Uploaded by Emirhan Bektaş

Mö6-Ms2yy, 2-15yy,15-17yy, 18-19yy

advertisement
11 FELSEFE
DERS NOTU
ÜNİTE 1: MÖ 6. YÜZYIL-MS 2. YÜZYIL FELSEFESİ
FELSEFE NEDİR?
Felsefe insan, yaşam ve evreni anlama ve bilme çabasıdır. Felsefe insan ve evrenle ilgili en genel soruları sorma ve bunlarla ilgili
sistemli düşnme etkinliğidir. Pythagoras(Pisagor) philosophia(felsefe) kavramını üretmeden önce felsefe yapmaya historia denirdi.
History Yunancada araştırma anlamına geliyordu. Filozoflar araştırmacı olarak adlandırılıyordu. Daha sonraları historia kavramı tarih
bilimi için kullanılmıştır.
İlk defa philosophia yani felsefe terimini Pythagoras kullanmıştır. Philosophia terimi philia(sevgi) ve sophia(bilgelik)
kavramlarının birleşmesiyle oluşur. Böylece BİLGELİK SEVGİSİ anlamı ortaya çıkar. Bilgelik, var olan her şeyin özünü bilmektir.
Pythagoras insanın var olan her şeyin özünü bilemeyeceğini düşünmüştür. Filozofun ancak bilgeliği arayan, isteyen; hakikati araştıran,
hakikatin peşine düşen kişi olabileceğini savunmuştur. Ona göre bilgelik ancak Tanrının ulaşabileceği bir vasıftır.
FELSEFE ÖNCESİ DÜŞÜNÜŞ
Aristoteles’e göre insan doğal olarak bilmek ister. Yani bilme ihtiyacı insanın doğasında vardır. İnsanı bilgiye götüren iki temel
ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz:
Birincisi, insanın doğduğu andan itibaren yaşamını sürdürmek için bilgiye olan gereksinimidir. İnsan pratik ihtiyaçlarını karşılamak
için (örneğin barınmak, soğuktan korunmak, yiyecek üretmek gibi) TEKNİK BİLGİye sahip olmak durumundadır.
İkincisi ise insanın merak ve hayret duygusudur. Merak insanın içinden gelen, etrafındaki olup biteni bilme arzusudur. Bu arzunun
akıl ve mantıkla giderilmesi sonucunda teori ortaya çıkmıştır. Teori, ‘bilmek için bilmek’ düşüncesiyle üretilir. Teori, herhangi bir
fayda sağlamak için değil sadece ve sadece bilmek için yapılır. Teorik faaliyet ikiye ayrılır:1. FELSEFE 2. BİLİM
Felsefe M.Ö. 6. yüzyılda Miletos’ta (Aydın/Didim) ortaya çıkmıştır. Felsefeden önce de insanlar yaşamı ve evreni bilmek
istemişlerdir. Felsefe öncesinde bilme ihtiyacını karşılayan iki kurum; MİTOLOJİ ve BİLGELİKtir.
MİTOLOJİ bir topluma ait mitlerin ve efsanelerin tümüdür. Mitolojiler evrenin nasıl oluştuğu, insanın kökeni gibi en genel
konularda efsanevi anlatılar içerir, ahlak gibi insan hayatını ilgilendiren konulara da değinir. Böylece o mitolojiye inanan insanlar için
yaşam ve evren anlam kazanmış olur. Mitolojiler araştırmaya değil inanca dayalıdır. Mitolojiler aynı zamanda o toplumun dinsel inancı
olmuşlardır.
BİLGELİK var olan her şeyin özünü bilmektir. Bilgelik özlü deyişlerle insan ve evren üzerine bilgiler sunar. Bu öze giden yol,
sezgiden geçer. Bilgelik SEZGİ temelli bir kurumdur. Sezgi, gerçekliği dolaysız olarak içerden kavrayabilme; tanıyıp bilme yetisidir.
Bilgelikte önemli olan sezginin bilenmesi ve kuvvetlendirilmesidir. Bunun için bazı bilgelik öğretilerinde meditasyon tekniklerinin
geliştirildiğini görürüz. Bilgeliğin Antik Çağ Yunan’dan Mezopotamya’ya, Mısır’dan Çin’e kadar çeşitli coğrafyalarda izini sürebiliriz.
Bilgelik kurumunun felsefenin anası olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Ancak felsefe ve bilgelik arasında son derece önemli bir fark
vardır. Bilgelikte temel yol SEZGİdir, felsefede ise AKILdır. Felsefenin tezleri akılsal olmak ve mantığın kurallarına uygun olmak
zorundadır.
Felsefenin Antikçağ Yunan medeniyetinde ortaya çıkışına geçmeden önce dünyanın birbirinden uzak medeniyetlerinde
oluşan bir dizi gelişmelere bakmak faydalı olacaktır. Çünkü felsefe bu gelişmelerden yararlanmıştır.
SÜMER MEDENİYETİ
Sümerler MÖ 3500-MÖ 2000 arasında Mezopotamya’da yaşamışlardır. Yazı ve astronomi ilk defa Sümerler tarafından bulunmuştur.
