik Çağ düşüncesini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Bunun için Plotinos’un Sudur teorisinden yararlanmışlardır. Meşşai felsefesinin temsilcileri El Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd’tür. b) Gazali Felsefesi: Mutezilenin görüşlerine karşı çıkar. İslam felsefesinde çığır açan isimlerden birisidir. Eşariye ve Tasavvuf ile uzlaşan yönleri vardır. Gazali’ye göre; akıl insanı yanıltabilir, bu nedenle gerçeğe ancak imanla, sezgiyle ulaşılır. Felsefede aklın rolünü kabul etmiş ancak akılla açıklanamayan bazı durumları iman ve sezgi yoluyla çözmeyi önermiştir. Gazali; felsefe ile Kuran’ı bağdaştırmaya çalışan Meşşaileri eleştirmiş, onların İslam inancı ile bağdaşmayan fikirlerinden dolayı TEHAFÜT EL-FELASİFE (Felsefecilerin Tutarsızlıkları/Hataları) adlı eserini yazmıştır. Eleştirilerini hiçbir otoriteye dayanmadan aklın ilkelerine göre yapmış ve orijinal bir İslam felsefesi oluşturmuştur. Gazali’ye göre duyum ve akıl insana bir yere kadar bilgi verebilir. Ona göre hakikate ancak SEZGİyle ulaşılabilir. Hakikati akıl gözü değil KALP GÖZÜ görebilir. Sezgiyi güçlendirmek yani kalp gözünü açabilmek için İmanlı bir yaşam gerekir. Gazali bilgi görüşüyle, bilgi felsefesinde entüisyonizm (sezgicilik) akımının kurucusu olmuştur. YARATICININ VARLIĞINI KANITLAMA PROBLEMİ: Eş’arî, insanın doğumdan ölüme kadar farklı biyolojik süreçlerden geçtiğini ve olgun bir varlık haline geldiğini ama insanın bu olgunluğa kendi kendine ulaşamayacağını söyleyerek bir yaratıcının olması gerektiğini savunur. El Kindî, birçok İslam filozofu gibi yaratıcının varlığını kanıtlamak için “hudûs deliline” başvurur. Hudûs, sonradan yaratılan demektir ve hudûs delili, sonradan yaratılanın zorunlu olarak bir yaratıcıyı gerektirmesi mantığına dayanır. El Kindî’ye göre âlem (evren), kadim (öncesiz) değil hadistir (sonradan olan). Onun bilfiil (eylemli olarak) gerçekleşmesi hadis olmasındandır. Âlemin sonradan yaratılan olduğunu kanıtlamak için âlemde zamanla değişim olduğunu ve zamanın olmasının da âlemin sonlu olduğuna kanıt olduğunu ileri sürer. Âlem sonlu olduğuna göre bir başlangıcı ve bir başlatıcısı vardır, görüşündedir. Âlemde düzen ve uyum olmasının Yaradan’ın varlığına ilişkin bir başka delil olduğunu savunur. Farabi, varlığı Mümkün Varlık (mümkin-ül vücud) ve Zorunlu Varlık (vacib-ül vücud) olarak ikiye ayırır. Zorunlu varlık Allah’tır. Allah, var olmak için başka hiçbir varlığa ihtiyaç duymaz. Ancak diğer tüm varlıklar, var olabilmelek için Allah’a muhtaçtır. Bu varlıklara Farabi Mümkün Varlıklar demiştir. Allah’ın ilk yarattığı varlıksa AKILdır. İbn Rüşd’e göre Yaradan’ın varlığına yönelik iki delil vardır: inayet ve ihtira. İbn Rüşd öne sürdüğü akli delilleri aynı zamanda Kur’an ayetlerine de dayandırır. İnayet Delili:Tabiat da her şey insanla uyumludur. Ateş, hava, su ve toprak insan varlığına uygundur. Bu uygunluğu sağlayan varlık yaratıcıdır. İhtira Delili: Âlemde her şey yoktan yaratılmıştır bu nedenle yaratılan şeylerin bir yaratıcısı olması zorunludur. İRADE ÖZGÜRLÜĞÜ PROBLEMİ: İnsanın eylemde bulunurken özgür olup olamayacağı, özgür olabilirse ne kadar ve hangi şartlarda olabileceği sorusu ahlak felsefesinin cevap aradığı bir soru olarak karşımıza çıkar. Bu sorulara ilişkin felsefe tarihinde birçok farklı cevaplar verilmiş, bu cevapların oluşturduğu temel görüşler “determinizm, indeterminizm, otodeterminizm, liberteryanizm ve fatalizmdir.” Determinizm (Belirlenimcilik) - Her ahlaki eylem kendisinden önceki bir olaya ve nedene dayanır. İnsan farkında olmadan DOĞA, COĞRAFYA, KALITIM, KÜLTÜR VE SOSYOLOJİ tarafından belirlenmiştir. Kişi özgürce karar veremez. Yani özgür değildir. Bu yüzden de insanlar yaptıklarının sorumluluğuna sahip değillerdir. İndeterminizm (Belirlenimsizcilik) - Ne doğada bir belirlenmişlik vardır ne de insanın duygu, düşünce, istek ve eylemlerinde. Bu yüzden insan yaptıklarında özgürdür. İnsan davranışlarını belirleyen, etkileyen, sınırlandıran hiçbir etki mevcut değildir. Yani tam özgürdür. Bu nedenle kişi sınırsız bir özgürlük içerisindedir. Bu da kişiyi davranışlarından ötürü sorumlu kılar. Liberteryanizm - Sözcük olarak otoriterliğin ve devlet etkisinin karşıtı olarak kullanılır. Bireyin doğuştan getirdiği yaşama hakkı, inanç ve vicdan özgürlüğü, özel yaşamın gizliliği gibi hak ve özgürlüklerine önem veren bir görüştür. Bireysel özerkliği savunur. Bireylerin davranışlarında hiçbir toplumsal kısıtlamanın olmaması gerektiğini savunur. İnsanın özgürlüğü koşula bağlıdır. Yasalar ve hukuksal koşullar izin verirse insan özgürdür. Yani insan koşullu özgürdür. Otodeterminizm (Özbelirlemecilik) - Kişi, bilgi ve deneyimiyle kendini geliştirdiği oranda özgürdür. Otodeterminizme göre bilmek özgürlüktür, daha çok bilmek daha çok özgürlüktür. Davranışı belirleyen birtakım etkenler olsa da özgürlük kişisel olarak elde edilebilir. Bu, kişinin ahlaki bir özerklik içerisinde olduğu görüşüdür. İnsan, sağlam bir kişilik oluşturabilmişse ve iyi bir bilgi birikimine sahipse özgürdür. Buna göre; kişilikleri gelişmiş olanlar, gelişmemiş olanlardan daha özgürdür. Yani insan koşullu özgürdür. Fatalizm (Kadercilik) - Her şeyin önceden doğaüstü bir güç tarafından belirlenmiştir. İnsanlar başlarına gelecek olayları bilseler bile bunu değiştiremezler, olaylara hükmedemezler. İnsanın seçim yapma özgürlüğü olmadığı için yaptıklarından da sorumlu olamaz. İslam felsefesinde özgürlük problemi, insanın seçme ve eylemde bulunma mantığı üzerine şekillenir. Özgürlük denildiği zaman dönem itibarıyla kader ve irade kavramları da bu problemle beraber ele alınır. Cebriye kelamcılarına göre: Davranışı yaratan Allah’tır. Davranışı tercih eden ve insana yaptıran Allah’tır. İnsan davranışından sorumlu değildir. İnsan özgür değildir. Eş’ariyye kelamcılarına göre: İnsanın seçmesi için birden fazla davranışı yaratan Allah’tır. Davranışlardan herhangi birini tercih eden ve yapan insandır. İnsan davranışından sorumludur. İnsan ne özgürdür ne de değildir. Maturidi kelamcılarına göre: İnsan istediği için birden fazla davranışı yaratan Allah’tır. Davranışlardan herhangi birini tercih eden ve yapan insandır. İnsan davranışından sorumludur. İnsan ne özgürdür ne de değildir. Mu’tezile kelamcılarına göre: İnsan istediği için davranışını kendi oluşturur, davranışının imkânını Allah yaratır. Davranışı tercih eden ve yapan insandır. İnsan davranışlarından sorumludur. Insan özgürdür. Farabi’ye göre: İnsanın amacı iyiliğe ulaşmaktır. En yüksek iyi ise mutluluktur. İnsanın iyi bir eylemde bulunabilmesi için akıllı, erdemli ve iradeli olması gerekir. Bunlardan biri eksik olursa iyi eylem gerçekleştirilemez. Akıl bilgisiyle, bir eylemin iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar verebilir; erdem, iyiyi seçer; irade ise iyi eylemi gerçekleştirir. TOPLUMSAL YAŞAMA YÖNELİK PROBLEMLER FARABİ: Farabi’ye göre insan tek başına kendisini geliştiremez ve yaşayamaz. Farabi, “Erdemli Şehir(Medinetü’l Fazıla) kitabında toplumda kişilerden birinin eksikliğinin diğeriyle tamamlandığını söyler. Fârâbî, insanların mutlu olabilmelerinin koşulu olarak kurdukları düzen içinde adaletin sağlanmasını öngörür. Adaleti de ancak devletin sağlayabileceğini ifade eder. Bilgili ve sorun çözebilme özellikleri bulunan kişi tarafından erdemli devletin yönetilmesi gerektiği görüşündedir. Erdem adalet ve yardımlaşmadır. Ancak insanlar kötülükler için de yardımlaşabilirler. Gerçek mutluluğa ulaştıracak şeylerde yardımlaşan insanlardan oluşan kent, erdemli kenttir. Erdemli kent, bireylerin yaratılış gayelerine ugun fonksiyonları icra ettikleri bilgi toplumu olabilmiş şehirdir. Ailelerin, köylere; köylerin şehirlere ve şehirlerin de devlete yönelmesi doğal bir zorunluluktur. En üstün yetkinlik, şehirde yaşayanlar tarafından elde edilebilir. Bu nedenle, kentle köy ayrımının aşılması gerektiği yolundaki bilimsel savı dile getirir. Erdemli kent, bütün organları tam olan bir bedene benzer. O bedenin bütün organları yaşamak için nasıl birbirlerine yardım etmek zorundaysa kentlerin bütün kişileri de mutlu olmak için birbirlerine yardım etmek zorundadırlar. Farabiʼye göre erdemli şehrin karşıtı olan cahil şehirde insanlar hayatın aldatıcı zevkleriyle vakit geçirirler. Tanrıʼnın varlığı hakkındaki gerçeği ve ahireti, gerçek mutluluğun mahiyetini bilmelerine rağmen şehrin yöneticileri bunları dikkate almayarak uygulamazlar. Bu durum onların erdemli şehirle aralarındaki kesin farkı oluşturur. İBN-İ HALDUN Modern tarihçiliğin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl filozofu, devlet adamı ve tarihçisidir. İbn-i Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. İbn-i Haldun, en önemli eseri olan Mukaddime’nin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peşpeşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Peki toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? İbn-i Haldun'a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu yeminle belirttiği bu ilime "Ümran ilmi" der ki, gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: "Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi" İbn-i Haldun'a göre insan toplumsal bir varlıktır. Birkaç kişi Allah'ın verdiği düşünme gücüne dayanarak ve birbirleriyle işbirliği yaparak birtakım kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür ya da kendi deyimiyle ümran doğmuş demektir. İnsanın soyunu sürdürebilmesi için aklı ve eli yeterli olmamış, aynı zamanda yardımlaşması ve toplumsal şekilde yaşaması gerekmiştir. İnsan topluluklarına bakıldığında bunların birbirlerinden farklı oldukları görülür. İbn-i Haldun, bunun sebebinin, kendi deyimiyle "geçinme şekil ve tarzlarının, iktisadî şartlar, üretim şekil ve ilişkilerinin birbirinden başka ve türlüce olması" olduğunu belirtmiştir. Bunun dışında toplulukların yerleştikleri coğrafî yerin, iklimin bu farklılıkları doğuran etkenlerden olduğunu ekler. Bu durumu ‘Coğrafya kaderdir.’ şeklinde ifade etmiştir. Benzer özelliklerine bakarak bu toplulukların sınıflandırılabileceğini söyler. Ona göre Devlet, canlı organizma gibi doğan,büyüyen,ölen bir varlıktır. Her devlet doğar, büyür ve ölür. Devlet insanların birbirine zulmetmesini önler. Devlet adaleti sağlamalı vatandaşları mutlu etmelidir. Ona göre devleti güçlü kılan toplumsal birlik duygusudur. BİLGİ PROBLEMİ Farabi’nin bilgi görüşü rasyonalizm akımıyla uyumludur. İslam felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Farabiʼye göre zorunlu varlık olan Allah, mutlak gerçekliktir ve Allahʼın doğrudan ilk yarattığı varlık akıldır. Aklın temel işlevi Allahʼı bilmektir ve akıl kendini de bilir. Farabi insanda var olduğu şekliyle aklın bazı bilgileri doğuştan getirdiğini ancak potansiyel hâldeki bu aklın mantıksal çıkarım yoluyla ve duyulara dayalı olarak bilgiyi açığa çıkardığını düşünmektedir. Bu yönüyle Aristotelesçi bir düşünür olarak Farabi duyusal ve akli olmak üzere iki tür bilgiden bahseder. Ona göre insandaki en güvenilir yeti olan akıl genelgeçer kesin bilgiyi elde eder. Öyleki bu bilgi insan için en yüce erdemdir. Çünkü insanı yönlendiren ona doğru ve yanlışın ne olduğunu gösteren böylece de insanın Tanrıʼya ulaşmasını sağlayan bir hazinedir. GAZALİ, şüphesi ve sezgisiyle Descartes ve Bergsonʼu önceleyen, etkileyen, kaynaklık eden İslam düşünürüdür. Gazali, doğru bilginin elde edilmesinde duyu ve akıl bilgisinin fonksiyonlarını vurgulamakla birlikte onları yeterli bulmadığı için bir diğer faktörden de bahseder ki o da sezgidir. Sezgiyi kendi diliyle “kalp gözü” olarak kavramlaştırır. Genelgeçer doğru – hakikat bilgisine sezgiyle (kalp gözüyle) ulaşılabileceğini söyler. Gazali kalp gözünün bütün insanlarda bulunduğunu ancak herkesin bununla aynı bilgiye ulaşamayacağını söyler. Ona göre insan günah işlediği için kalp gözünün önünde perdeler oluşur ve hakikati kavraması zorlaşır. Bunun için insan Allahʼın emir ve yasaklarına uymalı, bedeni ve ruhunu günahlardan arındırmalıdır. Böylece kalp gözünün önündeki perdeler açılacak ve insan yalnız görünenlerin değil, onların arkasındaki hakikatlerin bilgisine de kalp gözüyle ulaşacaktır. Gazali’nin kurucusu olduğu ENTÜİSYONİZM bilginin kaynağının sezgi olduğunu savunan felsefi öğretidir. Sezgiciliğe göre bilinç, nesneleri doğrudan, aracısız, olduğu biçimiyle kavrar. Objektif ve genelgeçer bilginin varlığını kanıtlamak için deney ve gözleme gerek yoktur. Akıl bunları sezgi yoluyla kavrar. Herhangi bir bulguyu analiz etmek, ondan hüküm çıkarmak için okul ve zekâ yetmez. Bunun ötesinde başka bir yetinin daha işe karışması gerekir ki o da sezgidir. Sezgi, bilgiyi bir anda yakalama ve kavrama özelliği ile içgüdü ve aklın birleşimidir. İSLAM FELSEFESİNDE BAZI FELSEFİ GÖRÜŞLER Natüralistler (Tabiyyun): Aklı tecrübeden çıkaran ve bilgilerin duyumlar aracılığıyla kazanıldığını savunan görüştür. Bilgi görüşleri empirizme benzer. (Empirizm: Bilginin kaynağı sorununda rasyonalizmin karşıtıdır. Bilgilerin kaynağı akıl değil, duyum ve deneydir. İnsan zihni başlangıçta boş bir levhadır, doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur.) Bu görüş, Tanrı ile insan arasında aracı kabul etmeyen deist yaklaşımı sergiler. (Deizm: Tanrı, evrenin yaratıcısı ve ilk nedenidir. Bu anlayışa göre Tanrı, doğanın yaratıcısı olmakla birlikte onun işleyişine hiçbir şekilde müdahalede bulunmaz. Deizm, Tanrı dışındaki kitap, vahiy, peygamber ve ahiret gibi tek tanrılı dinlerin temel kavramlarını reddeder.) Razi, önemli temsilcilerindendir. Dehriyye (Materyalist): Gerçek olan tek şeyin madde, onun da ezelî ve ebedî olduğunu savunan görüştür. Dolayısıyla bu akım filozofları Tanrı’nın varlığını kabul etmez. İbnü’r Râvendi, önemli temsilcilerindendir. Bâtınilik: Kutsal kitapların görünenden ziyade harf ve sözcüklerinden gizli manalar çıkaran görüştür. Anlam ve öz arayışı içindedirler ve biçimi reddederler. İbn Meymûn, önemli temsilcilerindendir. İhvanı Safa: Çeşitli alanlardaki düşüncelerden bir ansiklopedi meydana getirerek tüm ilimleri bir yerde toplamaya çalışan cemiyettir. İhvanı Safa felsefecileri, insanın ilahî kanunlarauygun ve erdemli yaşaması gerektiği görüşündedirler. İslam ansiklopedicileri olarak da bilinirler. İşrakilik Felsefesi: Mantığa dayalı bilginin değil mistik tecrübeye dayalı bilginin hakikati vereceğini savunan görüştür. İşrakiye, güneşin doğarak ışığın yayılması anlamına gelir. Güneşin eşyayı karanlıktan aydınlığa çıkardığı gibi manevi sezginin de insanı aydınlattığını savunur. Şahabettin Sühreverdi, önemli temsilcilerindendir. MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİNDE İNANÇ VE AKIL İLİŞKİSİ TANRI: Yeri, göğü ve ikisi arasındaki her şeyi yaratan, yücelerden yüce, sonsuz kudret ve güç sahibi, eksik ve noksan sıfatlardan beri olan, âlemlerin Rabbʼi. İNANÇ: Gönülden bir düşünceye bağlanma, herhangi bir din ve onun öğretisine inanma hâli. İMAN: Herhangi bir sözü ve söyleneni onaylama, şüphe etmeden huzur içinde dinsel olarak kutsal metinleri, Tanrıʼyı ve peygamberleri kabul etme. VAHİY: Yaratıcının insanlara, melek ve peygamberleri aracılığıyla ilettiği, insanların uymaları hâlinde dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlayacak emir ve yasakların bütünüdür. Ayrıca tanrısal buyrukların iletilme metodudur. İBADET: Yaratıcıya saygı ve onun emirlerinin gereği olarak yerine getirilmesi istenen davranışlar. Her dinin kendine özgü belli bir düzendeki biçimsel yapıp etmeleri. Hristiyan Felsefesinde İnanç ve Akıl ilişkisi: Patristik Dönemde İnanç ve Akıl İlişkisi: Tertullian, “Akıl almaz (saçma) olduğu için inanıyorum.” Tertullian’a göre akıl ilahi gerçekleri kavrayamaz. Zaten kavrayabilseydi onlar ilahi olamazdı. Aklın bir sınırı olduğunu, akılla bazı şeylerin anlaşılamayacağını dolayısıyla ilahi olanlara inançla ulaşabileceğimizi savunur. Clemens, “Anlamak için inanıyorum.” yargısında bulunmuş ve Tertullian’u eleştirmiştir. O, inanılan şeyin akıl tarafından onaylanması gerektiği üzerinde durur. St. Augustinus inancın akıldan önce geldiğini söyleyerek “Anlamak için inanıyorum.” yargısına katılmıştır. Bu yargı, bilme sürecinde ilk koşul olarak inancı işaret etmektedir. Skolastik Dönemde İnanç ve Akıl İlişkisi: Skolastik Dönem’de Aristoteles’in etkisiyle inanç ile akıl arasındaki ilişkide ilk döneme göre aklın önemi artmış ve Hristiyan dininin bilgisi, sistemli olarak öğretilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan akıl, inancın temellendirilmesi ve sistemli olarak öğretilmesi için kullanılmıştır. Ayrıca Skolastik Dönem’in sonlarına doğru akıl ve inancın ayrı alanlar olduğu görüşlerine de rastlanılır. Bu dönemin öne çıkan filozofları Anselmus, Aquinolu Thomas ve Ockhamlı William’dır. Anselmus da “Anlamak için inanıyorum.” yargısına katılır ve inancı akıl ile temellendirmeye çalışır. O, akılla inanmayı kanıtlamaya değil inanmanın getirdiği bilgiyi akılla açıklamaya çalışmaktadır. Aquinolu Thomas, “Anlamak için inanıyorum.” yargısını “İnanmak için anlıyorum.” yargısına dönüştürür. Bununla inanç ve aklın birbirinden ayrı iki bilgi alanına ait olduğunu ama bunun aralarında bir ilişki olmadığı anlamına gelmediğini ve akılla inanç alanına ait bazı bilgilerin bilinmesinin zor olduğunu anlatmaktadır. Ona göre ‘İnançla Tanrı’yı biliriz, akılla Tanrı’nın yarattıklarını biliriz.’ Ockhamlı William, inanç ile aklın birbirinden bağımsız iki ayrı alan olduğunu belirterek inancın akla, aklın da inanca müdahalesine karşı çıkmıştır. Bunun gibi düşünen filozofların tarih sahnesine çıkışları Skolastik Dönem’in sonlarında Rönesans’a doğrudur. Çünkü inancın olmadığı bir bilgi alanının varlığı, bu dönem boyunca Hristiyan dinine karşı yapılmış bir hakaret olarak görülmektedir. İslam Felsefesinde İnanç ve Akıl İlişkisi: İslam felsefesi inanç-akıl ilişkisinde insanın akıl yoluyla da inanabildiği ifade edilir. İnancın bilgisi, aklın bilgisiyle çelişkiye düşmez. İnançla akıl ilişkisinin tartışılmasında İslam kelamcıları ile filozofları arasında aşırı uçluluk görülmez. İslam kelamcıları, meseleye teolojiden çok felsefi yönden bakar. İslam filozofları da teolojiyi dışarıda bırakmaz. İslam kelamcıları, Kur’an-ı Kerim’i delil göstererek akıl ile inancı uzlaşı içinde görür. Kelamcılar, aklı genel olarak nazari (teorik) ve amelî (pratik) olarak ikiye ayırır. Nazari akıl, insanın davranışlarda var olmayan bilgileri anlamasını ve kavramasını sağlar. Amelî akıl ise insan bir şeye yönelik davranışta bulunurken onun yapılıp yapılmamasına karar verir. Akıl her ne kadar önemli olsa da İslam kelamcıları, akıl bilgisinin naklî (vahiy) bilginin önüne geçemeyeceği görüşünde birleşir. Mutezile kelamcılarının büyük çoğunluğu, akılla inancın bilgisine ulaşılabileceğini savunur. İnsanın kendi ve çevresinin bilgisinin akılla bilinebileceği, yaratıcının ve yarattığı her şeyin bilgisine de akılla ulaşılabileceği görüşündedirler. Allah’ın akla aykırı bir düzen kurmadığını ve insana akılla sorumluluk verdiğini vurgularlar. Mâturidi kelamcılarına göre ise Allah, insanları İslam inancına davet etmiştir. Bazı kişiler, inancı bozacak nitelikte hurafeler uydurmuştur. Allah’ın varlığına yönelik delil sunma biçimlerinden biri de akılla yapılandır ve bu hurafelerin kaldırılmasında akla başvurmak önemlidir. Gazâlî; aklın küçümsenmemesi gerektiğini, inancın bilgisinin bilinip tasdik edilmesi açısından önemli olduğunu belirtir. İnsanın aklı sayesinde bazı bilgilere ulaşacağı ama aklın kesin bilgi verme noktasında yetersiz kaldığı görüşündedir. Gazâlî, inanca dayalı bilginin kesinliğini, insanın ancak sezgisel olarak kalbi ile