Babildeki tapınaklar aynı zamanda gözlem evi(rasathane) görevi görmekteydiler. Bu tapınaklarda güneş ve ay tutulmalarının çizelgeleri
düzenlenmiştir. Sümerlerde astronomi ve dinsel inanç içiçedir.Bu yüzden astronomiyle ilgili çalışmaları daha çok astroloji(burçlar)
özelliği taşır. Sümerlere göre insanın kaderi tanrılar tarafından yıldızlara yazılmıştır. Ayrıca Sümerler sulama kanalları yapabilen, ziraat
bilen, yüksek binalar yapan, cam kullanan, metalleri işleyen, matematik, geometri ve tıpla ilgili pratik bilgiler bilen bir toplumdur.
MISIR MEDENİYETİ
Mısır uygarlığı M.Ö. 3000’li yıllarda Nil nehri vadisinde kurulmuştur. Mısır; ekonomik, siyasal ve bilimsel olarak pek çok yeniliğe
imza atmıştır. Mısırlıların ekonomik alanda en büyük başarıları kıylarında yaşadıkları nehirleri iyileştirmeleri, büyük bir kanal sistemi
ile bataklıkları kurutmaları, böylelikle daha çok ürün alarak daha çok nüfusu beslemek olanağına kavuşmuş olmalarıdır.
Rasyonelleşmiş bu tarım seviyesine ulaşmaları matematik ve geometri bilgilerini geliştirmeleri ile olanaklı olmuştur. Nil’in her sene su
taşmalarına sebep olması, su taşkınlarından sonra bataklık haline gelen tarım alanlarını yeni baştan düzenlemek zorunluluğu, Mısır’da
geometrinin gelişmesinin başlıca nedeni sayılabilir. Eski Mısır inancına göre gerçek ve sonsuz yaşamın öte dünyada olduğu bu
dünyanın o sonsuz yaşam için bir sınav yeri olduğu düşüncesi geliştirilmiştir. Bu düşünce daha sonraları gizemsel bir nitelikte
simyacılık ve astrolojiyi de kapsayan geleneksel bir bilgi ağına dönüşmüştür.
HİNT MEDENİYETİ
Hint düşüncesi geleneksel olarak ruhsal ve gizemseldir. Hindistan’a özgü düşüncenin ayırt edici niteliği bireysel oluşudur. Hint
düşüncesinde Budizm önemli bir yer tutmaktadır. Budizm dünyevi nimetleri reddederek barış ve huzuru öğrenme yoluna çıkanların
öğretisi olmuştur.
ÇİN MEDENİYETİ
Çin düşüncesi son derece pratik düşünmeye odaklıdır. Kağıdın, barutun icadı, astronomi araştırmaları gibi pek çok başarıyı
gerçekleştiren Çinlilerdir. Çin düşüncesinde 3 öğreti ön plana çıkmıştır:
1. Budizm: Çin’e özgü olmayıp Hint kültürü etkisiyle Çin’e yayılmıştır.
2. Konfüçyüsçülük: Konfüçyus M.Ö. (551-479) tarihleri arasında yaşamış, insanların bir arada çalışıp birlikte yaşamaları üzerine derin
bir anlayış geliştirmiş ve etkileyici öğütler vermiştir. Bu dönem Çin’de siyasi kargaşalıklar üst seviyededir. Bu kargaşa içinde
Konfüçyus’un ana hedefi uyumlu bir topluma giden yolu tespit etmektir. Toplumda uyumlu ilişkiler, liderlik ve devlet adamlığı; kişisel
erdemi geliştirme ve kötülükten sakınma gibi konular üzerine öğretiler geliştirmiştir.
3. Taoculuk (Taoizm): Taoculuğun kurucusu Lao Tse’dur. Konfüçyus’la aynı dönemde yaşayan Lao Tse ondan farklı olarak barış ve
aydınlanmaya giden yol için doğayı işaret etmiştir. Ona göre insan doğaya uygun yaşamalıdır. Bunun içinse doğanın temel ilkesi olan
Tao’yu fark etmelidir.
İRAN MEDENİYETİ
İran’da M.Ö. 600’lü yıllarda yaşamış olan Zerdüşt; tek tanrılı, kapsamlı bir ahlaka sahip bir inanç sistemi geliştirmiştir. Zerdüşt
dünyadaki metafizik güçler arasındaki bir çatışma olarak güçlü bir ahlak duygusunu savunuyordu. Zerdüşt’e göre iyilik ve kötülük tüm
insanlarda vardı. İyilik ve kötülüğün karışımından dünya meydana gelmiştir. İran düşüncesinin kötülük problemini uzun uzadıya
incelediği görülmektedir.
YUNAN MEDENİYETİ
Yunan medeniyeti tüm Akdenizde ticaret yapan, artı değer(tükettiğinden fazlasını üreten) oluşturan, bugünkü Yunanistan ve Ege
bölgesinde şehir devletleri şeklinde yapılanmış bir medeniyettir. Yunan Medeniyeti, Fenikelilerden alfabe, teknik bilgisi ve yeni dini
düşünceler almışlardır. Mısır’dan mimari düşünceleri ve geometrinin temellerini almışlardır. Babillilerden (Irak) matematik, geometri
ve dini düşünceleri almışlardır.
Yunan şehir devletlerinde demokrasiden tiranlığa, oligarşiden aristokrasiye kadar farklı farklı yönetim şekilleri uygulanmaktaydı.
M.Ö. 600’lerde Miletos şehir devletinde (Aydın/Didim) felsefe ortaya çıkmıştır.
Felsefenin Miletos’ta ortaya çıkmasının sebepleri şunlardır:
1. Yunan medeniyetinin ticaretle uğraşması nedeniyle Fenike, Mısır, Babil gibi medeniyetlerin kültürleriyle karşılaşma fırsatı bulmuş;
bu sayede bilgilerini arttırmıştır.
2. Farklı kültürleri tanımaları nedeniyle dünyaya geniş açıdan bakabilmeyi öğrenmişlerdir.
3. Artı değer sayesinde zengin bir medeniyet haline gelmişler ve düşünürleri araştırma yapabilmek için boş zaman bulabilmişlerdir.
4. Dönemin Miletos devletinin düşünmeyi özgür bırakması, felsefenin yeşermesi için gerekli özgür düşünme ortamını sağlamıştır.
Böylece düşünürler mitolojilerden ve kalıp yargılardan bağımsız düşünebilmiştir.
Yunanlılar diğer medeniyetlerden farklı olarak iki şeyi yapmışlardır. İlki mitolojilerden arınarak düşünebilmektir. Örneğin doğa
olaylarının nedenlerini mitolojide değil olayların kendi doğasında aramaya yönelmişlerdir. İkincisi ise aklı merkeze alarak teorik
bilgiyi üretmişlerdir. Bilmek için bilmek düşüncesiyle yola çıkarak ilk defa felsefe ve bilimi bulan medeniyet olmuşlardır.
THALES (M.Ö. 624-546 )
Tarihteki İlk filozof olarak kabul edilen Thales M.Ö. 624-546 yıllarında Miletos’ta yaşamıştır. Miletos’un özellikleri, Thales’in
mitolojiden bağımsız araştırmalar yapabilmesini sağlamıştır. Thales, Mısırlılardan geometriyle ilgili Babillilerden ise matematik ve
astronomiyle ilgili pratik bilgileri edinmiştir. Geometride Thales teoremlerini bulmuştur. Herodot’a göre M.Ö.585 yılındaki güneş
tıutulmasını önceden bilmiştir.
Mitolojilerin doğayla ilgili açıklamalarını yetersiz bulan ve öğrenme arzusu içinde olan Thales, bir araştırmacı olarak ARKHE
NEDİR? sorusunu sormuştur. Arkhe evrenin ana maddesi, sürekli değişen varlığın arka planındaki değişmeyen öz, evrenin ilk
nedeni, ezeli ve ebedi olan, tüm varlığın başlatıcısı ve her şeyin sonunda ona döneceği ilk madde demektir. Thales’ten sonraki İlk
Çağ filozoflarının da cevap vermeye çalıştığı bu soru felsefeyi başlatmıştır. Önemli olan, sorunun cevabından öte Thales’in ortaya
koyduğu araştırma yöntemidir.
Thales’in araştırma yönteminin özellikleri şunlardır:
1. Aklı merkeze alan, akla dayalı bir yöntemdir.
2. Gözlem ve deneyime dayalıdır.
3. Özgür düşünceye dayalıdır.
4. Eleştiriye ve sorgulamaya dayalıdır.
5. Mitolojik açıklamalardan bağımsızdır.
Thales sürekli değişen evrenin, değişmeyen ana maddesinin SU olabileceğini düşünmüştür. Evrenle ilgili gözlemlerinde suyu canlılığın
kökeni olarak görmüştür. Thales, verdiği cevaptan öte düşünce tarihinde MİTOStan(efsane) LOGOSa(evrenin aklı, dünyayı akıl
yoluyla açıklama) geçişi sağlamış olması bakımından son derece önemlidir.
ANAXİMANDROS (M.Ö. 610-545)
Anaksimandros, Miletosludur ve Thales’in öğrencisidir. Matematikçidir ve güneş saati milini icat etmiştir. Hocası gibi o da arkhe
nedir? sorusunu araştırmıştır. Ona göre evrendeki bu sonsuz çeşitliği üreten şey tek bir madde olamaz. Hocasından farklı düşünerek
Arkhenin soyut, sonsuz ve sınırsız olması gerektiğini düşündü. Ona göre arkhe APEİRON olmalıdır. Anaksimandros’un "doğa
üzerine" adlı kitabında apeiron şöyle anlatılır: "Var olan şeylerin ilkesi, apeiron'dur. şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak
onda ortadan kalkar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların (kefaretini) cezasını
öderler." (dk.12, b1) Apeiron sonsuz ve sınırsız olandır.
ANAXİMENES (M.Ö. 585-525)
Anaximandros’un öğrencisi Anaksimenes de Miletosludur ve akhe problemini araştırmıştır. Anaksimenes hocası gibi arkhenin
soyut, sonsuz ve belirsiz olması gerektiğini düşünmüştür. Ancak Thales’in suyu işaret ettiği gibi arkhenin belirli bir somutluğu
barındıran, var olanların özü olabilecek bir madde olması gerektiğini de savunmuştur. Böylesi bir soyutluğu ve somutluğu bir arada
barındıran şey ona göre HAVAdır. Hava, yoğunlaşma ve genleşmesi ile çeşitli nesnelere dönüşür. Genişlemesiyle ateş olur.