bilebileceğini belirtir. El Kindî, vahiy bilgilerinin akılla şekillenen felsefi bilgilerle aynı amaçta olduğunu belirtir. İki bilgi de hakikatin bilgisine ulaştırır. Gerçeğin bilgisini felsefenin verebileceğini ileri sürer. Dolayısıyla akılla inanca ulaşmak mümkündür. Fârâbî, din ve felsefenin konu ve amaçlarının aynı olduğu görüşündedir. İnanç ve akla dayalı bilgilerin amacının insanın en yüksek mutluluğuna hizmet etmek olduğunu ileri sürer. O, aklın pratik ve teorik her türlü bilgiyi kavrayabileceğini belirtir ve aklın doğru şekilde işletildiğinde hakikati vereceğini söyler. Aklın kanıtlama kabiliyeti olduğunu ve inanca ait bilgileri kanıtlayabileceğini ifade eder. İbn Rüşd’e göre Kur’an-ı Kerim, açık olarak var olan her şeyi akıl yoluyla değerlendirmeye insanları davet etmektedir. Dolayısıyla felsefenin dinle çatışmadığı aksine uzlaşı içinde olduğu görüşündedir. Hakikate götüren yollardan biri olan akılla bilgiyi ortaya koyan birinin kişisel durumlarına bakılmaması gerektiğini, önemli olanın bilginin akılsal olup olmadığının ortaya konması gerektiğini belirtir. İbn Rüşd açısından akılla doğru bilgiye ulaşılır ve akılsal olan inançsal olandır. ANADOLU BİLGELİĞİ Anadolu Bilgeliği Maddi dünyanın geçiciliğine işaret etmekle birlikte asıl sağlamak istediği gönül terbiyesidir. Ahlak ve sevgi temelli düşünce sistemini kendisine yol edinen Anadolu bilgeleri her şeyin varlık sahibi ve var edeni olarak Tanrıʼyı görür. Tanrı evren ilişkisini anlamaya çalışırken “aşk” ve “sevgi”yi temele alırlar. Ahmet Yesevi (1093-1166) Anadoluʼda tasavvuf düşüncesinin doğup yayılmasında etkili olan ilk mutasavvıflardandır. Öğretisini “ehlibeyt” sevgisini de içeren ilahî aşk doğrultusunda biçimlenen tasavvuf anlayışı üzerine kurmuştur. Hoca Ahmed Yesevi, Türkçe yazdığı dinî şiirlerde Allah sevgisini işlemiştir. Onun Yaratıcıya karşı duyduğu sevgi ve bağlılık tüm yaratılmışları sevmesinin ve onlar için de iyiyi istemesinin temel nedenidir. Her şeyin ilahî bir tecelli olduğunu ve her şeyi gönülden sevmek gerektiğini ancak bu şekilde Tanrıʼya ulaşılabileceğini söyler. Bunu ırk, din, dil, mezhep vb. ayrımı gözetmeksizin tüm insanlığa karşı hoşgörülü olmak gerektiğini söyleyerek formüle eder. Şiirleriyle de bunu gerçekleştirir. Mevlâna Celâlettin Rumi (1207-1273) İlk Anadolu bilgelerindendir. Allah sevgisi, öğretisinin temelini oluşturur. Mevlânaʼya göre sevgi duygusuna sahip olmasıyla insan diğer varlıklardan ayrılır. Bu nedenle insan özel bir öneme sahiptir. Tanrıʼnın kudret numunesi şeklinde yaratmış olduğu varlıklar dünyasının güzelliklerini keşfetmek, görmek ve takdir etmek yaratılmışların en şereflisi (eşrefi mahlukat) olan insana mahsus bir özelliktir. Mevlânaʼya göre idrak özelliğine sahip olan insan, evrendeki birlikten hareketle Tanrıʼnın yüceliğine ulaşır. Varlıkları var olma nedeniyle birlikte görebilme yetisi ancak insanın yaratıcısına karşı olan sevgisiyle mümkündür. Hacı Bektaş Veli Bir diğer Anadolu bilgesi ve mutasavvıfı 13. yy.da yaşamış olan Hacı Bektaş Veliʼdir. Ona göre Allah her şeyin aslı ve onu sevmek de ahlakın temelidir. Bu sevgi, bilgi ve ahlaklılıkla ortaya çıkar. Hacı Bektaş Veli, Tanrı sevgisine bağlı olarak bütün yaratılmışlar ve diğer insanlara karşı sevgi duymak gerektiğini söyler. Onun felsefesi bu doğrultuda evrensel bir nitelik kazanarak günümüze kadar gelmiştir. Dikkate değer şu sözleri onun düşüncelerini özetler: “Hiçbir milleti ve insanı ayıplama.” “İncinsen de incitme.” “Eline, diline, beline sahip ol.” “Daimi mutlu olmak istersen herkesle dost ol, kimseye kin ve haset besleme.” “Yolumuz ilim, irfan ve sevgi yoludur.” Yunus Emre (1240-1321) “Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz.” Yaşamı ve şiirleriyle Anadolu bilgeliğinin önemli temsilcilerinden biridir. Ona göre mutlak varlık olan Tanrı tektir ve her şey onun tarafından yaratılmıştır. Yunusʼa göre Tanrıʼya ulaşmanın tek yolu vardır o da sevgidir. İnsandaki bu Tanrı sevgisi insanın diğer varlıkları da sevmesini gerektirir. İnsan varlıklar âlemine sevgiyle bakabilmeli ve onda Tanrıʼnın kudret ve merhametini görebilmelidir. Yunus Emreʼye göre sevgi birleştirici ve bütünleştiricidir. Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlıktır. Sevginin olmadığı yerde öfke, kırgınlık, çözülme ortaya çıkar. Öyleyse insan her şeye sevgiyle bakabilmelidir. Sevgi, bilgelik ve olgunluk işidir. İnsan kendini, varlığı ve Allahʼı sevgiyle bilir. Ahmet Yesevi, Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi mutasavvıfların görüşleri Anadoluʼda hem halkın eğitimi ve toplumsal barışın korunmasında hem de manevi birliğin sağlanmasında etkili olmuştur. Onların fikirleri Hacı Bayram Veli, Aşık Paşa, Ahmedi gibi şahıslar eliyle sonraki dönemlerde Anadoluʼda toplumsal birliği sağlayıcı işlev görmüştür. Tasavvuf, Tanrı’ya sevgi ve sezgi yolu ile varmanın yoludur. Ahlakın temelinde ‘ilahi sevgi’ bulunur. Tasavvufun temelinde ‘Tanrı’dan başka varlık yoktur.’ fikri yer alır. Bu düşünce ‘Vahdet-i vücûd’(varlığın birliği)tur. Evren Tanrı’nın görüntüler alanıdır. Tasavvufta en değerli varlık insandır. Panenteizm: Tanrıʼyı evrenle özdeş kabul eden panteizmden farklı olarak her şey Tanrıʼya bağlanır fakat her şey Tanrı değildir, her şey Tanrıʼda içkindir. Bu anlayışa göre Tanrı, evrene aşkındır, öyleyse Tanrı ile evren özdeşliğinden bahsedilemez. Vahdet-i vücûd düşüncesi panenteizmle benzerlik gösterir. ÜNİTE 3: 15. - 17. YÜZYIL FELSEFESİ 12. YÜZYIL ÇEVİRİ FAALİYETLERİNİN 15. YÜZYIL-17. YÜZYIL FELSEFESİNE ETKİSİ 12. yüzyıl çeviri hareketinin tarihsel seyrine bakıldığında bazı önemli olaylar şu şekildedir. • 12. yüzyılda Afrikalı Konstantin, Tunus’tan getirdiği tıp alanındaki eserleri Salerno’da Latinceye kazandırmıştır. • 13. yüzyılda Roma İmparatoru II. Frederick, İslam ilimlerinin yakından öğrenilmesi için 1224’te Salerno’da bir üniversite kurdurmuş ve buraya mütercimlerin atanmasını sağlamıştır. Çeviri faaliyetlerinin Avrupa’ya yayılmasında bu üniversite kaynaklık etmiştir. • 13. yüzyılda çeviri hareketi Almanya ve Fransa’ya yayılarak 14. yüzyılda bütün Avrupa’yı etkisi altına almıştır. • Çevirilerle kazanılan birikim, başarılı bir dönüşüme uğramış ve 15. yüzyılda İtalya’da başlayacak Rönesans için zemin hazırlamıştır. • 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar astronomi ve matematik bilginlerinin Latinceye çevrilen eserleri ve ele aldıkları problemlere yönelik çözümleri; bu yüzyıllarda yaşamış Kopernik, Galilei, Newton ve Leonardo D. Vinci gibi bilim insanlarının tartışmaları arasına girmiştir. • İslam felsefesinde tartışılan problemlerin çeviriler yoluyla inanç, varlık ve bilgi gibi felsefi konularda Batı filozoflarını etkilediği görülmektedir. • Çeviride ulaşılan kitap, buluş, harita ve aletler Avrupalı bilim insanları tarafından kullanılmış ve geliştirilmiştir. Bu durum, Avrupa’daki bilim çalışmalarında tekniğin de ilerlemesine katkıda bulunmuştur. RÖNESANS FELSEFESİ: Rönesans adı verilen çağ bir geçiş dönemidir. Avrupa kültür çevresinin iki büyük çağı arasında bir köprüdür. Yeni Çağın girişi ve ilk basamağıdır. Rönesans "yeniden doğuş" demektir. Yeniden doğuş, Antik Çağ felsefesinin yeniden ele alınmasını işaret eden bir kavramdır. Antik Çağ felsefesinin aklı temele alan yapısı, Rönesans’ın esin kaynağı olmuştur. Dar anlamda, Antik Çağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğmasıdır ama bu Rönesans'ın ancak bir yönüdür. Çünkü burada yeniden ortaya çıkan sadece bu incelemeler olmayıp, Antik Çağla Orta Çağın vardığı sonuçların yeni bir formla görünmesidir. Rönesans'ın aralarında köprü kurduğu çağlardan biri Orta Çağ, öteki de Yeni Çağdır. Bunların her ikisinin de kendilerine özgü bir değerler sistemi, bir dünya görüşü ve bunların oluşturduğu kurumları vardır. Rönesans, Orta Çağ düzeninin çözülüp, Yeni Çağı oluşturacak ilkelerle düşüncelerin artık belirmeye başladıkları dönemdir. Rönesansı hazırlayan gelişmenin gözle görülür bir hale geldiği dönem, 14. yüzyıldır. Bu dönemde Orta Çağ hayatında büyük bir değişiklik başlamıştır. 14. yüzyılda ayrı ayrı ulusal devletler ortaya çıkmıştır. Ekonomide yeni gelişmeler görülmüştür. Bunlar da Kilise'nin maddi gücünü sarsmış, şehirli orta sınıfın yeni hayat görüşü artık Kilise'den yavaş yavaş kopmaya başlayan yeni bir eğitime yol açmıştır. Coğrafi Keşifler Bu dönem aynı zamanda bir keşifler çağıdır. Coğrafi keşifler sayesinde bulunan yeni kıtalardan ve ülkelerden Avrupa’ya değerli madenler getirilmiştir. Coğrafi keşiflerin başlangıcında İspanya ve Portekiz hakimiyeti ortaya çıkmıştır. Ancak ingiltere, Hollanda gibi ülkeler bu hakimiyeti kırmış ve avantajlı duruma gelmişlerdir. Bu çağ içerisinde denizcilikte de ilerlemeler ortaya çıkmıştır. Bunların yanı sıra bütün dünyada ticari faaliyetlerle yayılma gösteren Avrupa, sömürgecilik yapmıştır ve bu da sermaye birikiminin önemli bir yolu olmuştur. Coğrafi keşiflerle gelen değerli madenler Avrupa’da fiyatların hızla artmasına yol açmıştır. Bu arada İngiltere yönündeki şiddetli talep nedeniyle, büyük toprak sahiplerinin kapattıkları kamu arazileri oluşmuştur. Topraklar büyük ölçüde koyun beslemeye yönelik tahsis edilmiş, yün üretimi ve yöntemi kapitalist üretimin belirleyicisi olacaktır. İlk sermaye birikiminin yolları bunlardır. Dünya ölçeğinde ticaret, değişik ülke tacirlerinin çıkarlarını çatışır hale getirmiş, güçlü devletlerin tüccarları diğerlerine karşı korunmuş ve böylece güçlü devlet fikri önem kazanmıştır. Merkantilizm Merkantilizm Orta Çağın sonları ile sanayi devrimi arasında kalan dönemdir (1500-1800).Avrupa’ya özgüdür, orada doğmuş ve gelişmiştir. Döneme damgasını vuran iktisadi faaliyet türü “ticaret”tir. Zamanın Avrupasında ticaretteki artış, geçimlik tarımı yıkmış ve piyasaya yönelik üretim yapılmasına yol açmıştır. Sanayi üretim alanında ise; ev-sanayi şeklinde başlayan sanayi kapitalizminin ilk biçimi ortaya çıkmıştır. Bu sistemde sermaye sahibi hammaddeyi evlerinde çalışmak isteyenlere veriyordu. Daha sonra bu tip üreticiler bir üretim merkezinde toplanarak üretim gerçekleşiyordu. Böylece manifaktür üretim ortaya çıkmıştır. Manifaktür üretim, eski tarz zanaat üretimi ile makineli sanayi arasında bir köprü görevi görerek fabrika sistemine geçiş için gerekli koşulları hazırlamıştır. Bu dönemin önde gelen toplumsal kesimini sanayiciler, büyük tüccarlar ve bankacılar oluşturmaktadır. Mutlak Merkeziyetçi Ulus Devletler Değerli madenleri ülkede tutmak ve bu madenlerin dışarıya çıkmasını engellemek merkantilizmin ana amacı olmuştur. Bunun 2 yolu vardır: 1. Dış Ticaret 2. Sömürgecilik (Kolonizasyon) Merkantilizmin diğer bazı özellikleri de şunlardır: 1. Üretimde imalat kesiminin üstünlüğünün kabulü 2. Himayecilik (korumacılık) 3. Milli Ekonomik Birlik; Mutlak Merkeziyetçi Milli Devlet Öğretisi Reform Ticari faaliyette gelişmeler yaşanırken ticari faaliyete yönelik dini tavırda değişmeler olmuştur. Protestanlık, Hristiyanlığın en büyük üç ana mezhebinden biridir. 