Yoğunlaşmasıyla rüzgarlar, bulutlar meydana gelir. Bulutlardan su, sudan toprak, yüksek bir yoğunlaşma derecesinden de taşlar
meydana gelir. Böylece ateş, sıvı, katı (maddenin üç ana biçimi) özü bakımından hep kendisiyle aynı kalan tek bir ana maddenin çeşitli
yoğunlaşma ve gevşeme evrelerinden başka bir şey değildir. Ruhumuz da havadan yapıldığı için hava ruhumuzdaki birliği oluşturur.
NOT: Miletoslu bu üç filozofun savlarıyla(tezleriyle) bir araştırmayı geliştirme biçimleri felsefenin yolculuğunu aydınlatıcı bir
örnektir. Felsefenin temel yöntemi diyalektiktir. Diyalektik bir araştırmacı tarafından ortaya atılan tezin, bir başka filozof tarafından
şüpheyle karşılanması, o tezin(savın) sorgulanması sonucunda bir anti tez(karşı sav) sunulması, üçüncü bir araştırmacının ise bu tez ve
anti-tezden bir senteze ulaşmasıdır. Bu son anti tez ise yeni bir tez olacak ve felsefe TEZ - ANTİTEZ - SENTEZ şeklinde sonu
olmayan bir faaliyete dönüşecektir.
Tez: Su (somut) - Anti-tez: Apeiron (soyut)
\
/
\
/
\
/
\
/
Sentez: Hava (somut-soyut) - ANTİ TEZ
(Yeni bir TEZ)
/
\
/
\
/
\
/
\
/
SENTEZ
- ANTİTEZ
(yeni tez)
.
.
.
SENTEZ
EMPEDOKLES (M.Ö. 492-432)
Empedokles’e göre evrenin özünü oluşturan ve gerçekte var olan dört öge vardır: Hava, su, ateş, ve toprak
Bu dört değişmez öge her şeyin temelinde yer alır. Empedokles’e göre bu dört ögeyi birbiriyle karıştıran, bunların karışımını yeniden
çözen neden sevgi ile nefrettir. Felsefede varlığın nicelik bakımından ikiden fazla tözle açıklanmasına plüralizm denir. Empedoklesin
varlık anlayışı nicelik bakımından plüralisttir.
DEMOKRİTOS ( M.Ö. 460-371)
Demokritos’a göre evrenin ana maddesi atomdur. A-tom bölünemeyen anlamına gelir. Demokritos’a göre atomlar birleşerek var
olanları oluştururlar ancak kendileri ezeli – ebedidir ve değişmezler. Atomlar nitelik olarak aynı nicelik olarak farklıdır. Varlığın
bölünemez parçası olan atomlar BOŞLUKta sonsuza kadar çarparak (hafif atomlar yukarı, ağır atomlar aşağı yönlü hareket eder) var
olanları oluşturmuştur. Demokritos’a göre atomların hareketinin içten ve dıştan bir amacı yoktur; amaçsal değil rastlantısaldır. Ancak
evrende sebep-sonuç ilişkisi, zorunluluk vardır. Demokritos’a göre evren maddeden ibarettir. Bu nedenle Demokritos’un varlık görüşü
materyalisttir. Materyalizm varlığın özünün maddi temelli olduğunu savunan varlık felsefesi görüşüdür.
LAO TSE ( M.Ö. 6. YÜZYIL)
Lao Tse taoizmin kurucusudur. Taoizm evrendeki her şeyi karşıtıyla düşünür. Yin(gece, soğuk, karanlık, yumuşak, ay, alçak,
dişi ….) ve Yang( gündüz, sıcak, aydınlık, sert, güneş, yüksek, erkek…) şeklinde varlığı karşıtlarıyla sınıflandırmışdır.Tao yol demektir,
evrenin temel belirleyicisidir. Tao tüm varlığın yaratıcısı ve sebebidir. Tao duyumlanamaz yani görülemez, işitilemez, dokunulamaz…
Tao ancak sezgiyle kavranabilir. Tao’nun bu var olmama durumu Taoculuğu nihilizmle(hiççilik) ilişkilendirir. Nihilizm ‘varlık yoktur’
görüşünü savunan felsefe akımıdır. Tao, yin ve yangı başlatarak sonsuz değişim döngüsünü oluşturmuştur. Taoizm insanın doğaya
uygun yaşamasını öğütler.
HERAKLEİTOS (M.Ö. 540 – 480)
Herakleitos’un başlıca ilgisi Miletliler gibi ana maddenin (arkhe) ne olduğudur. Ona göre arkhe ateştir. Miletoslu filozoflar arkheyi
değişmez ezeli ve ebedi bir madde olarak görüyordu. Herakleitos ise varlığın asıl özünün değişimin kendisi olduğunu düşündü. Ona
göre ‘her şey akar’ ve varlık oluştur. ‘Aynı nehre birden fazla girilemez’. ‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’. Arkheyi
ateş olarak tanımlamasının nedeni ateşin canlı ve dinamik yapısıdır. Herakleitos’a göre ateş kendine göre varlığı dönüştürmez. Evrenin
aklı, sözü, ilkesi LOGOStur. LOGOS evrende egemen olan yasa, düzen ve akıldır.
Evren, karşıtların birliğinden meydana gelmiştir. Karşıtların çatışması, evrendeki değişimi meydana getirir. Evrende sürekli bir
değişim olduğunu ve değişimin nedeninin karşıt şeylerin sonu gelmez bir savaşımı olduğunu savunan görüşe DİYALEKTİK denir.
Herakleitos’un varlık görüşü diyalektiktir.
PARMENİDES (M.Ö. 515 - 450)
Herakleitos’un aksine Parmenides bütün değişimin, duyuların yanılsaması olduğuna inanmıştır. Aynı şey çeşitlilik ve hareket için de
geçerlidir: Bunlar gerçek olmayan görünümlerdir. Ona göre:
1. Dünyada çeşitlilik, değişim ya da hareket yoktur. Çünkü bu özellikler atfedilerek tarif edilen her şey, olduğu bir durumdan
olmadığı bir duruma değişim gösteriyor diye tarif edilmelidir.
2. Olmadığı bir duruma geçmek demek varken yok olmak demektir. Ancak, olmayan hakkında konuşamayız.
3. Öyleyse çeşitlilik, değişim ya da hareket hakkında konuşamayız.
4. O halde değişim tamamen yanılsamadır.
5. Bu nedenle tüm varlık birdir. Kalıcıdır, süreklidir, yok edilemez, onda hareket ve değişim yoktur.
Duyularımızın bize söylediklerine yani görünümlere rağmen, evrende hiçbir değişim yoktur. Tüm var olanlar aynı öze sahiptir.
Gerçek olan Bir Olan Varlıktır. Parmenides’e göre Bir Varlık: Eezeli ve ebedi, küre şeklinde, kozmik bir varlıktır. Parmenides
öncesi doğa filozofları, aklın yanında gözlemlerinden de faydalanmışlardır. Onlar, gözlemlediklerini düşünceyle işlemişlerdir.
Parmenides, onlardan farklı olarak, duyumların yanıltıcı olduğunu düşünmüştür. Parmenides gözleme yer vermemiş ve salt akla dayalı
bir varlık açıklaması yapmıştır.
Herakleitos’un değişimi öne çıkarması, buna karşıt olarak Parmenides’in değişimi ve duyumları reddetmesi, felsefe
tarihinde önemli bir Tez – Antitez gerilimidir. Platon’un daha sonra bu iki filozofun karşıt savlarından bir senteze ulaşacağı
görülecektir.
SOFİSTLER
MÖ 5. yüzyılda Atina’da demokrasinin gelişimini görüyoruz. Atina’da doğrudan demokrasi uygulanmıştır. Doğrudan
demokrasilerde yurttaşlar yönetim toplantılarına katılarak hem yasalarla hem de yürütmeyle ilgili oy kullanma ve söz söyleme yetkisine
sahiptiler. Demokrasiyle yönetilen Atina’da yurttaşlar için yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmıştır. Yurttaşlar yönetim işleriyle ilgili bilgiye
ihtiyaç duyuyor, aynı zamanda bu bilgileri en iyi şekilde hitabete dönüştürmek istiyorlardı. Başarılı bir yurttaş olmak için eğitim
önemli bir ihtiyaç haline gelmişti. Bu ihtiyacı karşılamayı SOFİSTLERle denemişlerdir. Sofist, bilgi sahibi, bilge anlamına
gelmektedir.
Sofistler genel olarak insanla, yaşamla, politikayla ilgili bilgilerin eğitimini veren; bununla birlikte bu bilgilerin, nasıl etkili bir
hitabete dönüştürüleceğini öğreten düşünürlerdir. Sofistlerin para karşılığında eğitim vermeleri, kendilerini bilge olarak adlandırmaları
onların tarihte olumsuz olarak anılmasına neden olmuştur. Bu olumsuz şöhrete rağmen sofistlerin felsefeye kattığı son derece önemli
unsurlar vardır:
1. İlk Çağ filozofları çoğunlukla doğa araştırmalarına yönelmişlerdir. Onların ardından gelen Sofistler ise felsefeye insan, yaşam,
değerler,politika, bilgi sorunu gibi konuları kazandırmışlardır.
2. Retorik (tartışma sanatı), hitabet sanatı gibi alanlarda yaptıkları çalışmalarla felsefede dilin önemini göstermişlerdir.
3. Sofistler bilginin mümkün olup olmadığını, bilginin kaynağını tartıştılar ve bilgi felsefesinin ortaya çıkışını sağladılar.
Belli başlı sofistlerden Protagoras ve Gorgias’ı sayabiliriz:
PROTAGORAS (M.Ö. 482-411)
Protagoras en ünlü sofistlerdendir. Protagoras doğa felsefesiyle ilgilenmez. Protagoras’a göre bilgimizin kaynağı duyumlardır.