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin'in öncülüğünde Katolik Kilisesine ve Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin sonucunda doğmuştur. Papazlara ihtiyaç duymaksızın Kitab-ı Mukaddes'i okuyabildikleri için, her vaftiz edilmiş inananın aracı bulunmadan rahiplik yetkisi olduğuna inanan Protestanlar Kitab-ı Mukaddes'i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Reform hareketi Avrupa’da kilisenin düşünsel, siyasi ve iktisadi hegomonyasını kırmış, otoritesini zayıflatmıştır. Kalvenizm ya da Kalvinizm, John Calvin'in 16. yüzyıl başlarında ortaya attığı görüşlere dayanarak kurulan bir Hristiyanlık mezhebidir. Bu dinsel inanç sistemi, ilk kez Cenevre'de, daha sonra Hollanda, İskoçya, Almanya ve Fransa'da kurulan yeni kiliselerde örgütlendi. Protestan Kalvinizm mezhebine göre dürüstlük ve çalışkanlık birinci sırada yer alır. Bu, o dönem örneğin Hollanda'da yükselen ekonomiyi de destekleyen bir inanç şekliydi. Calvin, bir eylemi değerlendirmede niyeti kıstas alarak faizi ve ticareti meşru kabul etmiştir. Kalvencilik ticareti yalnızca hoş görmekle yetinmemiş, ayrıca ticaret etkinliğini yüceltmiş ve ermişliğin bir işareti saymıştır. Zenginlik peşinde koşmak en yüce amaç durumuna getirilmiştir. Kültürün bütünündeki bu değişmeler, felsefede de kendini göstermiştir. Rönesans felsefesinde bir yandan eskiyle yeninin şiddetle çarpıştığı, öbür yandan bunların şaşı1acak şekilde bağdaşıp birbirine karıştığı gözlenir. Bu nedenle Rönesans düşüncesi çelişmelerle doludur. Rönesans düşüncesinin genel özellikleri şöyle sıralanabilir: l. Orta Çağda felsefe din merkezlidir. Hristiyanlık bu çağda, kendi ilkeleriyle cok sıkı birliği olan bir kültür yapısı kurmuştu. Felsefe bu büyük kültür organizması içinde sadece bir organdı. Ona düşen görev, Kilise'nin öğretilerini desteklemekti. Buna karşılık, Rönesans'ta kültürün bütününde olduğu gibi, felsefede de ana eğilim, kendini her türlü bağlılıktan sıyırmak, yalnız kendine dayanmak, kendini arayıp bulmaktır. Bunun için de rönesans düşüncesi dünya ve hayat üzerindeki görüşlerine sadece deneyin ve aklın sağladığı doğrularla şekil vermeye çalışır. Bu doğruların da aranması gereklidir. 2. Orta Çağ felsefesi kendi içinde kapalı bir sistemdi. Bu sistem hiç kimsenin, hiçbir ulusun malı değildi. Katolik Kilisesi çerçevesinde toplanmış bütün Hristiyan ulusların ortak malıydı. Zaman içinde yapılan şey, bu ortak kültürün unsurlarını işlemekten ibaretti. Kullanılan dil Latinceydi. Rönesans'taysa bu tek sistemin yerine bir sistemler çokluğu geçmiştir. Artık düşünür kendisini ortak bir eserin arkasına gizlemez, tersine eserinde kişiliğini tüm ağırlığıyla belirtir. Latince bırakılıp milli diller kullanılmaya başlanır. 3. Orta Çağda filozoflar din adamlarıydı. Rönesansta bu durum değişmiştir. Artık felsefeyi yapan ve işleyenler yazarlar, araştırmacılar ve üniversite hocalarıdır. 4. Orta Çağ filozofu, doğrunun bulunmuş olduğuna inandığı için “yeni”yi aramaz, sadece hazır olduğu bir tabloya daha sağlam bir temel kazandırmaya çalışır. Rönesans filozofuysa, kendisini yeni ilkeler getiren bir dönemin temsilcisi sayar. Bu nedenle onun istediği, hazır olarak karşısında bulduğu bir malzemeyi saklayıp sağlamlaştırmak, sistemleştirmek değildir. Hiç yorulmadan yeniden yaratmak, eskiyle savaşmak, işleyeceği araçları arayıp bulmak ve genişletmektir. 5. Orta Çağ düşüncesinin bir birliği vardır, yolu ve amacı birdir. Oysa Rönesans'ta bu birlik bozulmuştur. Artık doğruya ulaştıran yol bir tane değildir. Düşüncenin üzerine eğildigi konu da bir tane değildir. Bu nedenle Rönesans'ta çok sayıda fikir akımı görürüz. Bütün bu fikir akımları bir noktada birleşir: Skolastiğe karşı çıkmak. 6. Orta Çağın sonlarına doğru bu çağın özgür olmayan, belli sınırlar içine sıkıştırılmış bütüncü dünya görüşü çözülmeye başlayınca yeni özgür hava içinde Antik Çağın çesitli problemleri birer birer ele alınmaya başlamıştır. Rönesans yeniye şekil verirken, Antik Çağ’ın bıraktığı yerden işe başlamıştır. Önceleri, büsbütün yeni olan problemler ortaya koymamış, problemlerini Antik Çağ’da bulmuştur. Rönesansın bu problemleri işleyişi de, başlangıçta orijinal degildir. Ancak, Antik kültürle iyice tanıştıktan, onun büyük okulunda yetiştikten sonradır ki, Rönesans düşüncesi kendisinin olan ürünleri vermeye başlayacaktır. 7. Orta Çağda Aristoteles ve Platon’un tüm eserlerine ulaşılamamıştı. Az sayıda eserle Aristotelesçilik ve Platonculuk oluşturulmuş ve dogmatik Orta Çağ düşüncesine temel oluşturulmuştu. Özellikle Arapçadan yapılan yeni çevirilerle bu iki filozofun eserleri ve düşüncelerinin dogmatik Orta Çağ düşüncesiyle örtüşmeyen noktaları da keşfedildi. Tüm felsefe tarihini etkileyen Platon ve Aristoteles’in etkisini 15-17. yüzyıl felsefesinde yakından görmek mümkündür. Bu etki daha çok İslam felsefesi üzerinden yapılan çevirilerle kendini gösterir. Antik Yunan düşüncesinin hem orijinal hem de yeni yorumuyla tanışan Batı coğrafyası bu felsefelerde oluşan düşünceler çerçevesinde hızla gelişir. Platon ve Aristoteles akademileri kurulur ve onların felsefeleri üzerine yoğunlaşılır. Bu durum zamanla insan aklını merkeze alan hümanizm anlayışını doğurur. 8. Skolastik Dönem sonrası bu skolastik düşünceye ait olan tüm unsurlarda değişim yaşanmıştır. Rönesansla başlayıp 17. yüzyılda pekişen düşünce sistemine modern düşünce adı verilir. SKOLASTİK DÜŞÜNCE MODERN DÜŞÜNCE Felsefenin konusu dindir. Felsefenin konusu insan, doğa ve evrendir. Teoloji, felsefeye egemendir. Bilim felsefeyi etkilemiştir. Doğa, din ve akıl ile açıklanabilir. Doğa, deney ve akılla açıklanabilir. Hayatın tüm unsurları dine bağlıdır. Toplumsal hayat dünyevidir. Birey geri plandadır. Birey ön plana çıkmıştır. Bilim, Tanrı’nın yarattığını anlamak için önemlidir. Bilim, sağlayacağı yarardan dolayı önemlidir. Düşünürler, kiliseye bağlıdır. Düşünürler, otoriteye bağlı değildir. İnanç merkezlidir. İnsan merkezlidir. Hukuk, kilisenin etkisindedir. Hukuk alanında devlet belirleyici unsurdur. 15. YÜZYIL – 17. YÜZYIL FELSEFESİNDE ÖNE ÇIKAN KONULAR VE GÖRÜŞLER: A) HÜMANİZM: Rönesans Felsefesi' nin ilk problemi “insan problemi”dir. İnsanı arayan, insanın özüyle dünyadaki yerinin ne olduğunu araştıran çalışmalara Rönesans'ta hümanizm adı verilmiştir. Hümanizm ilkin İtalya' da gelişmiştir. Zaten tüm Rönesans fikir akımlarının ilk olarak görüldükleri ülke, İtalya'dır. Çünkü coğrafya ve tarih koşulları bakımından en elverişli yer İtalya'dır. İtalya, Roma İmparatorluğu' nun ana yurdu olması nedeniyle Antik Çağ kültürünün yoğunlaştığı yerdir; Orta Çağ kültürünün de ağırlık merkezinin bulunduğu yerdir. Rönesans'ın ilk başarısı, benliğini bulmuş, kişiliğini duymuş insanı ortaya koymasıdır. Orta Çağ insanı, Kilise ve onun oluşturduğu kültür bütünü içinde belli görevleri olan bir insandır. Bu nedenle “Birey olarak ben neyim?" diye sormaz. O, bütün içinde değerlendirilir; oysa Rönesans, insanı kişiliğini arayan bir birey olarak ortaya koymuştur. Hümanizm terimsel tanım açısından "sevgi" içermez. Daha felsefi ve bilimsel bir temeli ifade eder. Türkçe karşılığı "insanmerkezcillik"tir. Orta Çağın din merkezli düşüncesi geri plana atılır ve insan-merkezcillik esas alınır. Bu kavram psikolojik derinliği olan sübjektif bir kavram (sevgi ve benzeri duygu durumları) değil, felsefi temelli objektif bir kavramdır. Örneğin bir fiilin değerlendirmesinde kilisenin hoşnutluğu değil "insana faydası/hoşnutluğu" esastır. Yine kanunların düzenlenmesinde din merkezli değil insan-merkezli oluşturulmuş düşünceler önermektedir. Hümanizm özellikle edebiyat alanında etkili eserler vermiştir. İngiltere’de William Shakespeare’in (1564 –1616) Hamlet, Kral Lear, Othello ve Macbeth'i; İspanya’da Cervantes’in (1547 —1616) Don Kişot’u hümanist edebiyatın en önemli eserlerindendir. B) BİLİMSEL YÖNTEM: Rönesans'ta doğa kendisine merakla yönelinen, sırlarla dolu, bilinmeyen bir dünyadır. İnsanların dikkati Arapçadan Latinceye yapılan çeviriler ve coğrafi keşifler sonucu doğaya yönelmiştir. Daha önceki astronomi tablosu Batlamyus’un Dünyayı merkeze alan görüşlerine dayanırken, Rönesans'ta “Güneş merkezli sistem” benimsendi. Güneş merkezli sistemi Copernicus (Kopernik) ortaya koymuştur. Kilisenin kabul ettiği Dünya merkezli evren tasavvuru, Güneş merkezli sistemin ortaya atılmasıyla yıkılmıştır. Kilisenin bu alandaki yanılgısının siyasi sonuçları da olmuş, kilisenin otoritesini kaybetmesini hızlandırmıştır. Rönesansın bilimsel önermeleri Aristoteles fiziğine de ters düşmekteydi. Rönesans düşüncesine göre Yer ve Gök aynı yasalara bağlıydı. Güneş merkezli sistem, kendisine temel olarak Aristoteles fiziğini alamazdı. Onun temel alacağı fizik, Galileo tarafından oluşturuldu. Galileo, fiziğin artık sayılarla ifade edilmesi gerektiğini savundu. Nedenlerin de sonuçların da bu evrende olduğunu söyledi. Neden yoksa, sonuç da yoktu. Daha önceleri bilim, "Niçin?" sorusuna cevap ararken, artık “Nasıl?" sorusuna cevap aranmaya başlandı. Tüm bu gelişmeler, yeni bir araştırma yönteminin de bulunmasını gerektirmiştir. Bacon, Aristoteles mantığına karşı çıkarak, tümdengelim yönteminin yeni buluşlar için yeterli bir araç olamayacağını savunur. Tüm bu değişmeler Rönesans'ın doğa anlayışını şu noktalarda yoğunlaştırır: 1. Doğa sonsuz bir değişme içindedir. Bu değişme, doğada hiçbir şeyin yok olmayacağı fikrini de beraberinde getirir. Her şey sadece şekil değiştirir. Ölüm bile hayatın değişmesidir. 2. Deneyin ölçüsüne vurulmayan hiçbir düşünce doğruyu vermez. Bu nedenle peşin yargılardan kaçınmak gerekir. 3. Yeryüzü ve gökyüzü aynı yasalara bağlıdır. Her ikisinde de aynı gelişme ve değişme gözlenir. Her ikisi de aynı açık kurallara göre işler. 4. "Bilmek hâkim olmaktır." görüşü Rönesans düşüncesinde önem kazanır. Doğa dünyasının bilgisiyle, insan kendisini daha güçlü kılacaktır. 5. İnsan doğayı anlayabilir; çünkü kendisi de doğanın bir parçasıdır. Bu nedenle insanı araştırmak, doğayı araştımaya götüren yoldur. 6. Rönesans'ın yeni bilgilere varma eğilimi tümevarım yöntemini de ortaya çıkarmıştır. Bir ispat ve çürütme yolu olan tümdengelimin doğa bilimleri alanında yetersiz kaldığı ortaya konmuş deney ve gözleme dayanan tümevarım, bir keşif yöntemi olarak ön plana çıkmıştır. Nicolaus Kopernik: Kopernik’in yeni bir evren sistemini öne süren teorisi şu temel ilkelere dayanır: Gezegenler, sanılanın aksine dünyanın değil güneşin etrafında dönmektedir. Dünya, kendinde durağan değildir hatta dünyanın dönüşleri vardır. Dünya, kendi ekseni etrafında bir günde Güneş’in etrafındaysa bir yılda dönüşünü gerçekleştirir. Bu döneme kadar Aristoteles etkisi altında Batlamyus (Ptolemy) tarafından ileri sürülen evren sistemi kabul edilirdi. Bu sisteme göre evren, ay altı ve ay üstü olarak iki kısımdan oluşur ve bunların yasaları farklı görülürdü. Dünya, merkezde sabit hâlde durur ve diğer gezegenler, yıldızlar ve Güneş; Dünya’nın etrafında dönerdi. Gece ve gündüz döngüsü, yıldızların hareketleri ve benzeri durumların dünya üzerindeki etkilerine yönelik oluşan problemlere bu evren sistemiyle pratik cevaplar verilirdi. Kopernik, gök cisimleriyle dünyadaki cisimlerin fiziksel özelliklerinin aynı olduğunu savunmuştur. Kopernik’in ortaya attığı sistem, Ptolemy sistemine karşılık çok sayıda gözlem verisini tek nedende açıklama imkânı sağlamıştır. Kopernik’in güneş merkezli evren görüşü, düalist evren anlayışından monist evren anlayışına geçilmesinde etkili olması bakımından öncelikle 15-17. yüzyıl felsefesini etkilemiştir. Francis Bacon: Aristoteles’in “tümdengelim” yöntemine karşı Bacon, “tümevarım” yöntemini öne sürer (Görsel 3.7). Bacon’a göre doğru düşüncenin önünde engeller, yanlış fikirler ve onun tabiriyle idoller vardır. Doğayı bilmek ona yönelimle başlar. Bu yönelimin sonuçlarının doğru bilgi oluşturabilmesi için önceki yaşamın tecrübe ve etkilerinden aklın sıyrılması gerekir. Doğanın doğru bilgisi için ilk önce ona yönelen zihin; kuruntulardan, ön yargılardan ve putlardan yani F. Bacon’ın adlandırması ile “idol”lerden kurtulmalıdır. Ona göre zihne engel dört put yani dört idol vardır: kabile (soy), mağara, çarşı-pazar ve tiyatro idolleri. İdoller: 1. Kabile (Soy) İdolleri: İnsan doğasına yerleşmiş ön yargılardır. Duyuların nesneleri kavrayışında ilk olarak aklın doğal yapısından kaynaklanan hatalar meydana gelmektedir. Akıl, bilme süreci içinde nesnelere kendince benzetmeler yaparak bilgi oluşturur. Bu bilgilerde hata barınabilir. 2. Mağara İdolleri: Bu idoller kişisel özelliklerden oluşur. Bir tür algıda seçiciliktir. Mağara isimlendirmesi, Platon felsefesindeki mağara benzetmesinden gelir; her insan, kendi ruhsal mağarasının ışık ve gölgelerinden etkilenir. 3. Çarşı-Pazar İdolleri: İnsanın toplumsal yapısının bir yönü olan dil alanındaki ön yargı ve putlardır. Sözcüklerin kullanımıyla oluşan farklı anlamların yarattığı yanılsamalar vardır. Bu idoller, iyi tanımlanmamış ve kabaca soyutlanmış şeylerin isimlerinden oluşur. 4. Tiyatro İdolleri: Bu idol, bazı düşüncelerin otorite olarak kabul edilmesinden kaynaklanır. Bununla birlikte yanlış kanıtlama yöntemleri de bu idolün oluşmasını sağlar. Galileo Galilei: Duran bir cisme dışarıdan bir kuvvetle müdahale edilmediği sürece cismin hareketsizliğini sürdürdüğünü belirten “eylemsizlik ilkesi” ve yüksek bir yerden serbest bırakılan cisimlerin sabit ivme göstereceğini belirten “serbest düşme yasası” Galilei’nin keşiflerinin önde gelenlerindendir. Galilei, gökyüzünü gözlemlemek için teleskobu kullanan ilk bilim insanı olmuştur. İlk gözlemlerinde Güneş üzerinde bulunan ve dünyadan bakıldığında gölge olarak düşünülen karartının aslında Güneş’e ait özel lekeler olduğunu keşfetmiştir. Kopernik’in güneş merkezli evren sistemini savunduğu için kilise tarafından engizisyon mahkemesinde yargılanan Galilei, yapmış olduğu çalışmalarla ve özgür düşünceyi öne çıkarmasıyla 15-17. yüzyıl felsefesini etkilemiştir. Çalışmaları, modern fiziğin temellerini oluşturması açısından önemlidir. Isaac Newton: İngiltere’deki bir kasabada çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 27 yaşında Cambridge Üniversitesinde profesör olmuş ve bilime katkısı nedeniyle kraliyet adına şövalye ilan edilmiştir. Ünlü Newton Kanunları’nın da bulunduğu “Doğa Felsefesinin Matematiksel Prensipleri” ve “Optik” adlı eserleri yazmıştır. Galilei’nin eylemsizlik ilkesi üzerine çalışmalar yapmış ve bu ilkeye kütle olarak bilinen nicel özellikteki kavramı eklemiştir. Fiziğin en önemli yasalarından kabul edilen “hareket yasalarını” ortaya koymuştur. Bu yasalarla cismin hareketinin matematiksel olarak hesaplanabilmesinin önü açılmıştır. Newton, hareket yasalarının yanında kütle üzerine yapmış olduğu incelemelerle de günümüzde yer çekimi kanunu olarak bilinen “Kütle Çekim Yasası”nı keşfetmiştir. Bu yasayla serbest bırakılan tüm cisimlerin ve gök cisimlerinin hareketlerinin nedenini açıklamıştır. Newton’a göre havaya atılan bir cismin yere düşmesinin nedeni, yer kürenin havaya atılan cisimden kütle olarak ağır olmasıdır. Gök cisimlerinin düzenli hareket göstermesinin nedeni de kütle çekimine bağlı olan bir denge durumudur. Newton, geleneksel felsefenin olgulara yönelik açıklamasını derinden sarsmış ve felsefede yeni bakışların doğmasına neden olmuştur. Evrenin akılla bilinebileceğini destekleyen görüşleri, 15-17. yüzyıl felsefesinin yanında 18-19. yüzyıl felsefesini de derinden etkilemiştir. Newton’ın mekanist evren anlayışı, Batı’nın doğaya yönelik geleneksel bakışını terk etmesinde etkili olmuştur. C) KARTEZYEN FELSEFE: RENE DESCARTES (Röne Dekart (1569 – 1650): Yalnız Yeni Çağ felsefesinin değil, yeni matematik ve yeni doğa biliminin de kurucuları arasında yer alır. Kendisinden artık şüphe edilemeyecek mükemmel bir bilimi arar. Bu sarsılmaz bilime, ancak matematiğin yürüdüğü yolla ulaşılabileceğine inanır. Matematik, tıpkı formel mantık gibi bağlantılı ve açık seçik olmalıdır. Zaten bilineni öğretmekle kalmamalı, bize yeniyi de öğretmelidir. Descartes gününün matematiğinin bu eksikliklerini matematiğin yöntemini geometriye aktarıp, analitik geometriyi kurarak gidermiştir. Felsefede de yapılacak şey, düşünmeye başlarken, doğruluğunu doğrudan doğruya kavrayabileceğimiz, aritmetiğın birimleri gibi olan sağlam bir nokta bulmak ve bunun üzerinde bir birleştirme yapmaktır. Aradığı sağlam noktayı bulmak için, şüpheyle işe başlayan Descartes'in şüphesi bir yöntem şüphesidir. Doğru bilgiye varmada bir araçtır ve "metodik şüphe" adını alır. Çevremizdeki her şey hakkında duyular yoluyla bilgi ediniriz; ama duyular bizi yanıltabilir. Şu hâlde çevremizdeki her şeyden, diğer insanların ve hatta Tarm'nın bile varlığından şüphe duyabiliriz. Geriye kalan ve artık kendisinden kuşkulanamayacağımız kesin bilgi, şu anda şüphe etmekte olduğumuzdur. Şüphe etmek, düşünmektir. Bir varlığın düşünmesi içinse, var olması gerekir. Böylece Descartes, "Düşünüyorum, öyleyse varım." sonucuna ulaşrmş olur. Görüyoruz ki, duyulardan ve deneyden değil, akıl ve düşünceden işe başlamştır. Bu nedenle rasyonalist bir düşünürdür. Aynca insan düşüncesinin sağlam bilgilere ulaşabileceğine inandığından dogmatiktir. "Düşünüyorum, öyleyse varım." önermesi Descartes'ın uzun ve dolambaçlı bir şüphe yolunun sonunda varmış olduğu kesin, artık sarsılamaz olan doğrudur. Bir bilginin açık olmasının belirtisi, bu bilginin objesinin bize doğrudan doğruya verilmiş olmasıdır. Bilincin içindekiler bize, başka bir şeyin aracılığıyla verilmez. Bunları doğrudan doğruya biliriz. Bu nedenle "Düşünüyorum, öyleyse varım." önermesi bilinçle bilincin dışmdaki dünyayı birbirinden kesin olarak ayırdığından seçiktir. İnsan ruhunda doğuştan gelen fikirler vardır. Örneğin Tanrı fikri bu türdendir. Herkes için Tanrı en yetkin, en mükemmel varlıktır. Bu fikir bize duyularımız yoluyla, dış çevreden gelmiş olamaz; çünkü ne dış çevre o kadar mükemmeldir ne de duyulanmız bize böyle mükemmel bir varlık hakkında fikir verebilir. Bu fikri bizim ruhumuza koyan, Tanrı'nın kendisidir. O hâlde. Tanrı vardır. Tanrı kavramı da bilinç kavramı gibi açık ve seçik bir kavramdır. Tanrı'nın var oluşunun böylece kanıtlanması, Descartes'ın geri kalan şüphelerınin de ortadan kalkmasında bir kaldıraç rolü oynar. Yetkin bir Tanrı varsa, dış dünya da vardır; çünkü Tanrı bizi yanıltmış olamaz. Gerçekte özleri bakımından birbirinden