Ancak duyumlar bize göreli bir bilgi verir. Çünkü duyumlar duyumlayanın o andaki durumuna göre bilgiler verir. Algımız bize nesneyi
ancak o anki durumumuza göre gösterebilir. ‘Rüzgar üşüyen için soğuk, üşümeyen için ılıktır.’ Bu nedenle Protagoras’a göre ‘İnsan
her şeyin ölçüsüdür.’ Protagorasın bilgi anlayışı relativisttir. Relativizim bilgide göreceliliktir. Protagoras’a göre herkes için geçerli
olabilen, genel-geçer, nesnel bilgiden söz edemeyiz.
GORGİAS (M.Ö. 483 - 375)
Gorgias’a göre varlığı bilmemiz mümkün değildir. Gorgias bu düşüncesini daha da ileri götürür ve ‘Varlık yoktur’ görüşünü savunur.
‘Varlık yoktur’ düşüncesi varlık felsefesinde NİHİLİZM (HİÇÇİLİK) olarak adlandırılır. Gorgİas’in ünlü üç yargısı:
1. Varlık yoktur.
2. Olsa da bilemeyiz.
3. Bilsek de başkasına aktaramayız.
Gorgias yaşadığı dönemde geleneksel değerleri, toplumsal yasaları ve yargıları oldukça yıkıcı bir şekilde eleştirmiştir ve evrensel
ahlak ilkelerinin mümkün olamayacağını savunmuştur.
SOKRATES (M.Ö. 470 - 399)
Sokrates İlk Çağın en önemli filozoflarındandır. Sofistlerle girdiği tartışmalarda Sofistlere antitezler üretmiştir. Sokratesin görüşleri
bazı noktalarda Sofistlerle benzerlikler taşır. Sokrates’te Sofistler gibi, doğa felsefesiyle ilgilenmemiştir. O da insan, yaşam, değerler ve
bilgi konularına yönelmiştir. Sokrates’te Sofistler gibi, tüm toplumsal yargılara şüphe ile yaklaşmıştır. Ancak Sofistlerin aksine
Sokrates, doğru bilginin mümkün olduğunu, nesnel, genel-geçer biligilerin var olduğunu savunmuştur. Bu nesnel bilgilerin en önemlisi
ona göre erdemlerin bilgisidir.
Sokrates’e göre doğru bilginin kaynağı akıldır. Doğru bilginin akılla elde edileceğini savunan görüşe RASYONALİZM denir.
Rasyonalizme göre doğuştan gelen bilgi vardır. Sokrates’e göre tüm insanlar bilgilerle dünyaya gelir. Doğru bir yöntemle hiçbir eğitim
almamış bir insan en zor geometri problemini bile çözebilir. Sokrates’in savunduğu yöntem, karşılıklı diyaloğa dayanır. Önce sorularla
karşısındakinin bildiğini sandıklarının temelsizliğini ona fark ettirir ve bu bilgileri çürütür. Bu ilk basamağa İRONİ denir. Ardından
bildiğini sandığı şeylerin temelsiz olduğunu fark eden kişinin, gene sorular aracılığıyla doğru bilgiye ulaşmasını sağlamaya çalışır. Bu
basamağa MAİOTİ (BİLGİYİ DOĞURMA) denir.
Sokrates’e göre ahlaki yaşamın amacı mutluluktur. Mutluluk bilgiyle mümkündür. Ona göre ‘Sorgulanmamış hayat,
yaşanmaya değmez’. Sokrates ömrü boyunca Atinalıların ahlakça gelişimini önemsemiş ve Atina toplumunun daha iyi bir seviyeye
ulaşması için çabalamıştır. Ona göre bu gelişim, yurttaşların yaşamı sorgulamasıyla ve erdemli bir yaşamla mümkündür. Erdemli
yaşamın anahtarı bilgidir. Çünkü insan, erdemlere bilgi sayesinde ulaşabilir. Erdemler nesneldir, genel-geçerdir; doğruluk, cesaret,
ölçülülük, adil olmak gibi insanı iyiye götüren değerlerdir. En üstün erdem bilgeliktir. Bir erdemin tam anlamıyla bilgisine sahip olan
kişi, zorunlu olarak o erdeme sahip olur. Örneğin; ancak cesareti bilen kişi cesur olabilir. Adaleti bilen adil, ölçülülüğü bilen ölçülü
olabilir. Cesareti biliyorum ama cesur olmuyorum deniyorsa Sokrates’e göre o kişi gerçekte cesaretin ne olduğunu bilmiyordur. Ona
göre hiç kimse gerçekten bilerek kötülük yapmaz. Sokrates’e göre: ‘O şeyi yapmanın yanlış olduğunu gerçekten tam anlamıyla
anlarsan, o zaman yapmazsın. Eğer o yanlışı yapmışsan, onun yanlış bir şey olduğunu layıkıyla derinden kavramamışsın demektir.’
PLATON (M.Ö. 427-347)
Sokrates’in öğrencisi olan Platon, sistematik felsefeyi başlatan filozof olarak kabul edilir. Sistematik felsefe kavramı, felsefenin
temel konuları olan varlık, bilgi ve değerle ilgili bağıntılı bir bütünlük kuran, bu alanları birbiriyle tutarlı bir şekilde ilişkilendiren
felsefi söylem oluşturulması anlamına gelir.