ayrı olan iki cevher vardır: “Ruh ve madde (cisim). Descartes’ın bu iki tözlü varlık açıklamasına Düalizm denir. SPİNOZA (1632 – 1677) : Felsefesini töz kavramı üstünde kurmuştur. Doğa ile özdeşleştirilen sonsuz töz; Tanrı veya doğanın kendisidir. Töz; kendi kendinin nedenidir, varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı değildir. Tanrı, her şeyin ilk nedenidir. Tanrı, kendi özünden evreni zorunlu bir sonuç olarak yaratandır. Doğa, Tanrının kendisinden ayrı bir şey değildir. Bu yönüyle Spinoza, Panteizm görüşünü savunur. Yani O’na göre var olan her şeyi Tanrı kendi özünden türetmiştir. Var olan her şey, Tanrısal özün çeşitli şekiller almasından başka bir şey değildir. Spinoza Tanrı ile evren arasındaki farklılığı/başkalığı kaldırmıştır. Tanrı ile evren aynı şeylerdir. Tanrı kendi yapıtı olan evrenin içindedir, onun kendisidir; evren ise, Tanrısal özün kendisini geliştirmesidir. Spinoza’nın ahlak görüşü:‘İnsan doğanın bir parçasıdır ve doğa yasaları, insan doğasını kendine itaat etmeye ve hemen hemen her yola başvurarak kendisiyle uyumlu olmaya zorlar. Doğa’da kötü olduğuna karar verdiğimiz ya da var olma ve akıl temelli bir yaşam sürme çabasına ket vuracağını düşündüğümüz her şeyden kendimizi daha güvende hissedeceğimiz bir yol tutup uzaklaşmalıyız. Kendi hayrına olacağını düşündüğü her şeyi yapabilmek mutlak anlamda herkesin en doğal hakkıdır. Anlama yetisi olmadan akli bir yaşam da mümkün değildir. Şeyler insanın zekâyla belirlenen zihinsel bir yaşamdan haz almasına yardımcı oldukları ölçüde iyidir. Ama onu aklını mükemmelleştirmek ve akli bir yaşamı doya doya yaşamaktan alıkoyan şeyler varsa işte bir tek bu türden şeylere ben kötü derim.’ D) HUKUK FELSEFESİ: Orta Çağın kültür yapısını belirleyenlerden önemli bir etken feodalitedir. Derebeylik sistemine ve tarım ekonomisine bağlı feodalite de Hristiyan kilisesi hem ekonomi-politik hem de kültürel bakımdan önemli bir otoriteye sahiptir. Gerek coğrafi keşifler, gerek Avrupa’da ortaya çıkan merkantalizm gibi yeni iktisadi gelişmeler ulus devlet anlayışının yükselmesini sağlamıştır. Artık kilisenin otoritesini sorgulayan yeni bir devlet ve hukuk anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. İktidarın meşruiyetini Tanrı buyruklarıyla temellendiren Orta Çağ düşüncesi yerini Yeni Çağ devlet anlayışına bırakacaktı. NİCCOLO MACHİAVELLİ ( 1469 - 1527): Ulus devlet anlayışını savunan Machiavelli, Prens adlı kitabında din, etik gibi bütün kurumların devlet için bir araç olduğunu, ulusun çıkarı için amaca giden her yolun mübah olduğunu savunmuştur. Yeni Çağ tarihinin ana düşüncelerinden biri olan ulus devlet fikri Rönesans'a dayanır. Belli bir takım hakların insanın doğasında bulunduğu ve Tanrı'nın bile onları değiştiremeyeceği fikri yine Rönesans'la gelir. Fransız İhtilâli'nin "İnsan Hakları Bildirisi", Birleşmiş Milletler'in "İsan Hakları doktrini” hep bu fikrin devamıdır. Demokrat devlet fikrinin de kökünü yine Rönesans’ta bulabiliriz. Devleti yönetenler, halkın efendisi değil sadece görevlisidirler; asıl egemen olan halktır. Çünkü yöneticileri halk kendisi seçer. THOMAS HOBBES (1588 – 1679): O’na göre; devlet bireylerin bir araya gelmesiyle oluşmuş yapay bir kurumdur. Devlette gerçek olan, bireylerdir. İnsan, her şeyden önce kendi varlığını ayakta tutmaya ve varlığını sürdürmeye çalışır. Hobbes’a göre evrensel ahlak yasası mümkün değildir. Bu da insanı doğadan daha fazla pay almaya sürükler. İnsanların sonsuz istekleri karşısında doğanın sınırlı kaynağı vardır. “Bu durumda insan, insanın düşmanı/kurdu kesilir.” Bu da beraberinde birçok savaşları, çatışmaları getirebilir. Bu durumdan insan, sözleşme yaparak uzaklaşır. Devlet bireylerin tek tek istekleri yerine; bütünlük teşkil eden tek isteği yani kendi isteklerini/direktiflerini yerine getirmektedir. Herkes, barışı sağlama ümidine sahip olduğu müddetçe onun için çaba harcamak zorundadır. İnsanlara barışı temin etmek için uğraşmaları emredilen bu temel doğal yasadan ikinci bir yasa doğmaktadır: Herkes, varlığını savunurken sahip olduğu şeyler üzerindeki sınırsız hakkından vazgeçer. Ancak bunun koşulu, başkalarının da aynı şeyi yapmasıdır. Çünkü herkes bu hakka yani canının istediği herşeyi yapmak hakkına sahip olmakta devam ettikçe bütün insanlar savaş hâlinde bulunacaklar demektir. Hobbes’a göre mutlak güç ve yetkilere sahip egemen devlet, toplum sözleşmesini uygulayarak barışı sağlayabilir. ÜTOPYALAR: Bazı düşünürler, hayal ettikleri toplum düzenlerini anlatan eserler yazmışlardır. Bunlara “olmayan yer” anlamına gelen ütopya adı verilmiştir. a) İSTENİLEN ÜTÜOPYALAR: Bazı düşünürler, yaşadıkları toplumlardaki devlet yönetimlerinin, bireylerin çoğunluğunun mutluluk ve refahını sağlamada yetersiz kaldıklarını görmüşlerdir. Bu nedenle, nesnel koşullardan ve toplumsal yasalardan değil de adalet, özgürlük, eşitlik gibi soyut ilkelerden kalkarak gerçekleşmesi mevcut dünyada olanaksız olan fakat ideal bir dünyada var olacağı düşünülen birtakım devlet ve toplum düzeni tasarımları yapmışlardır. Daha çok insanın refah ve mutluluğunu sağlamayı amaçlayan bu tür ideal düzen tasarımlarına istenilen ütopyalar denir. DEVLET-Platon (MÖ 427-347) , ERDEMLİ ŞEHİR-Farabi (870-950) bu eserlerde filozoflar, erdemli filozof yöneticilerin adalet ve bilgelik temelli oluşturdukları sistemlerle ideal toplum tasvirleri yapmışlardır. ÜTOPYA-Thomas More (Tomas Mor, 1478-1535), GÜNEŞ ÜLKESİ-Tommaso Campanella (Tommaso Kampanella,1568 – 1639) bu eserler toplumun en temel probleminin eşitsizlik olduğunu ve eşitsizliğin kaynağının özel mülkiyet olduğunu savunmuştur. Özel mülkiyetin olmadığı ve sonucunda toplumsal eşitliğin olduğu ideal toplumlar tasvir etmişlerdir. YENİ ATLANTİS-Francis Bacon (Frensis Beykın,1561 – 1626) bu eserde Bacon bilim kurulu tarafından yönetilen ve bilimsel önermelere göre organize edilen bir toplumu idealize etmiştir. b) İSTENİLMEYEN ÜTOPYALAR (Korku ütopyaları- Distopya): Karşı ütopyalar adını da alan korku ütopyaları (Distopyalar), istenilen ütopyaların iyimserliğinden ve geleceğe inancından yoksun ütopyalardır. Distopyalara göre gelecek günler karanlıktır ve umutsuzluk yüklüdür. Korku ütopyalarına göre gelecekte, kent yıkıntılarından ve mezarlıkları talan eden vahşi insan sürülerinden başka hiçbir şey kalmayacaktır. Gelecekte insanı George Orwell’ın (Corc Orvıl, 1903-1950) “1984” kitabında olduğu gibi otoriter yönetimler ya da Aldous Huxley’in (Aldus Haksli, 1894 – 1963) “Cesur Yeni Dünya” eserindeki gibi makinaların hakimiyeti beklemektedir. 4. ÜNİTE : 18. -19. YÜZYIL FELSEFESİ 18. yüzyıl felsefesine “Aydınlanma Felsefesi", bu felsefenin içinde yer aldığı tarih dönemine de "Aydınlanma Çağı" adı verilir. Burada aydınlanmak isteyen insanın kendisi, aydınlatılması istenen şey de insan hayatının anlam ve düzenidir. Aydınlanma, insanın düşünme ve değerlendirmede geleneklere bağlı kalmaktan kurtulup, kendi akıl, kendi görgüleriyle hayatını aydınlatmaya girişmesidir. Avrupa'da insanın hazır bulduğu gelenek şemalarından kopup hayatının düzenini kendi aklıyla bulmaya girişmesi, Rönesans'la başlar. 18. yüzyıl bu gelişmenin en yüksek noktasıdır. * Aydınlanma felsefesinin temel özelliklerinden biri, akla duyulan kesin güvendir. Bu nedenle toplumdaki tüm kurumları aklın eleştirel süzgecinden geçirir. Toplumu, devleti, dini ve eğitimi aklın ilkelerine göre yeni baştan düzenlemeye çalışır. * Aydmlanmanın bir başka özelliği, doğa bilimlerinin yanında insan bilimlerine de önem vermesidir. İnsan ve toplum bilimleri olarak adlandırılan Tarih, Sosyoloji, Siyaset bilimi, Psikoloji gibi alanlar bu dönemle birlikte kurulmaya başlamıştır. * Aydınlanma felsefesi, lâik bir dünya görüşünü benimser. * 18. yüzyılda özgürlüğü engelledikleri düşüncesiyle siyasi ve dinî otoritelere karşı gelinmiş, otoritelere karşı mücadele edilmiştir. * Düşünce özgürlüğü desteklenmiştir. İnsan hakları ve özgürlükleriyle ilgili hem teorik ürünler ortaya konmuş hem de pratik yaşamda yer bulması için uğraşılmıştır. * Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılabı gerçekleşmiş ve buna bağlı problemler tartışılmıştır. * Aydınlanma felsefesinde bilimsel deneye önem verilmiş ve ana konu olarak insan ele alınmıştır. 18. YÜZYIL-19. YÜZYIL FELSEFESİNDE ÖNE ÇIKAN PROBLEMLER 1. BİLGİNİN KAYNAĞI PROBLEMİ Bilgi üzerine yapılan tartışmalar, özelikle felsefenin iki ana akımı olan rasyonalizm ve empirizm üzerinden temellendirilir. Rasyonalizm, bilginin aprioriden( hiçbir gözlem ve deneye dayanmayan) sırf akılla oluştuğunu belirtirken, empirizm aposterioriden(deneyden çıkan ve deneye bağlı olan) oluştuğunu ileri sürer. Bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışan 18. yüzyıl filozofu Kant ise bilginin akıl ve deneyimle oluştuğu görüşündedir. a) RASYONALİZM: Doğru bilginin kaynağı akıldır. Bilgiler doğuştandır, duyular bizi yanıltır, bilgi deneye dayanmaz ve tıpkı matematik gibi salt akılla elde edilir. Descartes, kendisinden asla şüphe duyulmayacak ve başka bilgilere de temel olabilecek açık seçik bir bilgi arar. “Düşünüyorum, o hâlde varım.”önermesine ulaştığında kesin bilgilerin kaynağının akıl olduğu görüşüne varır. Ona göre bilgi, sonradan oluşan deneyimlerle değil doğuştan gelen aklın ilkeleriyle gerçekleşir. Matematik ve geometri bilgisinin kesin olma nedeninin akla dayandığını işaret ederek doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu ileri sürer. b) EMPİRİZM: Empirizme göre bilginin kaynağı deney, yaşantı ve tecrübedir. Duyusuz bilgi olamaz.Rasyonalizmin zıttıdır. Empirist filozoflar: JOHN LOCKE (1632 – 1704) Locke, İngiliz Aydınlanmasını, dolayısıyla da Avrupa’ daki Aydınlanma düşüncesini başlatan filozoftur. Locke' un araştırmalarının ağırlık merkezi insandır. Locke insan zihni ve bilginin kaynağına ilişkin açıklamalarına, doğuştan düşüncelerin olmadığı iddiasıyla başlar. İnsan aklında bir takım kavramlar vardır. Bu kavramlar akla nereden gelmişlerdir? Ona göre zihin, başlangıçta üzerinde hiçbir şey yazılmamış olan düz beyaz bir kâğıt gibidir. (Tabula rasa) Locke’a göre ruhta doğuştan olan yetiler vardır; ancak kavramlarımız deneyden gelir. Bütün bilgilerimiz eninde sonunda deneyden gelir ve deneye dayanır. Locke deneyi, iç ve dış deney olarak ikiye ayırır. Dış deneyin konusu, dışımızdaki algılanabilen nesnelerdir. İç deneyin konusuysa ruhun içinde olup bitenlerdir. Duyular ruha, nesnelerin renk, sıcaklık, sertlik gibi duyulur niteliklerini edindirir. Dış deney vücudumuzdaki bir uyarımın ya da bir hareketin beyne ulaşması, sonra da ruhumuzda bir duyumun doğmasıyla meydana gelir. İç deneyse, dış deneyden gelen tasavvurlar ruhumuzda işlenirken bu işlemi duymak ve yaşamaktan meydana gelir. İç deneyle kendi ruhumuzdaki durumları ve etkinlikleri, dış deneyle de ruhumuzun dışındaki nesnelerin etkinliklerini kavrarız. Locke'a göre bütün kavramlarımız bu iki kaynaktan türer. Locke'un bilgi teorisi, felsefesinin ağırlık merkezidir. İnsan bilgisini yalnız iç ve dış deneyin içinde bırakan, insanın erişebileceği doğruluğu yalnız tasavvurların kendi aralarındaki ilişkileri görmekte bulan bu bilgi anlayışı empirizmin en yalın, en kavranılır şeklidir. GEORGE BERKELEY (1685 – 1753) Berkeley, Locke’un düşüncelerini daha da ileriye götürmek istemiştir. Berkeley’e göre; bilincimizin dışında bağımsız bir varlığı kabul etmek bir çelişkidir. Çünkü kabul edildiği takdirde; objelerin tasarlanmadan, düşünülmeden de var olduklarını ileri sürmek, demektir. Dışarıdaki objelerin var oluşunu incelediğimizde ne kadar uğraşırsak uğraşalım, incelediğimiz hep kendi idelerimizdir, kendi fikirlerimizdir. Bundan dolayı her şey idedir, varlık zihnimizdeki tasarımlardır. Gerçek olan, algılardır. Algılanan şey, var olan şeydir. Dış dünyada var diye saydığımız şeyler tasarımların ürünüdür. Varlık duyumsanandan yahut algılanandan başka bir şey değildir. Berkeley’in bu görüşüne sensüalizm(duyumculuk) denir. DAVİD HUME (1711 – 1776) Locke ve Berkeley gibi Hume da bilginin deneyden/ deneyimden kaynaklandığını ve duyularla algılama sonucunda elde edildiğini savunur. Algılamayı 2’ye ayırır: 1)İzlenimler, 2)Düşünceler. İzlenimler; doğrudan doğruya duyularımızın getirdikleridir, duyumsamalarımızdır. (Sevgi, nefret, acı, istek) Düşünceler ise; izlenimlerin bilince yerleşen anıları veya kopyalarıdır. Birinci aşama geçilmeden ikinci aşamaya ulaşılamaz. İzlenimler olmadan, akılda ideler oluşmaz. İnsan izlenimlerden bahsederken duyu ve duygulanımları anlar. İdeler ise hatırlama ve hayal gücü unsurlarıdır. Hume’a göre doğada bir nedensellik olup olmadığını bilemeyiz. Ona göre insanda, ardarda gelen durumların arasında nedensel bir bağ olduğu fikrini oluşturan şey alışkanlıktır. Ardarda gelen durumların arasında bir nedensellik ilkesi olup olmadığı bilinemez. c) KRİTİSİZM: Descartes'tan sonra bilgi kuramı iki ayrı yönde gelişir: Bilgiyi sağlamada sadece deneye önem verenler ve sadece akla önem verenler. Bu nedenle Kant felsefesi bilgi konusunun incelenmesi ve eleştirilmesiyle başlar. Amaç bilme gücünün irdelenmesi, çözümlenmesi ve eleştiriden geçirilmesidir. Bu nedenle, Kant felsefesine “eleştirici felsefe" veya "kritik felsefe" adı verilir. Kritisizm, doğru bilginin sadece akılla ya da sadece deneyle elde edilebileceği görüşlerini eleştirir. Kritisizme göre doğru bilgi hem deney hem de akıl kaynaklıdır. Kritisizmin kurucusu Kant’tır. IMMANUEL KANT (1724 1804) Kant, felsefe tarihindeki iki önemli problemi uzlaştırmaya çalışmıştır: Birinci problem bilginin imkanı problemidir. Kant, doğru bilginin mümkün olmadığını savunan septisizm ile doğru bilginin mümkün olduğunu savunan dogmatizmi uzlaştırmak istemiştir. Kant’a göre insan varlığın bazı yanlarını bilebilir, bazı yanlarını bilemez. Varlığın görünen alanı olan fenomen alan bilinebilir. Varlığın özünü oluşturan numen alan ise bilinemez. Numen alanın bilinemeyeceğini savunmak, metafiziğin bilinemeyeceğini savunmak anlamına gelir. Böylece Kant, felsefenin metafiziğe mesafeli olması gerektiğini savunmuştur. İkinci problem bilginin kaynağı problemidir. Kant, rasyonalizm ve empirizm arasındaki karşıtlığı uzlaştırmak istemiştir. Kant’a göre, “Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür.” Kant'a göre, tüm bilgilerimiz iki ayrı kaynaktan doğar: süje (bilgi edinen) ve obje (dış dünya). Dış dünya bilginin hammaddesini verir. Diğeriyse, bu hammaddeyi düzenler ve bir biçime sokar ve bilgi haline getirir. Şu halde dış dünya olmasaydı bilginin hammaddesi olmayacaktı. Akıl olmasaydı dış dünyaya ait tüm algılanma, bilgi halini almayacaktı. Bilgi deneyle başIar; ama tüm bilgiler deneyden çıkmaz. İki çeşit bilgi vardır: apriori (deney öncesi) ve aposteriori (deneye dayalı). Apriori bilgi zorunlu, deneyden bağımsız, deneysel olanla hiç karışmamış, süjelerin tümü için geçerli olan bilgidir (salt bilgi). Aposteriori bilgiyse, deneyle mümkün olabilen, sallantılı, gözlemlerle boyuna düzeltilen bilgidir. 2. BİREY-DEVLET İLİŞKİSİ 18. yüzyılda, bir önceki yüzyıldan farklı olarak insan hakları ve özgürlük kavramları önem kazanır. 15-17. yüzyılda mutlak monarşiyle sonuçlanan güçlü ulus devlet teorilerinin önem kazandığını görmüştük. 18. yüzyılda ise bireyin hak ve özgürlüklerinin devlet karşısında korunabilmesi, iktidarın tek elde toplanmaması için güçler ayrılığı ilkesi gibi tarışmaların ön plana çıktığı görülmektedir. JOHN LOCKE’a göre, T. Hobbes 'ta olduğu gibi toplumun kuruluşu toplumsal sözleşmeye dayanmaktadır. Locke'un devleti asla Hobbes'ta olduğu gibi mutlak egemenliğe sahip değildir. Aksine devlet, onu kuran toplumun amaçlarının gerçekleşmesinde sadece bir araç olarak kalmalıdır. Locke'un kuramında siyasal toplum ve siyasal güç, bir sözleşmenin sonucu olduğu için yönetilenlerin de onayına sahip olacaktır. Bu siyasal güç mülkiyet hakkını korumak amacıyla kurulduğundan, bunun ortadan kaldırılması düşünülemez. Aksi durumda, siyasal otoritenin meşruiyeti ortadan kalkacak ve halkın direnme hakkı doğacaktır. Ancak, siyasal otoritenin toplumsal iradeye dayanması, iktidarın kontrol edilebilmesi için yeterli değildir. Bu nedenle, daha somut olarak siyasal iktidarın sınırlandırılması gerekir ki, bunun yolu kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Locke, mutlak monarşiye karşı, liberal (özgürlükçü) ve hukuka dayalı bir devlet sistemini ileri sürmüştür. MONTESQUIEU (1689-1755) doğal hukuk prensibini benimsedi. Montesquieu, farklı milletler ve onların ürettiği farklı kurumlar üzerinde geniş çaplı deneysel bir çalışma gerçekleştirdi. Bu çalışmanın doğruya ulaşamamış kısımları olsa da merkezi noktası bakımından son derece önemlidir. Herhangi bir milletin yönetiminin ve kanunlarının, o milletin yaşadıkları koşullara dayanıyor olduğu gerçeği siyaset bilimini etkileyecektir: İnsanların milli alışkanlıkları, gelenekleri, yaşam alanları ve hatta toprak durumu. Montesquieu’nün ikinci olarak vurguladığı nokta, mutlak monarşinin özgürlüğü imkânsız hale getirinceye kadar Fransa’daki anayasayı zayıflattığıydı. Montesquieu, her bir yönetim “türün” yönlendirici bir prensibi olduğunu söyleyerek üç başlık altında yönetim türlerini sıralamıştır: 1. Cumhuriyet yönetimi vatandaşlarının yurttaşlık erdemine dayanır. 2. Monarşi askeriyenin onur duygusuna dayanır. 3. Despotizm, tebaasının korku ya da köleliliğine dayanır. Montesquieu, mutlak monarşinin despotizmin bir türü olduğuna inanmıştır. Böylece kral ve halk arasındaki aracı güçlerin ortadan kaldırıldığı ve kanunun kralın iradesiyle aynı anlama geldiği Fransa’yı eleştirmekteydi. Montesquieu’nün temel amacı özgürlüğün dayandığı koşulları analiz etmek ve Fransa’daki özgürlükleri korumaktı. Montesquieu, özgürlüklerin “güçler ayrılığına” dayandığı inancındaydı: Yürütmeyi, yasamayı ve yargıyı farklı kişiler uyguladığında bunlar arasında bir denge ortaya çıkar, böylece özgürlükler kısıtlanamazdı. J. J. ROUSSEAU (1712-1778); düşüncesi doğrultusunda yaşayan ender düşünürlerdendir. Rousseau 1712 yılında Cenevre'de doğmuştur. Babası bir sanatçı olarak, İstanbul Topkapı Sarayı'nda saat tamirciliği yapmıştır. Rousseau eleştirel tutumu ve düşüncelerine uygun yaşadığı için çalışma hayatında hiçbir işte tam olarak tutunamamıştır. Öncelikle bir avukatın, ardından bir papazın yanında işe girmiş, ancak çok başanlı olamamıştır. Bunların yanı sıra bir müzik işinde ve daha birçok farklı iş kolunda da çalışmayı denemiştir. Emile adlı romanı nedeniyle tüm kitapları yakılmıştır. Hapis cezası almamak için önce İsviçre’ye ardından İngiltere’ye gitmiş, 1778 yılında ise ölmüştür. Dijon Akademisi'nin bir yarışmasında sorulan soruya verdiği şaşırtıcı cevapla ün kazanmıştır. Dijon Akademisi'nin sorusu: Aydınlanma dönemi ile birlikte "Bilimlerle sanatların yeniden doğması, ahlakın düzelmesini sağlamış mıdır?" sorusudur. Rousseau bu soruya hayır cevabını vermiştir. Erdemin; masumiyet, sadelik ve doğallıktan geldiğini ama aydınlanma ile birlikte insanların, doğallığını, masumiyetini ve sadeliğini kaybettiğini belirtmiştir. Çünkü aydınlanma düşüncesi, duyguları ortadan kaldırıp yerine zekâyı koymaya çalışmış, bilgiye sahip olmayı erdemden üstün bir değer olarak kabul etmiştir. Rousseau’ya göre, Aydınlanma düşüncesi eğitim anlayışının en büyük sorunu insani duygulara yer vermeden sadece zihni geliştirmeye çalışmasıdır. Aydınlanmacı rasyonalizm insanları ruhsuz, duygusuz bir akıl varlığı olarak yetiştirmek istemiştir. Zekânın ve bilimin, toplumun her alanına yayılmasıyla birlikte insanlar arasında güvensizlik, kuşku, korku ve nefret duyguları artmıştır. Ayrıca işsizlik gibi toplumsal