Platon’un eserlerinden, hocası Sokrates’in hayatı ve düşüncesinin Platon için ilham kaynağı olduğu ve Platon’un felsefesine temel
teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Platon hocasının idamından 12 yıl sonra Atina’da felsefe, mantık, matematik, fen bilimleri eğitimi ve
hukuk,etik, politika çalışmaları için AKADEMİA’yı kurmuştur. Akademia, Platon’un ölümünden sonra, asırlarca varlığını sürdürmüş
ve tarihteki ilk üniversite olarak kabul edilmiştir.
Sokrates’in, nesnel bilginin imkansızlığını savunan sofistler karşısında genel - geçer erdemleri arayışı, Platon’un bilgi ve ahlak
felsefesini derinden etkilemiştir. Hocasının idam edilmesi, Platon’un siyaset felsefesine yönelmesine neden olmuştur. Platon’un varlıkla
ilgili düşünceleri ise felsefi sisteminin temel dayanağını oluşturacaktır.
Platon’un Varlık Görüşü
Platon’un varlık felsefesini iki kuramın belirlediğini söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi İDEALAR KURAMI, ikincisi ise RUHUN
ÖLÜMSÜZLÜĞÜdür. Platon idealar kuramını Herakleitos ve Parmenides’in varlığın değişimi ve değişmezliği sorunu görüşlerini
sentezleyerek oluşturmuştur. Platon ruhun ölümsüzlüğü görüşünü, İtalya’nın güneyindeki Pisagor Okulu felsefesinden etkilenerek
oluşturmuştur. Bu iki kuramın sistematik olarak Platon’un bilgi ve değer görüşlerini belirlediğini söyleyebiliriz.
Platon, Sokrates’in yaşamı boyunca aradığı nesnel, genel- geçer, kesin, değişmez erdemlerin peşindedir. Tek tek insan
davranışlarında izini gördüğü cesaret, adalet, dürüstlük, bilgelik, ölçülülük gibi erdemlerin asıl anlamı, özü ne olabilirdi? İnsan
davranışlarında erdemlerin görüntüsü azalıp çoğalmakta, oluş - bozuluşa uğramaktadır. Ancak bir özellik olarak yani idea olarak
erdemleri düşündüğümüzde onlar, değişmezlik, mutlaklık ve kesinlik taşımaktadırlar. Sokrates erdemleri insandan bağımsız olarak var
olan genel-geçer, değişmez ilkeler olarak düşünmüştür. Platon bu düşünceyi var olan her şeye genellemiş, tüm varlıkta değişen ve
değişmeyen yönler olduğunu düşünmüştür. Ona göre insanlar farklı farklı olsa da onların hepsine insan dememizi sağlayan bir insan
ideası vardır. Elmalar zamanla elma olma özelliklerini kaybederken elma ideası değişmez, mutlak, oluş – bozuluşa uğramaz bir şekilde
hep var olacaktır. Herakleitos’un çok iyi saptadığı gibi içinde bulunduğumuz evrende her şey sürekli değişim halindeydi. Ancak
Parmenides’in işaret ettiği gibi varlığın ezeli ve ebedi yönü de vardır. Platon bu tartışmanın farkında olarak varlıkta görünenler ve
idealar olmak üzere iki kategori olduğunu düşünmüştür. Ona göre bir tarafta sürekli değişen, oluş bozuluşa uğrayan, ezeli ve ebedi
olmayan varlıkların bulunduğu, üzerinde bulunduğumuz GÖRÜNENLER DÜNYASI (Fenomenler-Duyular Dünyası), diğer tarafta
ise duyular dünyasındaki tek tek varolanların ortak özelliklerini temsil eden, tümel, mutlak, kesin, değişmez, oluş bozuluşa uğramayan
ideaların yer aldığı İDEALAR DÜNYASI vardır. Asıl gerçeklik, idealar dünyasıdır. İdealar, duyular dünyasındaki varlıkların asıl
özünü, özelliklerini oluştururlar. Örneğin tek tek güzel dediğimiz varlıklar güzellik ideasından, tek tek iyi dediklerimiz ise iyilik
ideasından pay almışlardır. Tüm ideaların üstünde İYİ İDEASI vardır. İyi ideası tıpkı bir güneş gibi iyinin, güzelin ve doğrunun
kaynağıdır. İdealar dünyası, duyular dünyasının kaynağıdır. Platona göre duyular dünyası, yansıma /gölge dünyadır.
İdeaların Nitelikleri:
1. İdealar tümellerdir. Örneğin insanlar çok sayıdadır, fakat hepsini kapsayan bir insanlık düşüncesi vardır. İşte bu insanlık düşüncesi
insan ideasıdır.
2. İdealar değişmezdir. Varlıkların duyularla algıladığımız özellikleri zamanla değişir, fakat varlıkların düşünceyle kavranan
özellikleri değişmez. Örneğin insanlar birbirinden farklıdır ve zamanla değişirler ancak insanlık düşüncesi yani insan ideası zamanla
değişmez.