sorunlar oluşmuş, insanların lüks kullanımları artmış ve karakterleri bozulmuştur. Rousseau’ya göre toplumun bu hastalığının temelinde, yeteneğin erdemden üstün tutulması ve insanlar arasındaki eşitsizlik vardır. Rousseau eşitsizlik konusunu, "doğal hukuk" anlayışı ile açıklamıştır. Rousseau’ya göre, insan doğa durumunda tek başına yaşamakta, ihtiyacı olan şeyleri doğadan istediği ölçüde karşılayabilmekteydi. Diğer insanlarla eşit haklara sahip olan insan, hiçbir savaşın yaşanmadığı doğa durumunda özgür ve mutluydu. Ama insanların doğa durumundan toplumsal duruma geçmesi ile dil, savaş, mülkiyet, dostluk ve düşmanlık gibi insanlar arası ilişkilerden kaynaklanan sorunlar ortaya çıkardı. Jean Jacques Rousseau’ya göre insan iyidir ancak bazı özelliklerini uygarlığın gelişimiyle yitirmiştir. Toplum durumunda tarımsal hayat ve buna bağlı olarak mülkiyet kavramı oluştu. Mülkiyet kavramı, toprakların parçalanmasına, hak ve haksızlık kavramlarının oluşmasına neden oldu. Toprak sahipleri devletleşti. Devletler, birbirleriyle savaşmaya başladı. Doğada, masum ve iyi niyetli olan insan toplumsal ortamda bencilliği öğrendi ve zengin fakir ayrımı oluştu. Doğa durumundaki eşitlik kalkınca, toplumun bir bölümü lüks ve zenginlik içinde yaşamaya başladı. Ardından insanlar, aralarında imzaladıkları "toplumsal sözleşme" ile mülkiyet hakkını ve eşitsizliği yasallaştırdı. Böylece insanın doğa durumundaki mutluluğu sona erdi. Bu nedenle Rousseau, insanların doğal yaşamından uzaklaşıp kendi oluşturdukları kuralların kölesi olduğunu söyleyerek; "insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” Rousseau’ya göre bu durum ortak iradeyi yansıtan toplum sözleşmesi ve cumhuriyetle aşılabilir. İnsanın özgürlüğünü geri kazanabilmesi için anayasa ve cumhuriyet gereklidir. 3. AHLAKIN İLKELERİ KANT'ın ahlak görüşündeki başlıca amaç, insan iradesinin, herkes için geçerli olarak kabul edilmesi gereken zorunlu ve evrensel kurallarını bulmaktı. Birey hiçbir gerekçe olmaksızın ahlâk yasasına boyun eğmeyi istemelidir. İnsan neyin ahlâka uygun olduğunu sezgi yoluyla apriori olarak bilir. Akıl ahlâk alanında duyulara dayanmak zorunda değildir. Yasalarını kendisi koyar ve onları gerçekleştirir. Kant’a göre 2 türlü yasa vardır. Biri doğa yasaları; diğeri de ahlak yasaları. Doğa yasaları zorunluluğu, ahlak yasaları ise gerekliliği ifade eder. Ahlak yasaları, apriori olarak birey tarafından konur, deneyle elde edilemez. Birey, pratik aklın koyduğu bu yasaları onaylar ve özgürce onlara uyar. Kant’a göre, ahlak yasalarının herkes için geçerli olması gerekir. Bunun için de ahlak, deney öncesi (apriori) temeller üzerine kurulmalıdır ve ahlaki yargılar koşulsuz olmalıdır. Ahlâk yasası neyi istediğimize, beğendiğimize ya da sevdiğimize bağlı değildir. İstememiz gerekenin bir bildirimidir. Kant’a göre; “öyle hareket edilmeli ki, yapılan davranış yasa niteliği taşımalı, yapılandan hiçbir çıkar gözetilmemelidir”. Kant, buna “Ödev Ahlakı” der. Ödev ahlakı; bireyin hiçbir koşula bağlanmadan sadece iyiyi istemesidir. Kişi; ahlaki eylemlerinde bulunurken hiçbir çıkar gözetmeksizin sadece İYİ veya KÖTÜ olduğuna inandığı için yapıyor veya yapmıyorsa yaptığı eylem; ahlakidir. Çıkar gözeterek yapıyorsa o eylem; ahlaki değildir. Ahlaka uygun davranış için insanın ödev uğruna davranması gerekir. Bütün insanların ödev olarak boyun eğmesi gereken ahlâkî emirler, evrenseldir. Herkes için doğrudur. İnsan ahlâk yasasına saygı duyan, bağımsız, onurlu bir varlıktır. Dünyada yalnız, insan kendisini yönlendirebilir ve onurludur. Kant’ın Maksimleri 1. “Öyle eylemde bulun ki eyleminin gerisindeki maksim, herkes için geçerli evrensel bir yasa olsun!” 2. “Kendinde ve başkalarında insanlığı bir araç olarak görecek şekilde değil de onu bir amaç edinecek şekilde davran.” 3. “Her zaman akıllı iradeni, evrensel bir yasa koyucu olarak görevde bulunacağı şekilde davran.” JEREMY BENTHAM (1748 –1832) ahlaki eylemin amacının “fayda” olduğunu söyler. Ona göre ölçüt tek kişinin değil, olabildiğince çok sayıda insanın elde edebileceği türden faydadır. İnsan davranışları bu ahlaki prensip doğrultusunda değerlendirilir. Birden fazla insanın yararlanacağı davranışlar iyidir ve bu yüzden insana mutluluk verir. Bentham kendi yararını düşünen insanın toplumsal yaşam ve düzen açısından olabildiğince çok insanın mutluluğunu dikkate alması gerektiğini söyler. Bentham genel-geçer bir ahlak yasasının mümkün olduğunu söylemiş ve bunu insanların eylemleriyle ilişkilendirerek ahlak yasasını subjektif bir temelde açıklamıştır. 4. VARLIĞIN OLUŞU HEGEL (1770 -1831) Ana ilgisi hep insan tarihine yönelmiştir. Modern felsefe, yani Descartes'tan başlayan felsefe, Kant'a kadar "Bilginin özü nedir?" sorusunu sormuş, varlık sorununa eğilmeden önce bilgi üzerinde durmuştur. Hegel bu anlayışa karşı çıkar. Önce bilgiye değil, varlığa yönelmek gerektiğini savunur. Hegel’in felsefi sistemine diyalektik idealizm denir. İlk defa Herakleitos tarafından kullanılan diyalektik yöntemi geliştiren Hegel, düşüncenin bu süreçte gerçeği bir bütün olarak vereceğini ortaya koyar. O düşünmenin ve varlığın diyalektik olarak gelişme gösterdiğini ifade ederken karşıtların birliğine dayalı bir yol izler. Hegelʼe göre ide önce kendi kendindedir (tez aşaması), yani düşünce potansiyel hâlde vardır(salt akıl). İde antitez aşamasında ise kendini tanımak, gerçekleştirmek için başkalaşır ve özüne yabancılaşarak kendi dışına çıkar(Fiziki evren). Son aşama olan sentez aşamasında ise artık ide yabancılaşmadan kurtulmuş ve kendi kendine (özüne) dönmüştür(insan kültürü). Böylece Hegel diyalektik süreçte akla özel bir önem verirken onu mutlak varlığın (Geist) ta kendisi olarak görür. Hegel'e göre düşünce, araştırılan şeyin özünü arama etkinliğidir. Her objenin arkasında bir ide saklıdır. İşte düşünce, bu arkasındaki ideyi kavramaktır. Her obje aklidir. Böylece Hegel "Her akli olan gerçektir, her gerçek olan aklidir." şeklinde rasyonalizmini ortaya koyar. Onda aklın yasalarıyla varlığın yasaları bir ve aynıdır. Varlığın tümü üç evreye ayrılır. Bunlara da üç evren karşılık gelir: 1. Başta salt matematik, salt mantık bilimi vardır. Matematik ve mantık salt düşünce formlarıyla ilgilidir. Biz bunlarla evreni tanırız. Salt formlar gerçek objelerdir. Örneğin, geometrik formlar vardır. Bunlar zaman ve uzay içinde değildir. İdeal olan şeylerdir. Bir değişmeye uğramaz. Birbirleriyle mantıkî bir bağlantı içindedir. 2. İkinci olarak doğa bilimi vardır. Doğa bilimi inorganik cisimler, organik doğa ve insana kadar uzanan objelerle uğraşır. Her cisim belli bir zamanda, belli bir uzayda yer doldurur. Cisimler dünyasının var oluşu uzay ve zamanın var olmasına bağlıdır. Salt form olan uzay ve zaman, cisimler dünyasının temelini oluşturur. Cisimler dünyasındaki her varlık, sürekli değişme içindedir. Herakleitos'un "Bir ırmakta iki kez yıkanılamaz." sözü doğrudur. Kavramsa, hep kendi kendisiyle aynı kalır. Kavramlarla cisimler dünyası bır karşıtlık içinde bulunur. Tez ve antitez durumundadır. 3. Üçüncü olarak ide (ruh/geist) üzerindeki bilgi vardır. Tek insan üzerindeki, insanlardan kurulu toplum üzerindeki bilgiler, bu ruh alanındaki bilginin çerçevesi içine girer. Kavram ve cisimler dünyasında karşıt olan şeyler, bu ruh alanında birbiriyle uzlaşır. Salt kavramların, salt formların dünyasında özdeşlik geçerliyken doğa alanında değişme geçerlidir. Ruh alanındaysa değişme ve özdeşlik birleşmiş ve uzlaşmıştır. Bu üç varlık alanı ve üç bilim, birbirleriyle diyalektik bir bağlantı içinde bulunur. Örneğin, bugünkü benin fiziksel yapısı dünkünden ve gelecektekinden tamamen farklı olacaktır. Bununla birlikte dünkü ben, sonraki ben, bugünkü ben ruhsal bir varlık olarak aynıdır. Ruh alanında işte bu karşıt şeyler birleşir, uzlaşır (sentez). Buradaki ruh, bireysel akıl ya da bireyin düşünce yetisi değil, süjenın dışında ve üzerinde olan bir ilkedir. Bu ilke insanın içinde bulunduğu doğayı, toplumu, devleti, sanatı, hukuku, kültürü, aileyi, ahlakı, dini, felsefeyi, yani her şeyi yapan temel ilkedir. Hegel sisteminde bu manevi ilke, evrensel aklın kendisini aşmasına dayanır. Tüm varlıklar bu ruhsal ilkenin kendisini aşarak ve açarak, taşıdığı olanakların, yani potansiyel güçlerini ortaya koymasından meydana gelir. Hegel’in sistemine göre, her şey kendinden karşıtlık içerir. Yani her şey kendinde zıttını bulundurur. Hakikat, varlıkla yokluğun sentezindedir (tez, antitez, sentez); çünkü, varlık yokluğu içinde bulundurur. Ama bunlar tek başına bir şey ifade etmez. İşte "oluş" denilen şey de, varlıkla yokluğun birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu oluş, bir iç varlığın, bir amaca göre belli bir doğrultuda ve belli bir biçimde ilerleyerek açılmasıdır (objektifleşmesi). Gelişmenin kendi biçimiyse, Hegel'in kendi deyimiyle diyalektiktir. Yani zıtlıkları, çelişkileri aşa aşa ilerleyen, yürüyen bir süreçtir. Evrensel akıl (geist) başlangıçta "kendinde varlık" idi; ama gerçek değildi, gerçekleşmemişti. Güçleri ortaya çıkmamıştı. Doğada, objektif ruh hâline geldi. Ama insan dünyasında, kendisini buldu (kültür, sanat, devlet, vb.) Artık kendisindedir. Gerçekleşmiştir. Kendi özü dışında değildir. "Kendisi için varlık" olmuştur. Bu da sentez aşamasıdır. Tek başına yaşayan hiçbir insan yoktur. İnsan bir toplumun, bir çağın insanıdır. Belli bir bakımdan insan elbette devletin, hukukun yaratıcısıdır: ama birey olarak insanı da ulus, devlet, hukuk yaratır. İnsan tarihinin gelişmesinin asıl anlamı kültürün gelişmesidir. Devletlerin ölümlü olmasına karşılık, sanat ve felsefe ölümsüzdür. Tıpkı isanların doğup, yaşayıp ölmesi gibi devletler de kurulur, yaşar, yıkılır ama insanlığın kültürü sürüp gıder. Kültür de din, sanat ve felsefe biçiminde gelişir.