3. İdealar ebedidir. İnsanlar doğar, büyür ve ölür. İnsan düşüncesi hep vardır.
4. İdealar sayıdır. İdealar bir ahenk içindedir. Nasıl ki sayılardan biri olmadığında ahenk bozuluyorsa idealardan birinin olmaması da
uyumu bozar.
5. İdealar en gerçek varlıklardır.
6. İdealar saf, yalın ve mutlaktır.
7. İdealar mutlak bir yetkinliğe sahiptir. Varlıklarda gördüğümüz renk, büyüklük, eşitlik, ayrıklık gibi nitelikler ideaların aynısı
değildir. Örneğin çok iyi bir insan insan ideasından çok küçük bir pay alabiilmiştir. İnsanlar ideaların bütün niteliklerine sahip
olamazlar.
Platon’un varlık anlayışına İDEALİZM denir. İdealizm varlığın özünün düşünsel, soyut ya da ilahi nitelikte olduğunu savunan
görüştür.
Platon’un Bilgi Görüşü
Platon genel-geçer ve kesin bilgilere ulaşmak istemiştir. Ancak içinde bulunduğumuz duyular dünyası sürekli değişim halindedir ve
sürekli değişenin sabit, mutlak bilgisi mümkün olmamaktadır. Bir başka sorun, duyular dünyasını duyu verileriyle kavrıyor
oluşumuzdur. Platon’a göre duyu verileriyle elde edebileceğimiz bilgi, ancak kesinlik içermeyen sanı bilgisi olabilir. Platon bu bilgiye
doxa demiştir. Yani içinde bulunduğumuz dünyayla ilgili duyumlar aracılığıyla, doxa(sanı) bilgisine ulaşabiliriz.
Platon’a göre gerçek olan idealardır. O halde gerçeğin bilgisi, ideaların bilgisidir. İdealar düşünsel varlıklardır ve ideaları ancak akıl
kavrayabilir. İdeaların bilgisi akılda doğuştan vardır. Ruh idealar dünyasından kopup gelmiştir ve ideaların bilgisine sahiptir. Ancak
dünyaya geldiği anda bu bilgiyi unutur, dolayısıyla hatırlaması gerekir. Ruhun bilgileri hatırlaması akıl sayesindedir. Akıl, felsefe-bilim
sayesinde ideaların bilgisine Platon’un ifadesiyle EPİSTEMEye ulaşacaktır. Episteme, ideaların bilgisidir yani gerçeğin bilgisidir.
Platonun bilgi görüşü RASYONALİZMdir. Rasyonalizm(akılcılık) doğuştan gelen bilgilerin varlığını ve doğru bilginin kaynağının
akıl olduğunu savunan bilgi felsefesi akımıdır.
Platon’un Ahlak Görüşü
Platon, hocası Sokrates gibi ahlakın amacının mutluluk olduğu ve mutluluğun ideaların bilgisiyle mümkün olduğu görüşündedir.
Platon’a göre ahlak yasaları, idealar dünyasında nesnel bir varlığa sahiptirler. Bu nedenle ahlaki değerlerin ne olduğunu içinde
yaşadığımız dünyaya bakarak değil akıl yoluyla ideaları bilerek öğrenebiliriz. Ahlaki değerlerin ve erdemlerin kaynağı, en üstün idea
olan iyi ideasıdır. Bir eylem iyi ideasına uygun olduğu ölçüde iyi olur. Erdemler ruhun uyumunu sağlar. Bilgelik, ölçülülük, doğruluk
gibi erdemler akılca bilinmelidir. Böylece iyi ideasına uygun bir yaşam sürülebilir. Platon bireysel iyinin yanı sıra toplumsal iyiyi de
önemsemiştir. Sadece bireysel iyi mutluluk için yetmeyecektir. Toplumsal iyi, politikayla igilidir. Böylece Platon, ahlakın uzantısı
olarak politikayı öne çıkaracaktır.
Platon’un Siyaset Görüşü
Platon, insan için iyi bir hayatın ve mutluluğun ancak toplum içinde ve iyi bir yönetim altında mümkün olduğuna inanır.
Sokrates’in Atina demokrasisi tarafından idam edilmesi onu filozof kral düşüncesine yöneltmiştir. ‘Devleti cahil insanlar değil bilge
insan yönetmelidir.’ Eğer bilge(filozof) kişi yönetici olursa, iyi bir devlet yönetimi gerçekleştirerek halkının adaletli ve mutlu bir yaşam
sürmesini sağlayacaktır.
Platon’a göre devlet, insan doğasının doğal bir uzantısıdır. Devletin kurulmasına yol açan doğal neden, hiçbir insanın kendi
kendisine yetememesi, başkalarının yardımına ihtiyaç duymasıdır. Böylece toplum düzeni ortaya çıkar. Platon toplumu bireye benzetir.
Nasıl ki insanlar ayak, gövde ve baştan oluşur, toplumda böyledir.
İNSANIN BÖLÜMLERİ
TOPLUMUN BÖLÜMLERİ
ERDEMLERİ
GÖREVLERİ
BAŞ
YÖNETİCİLER
BİLGELİK
AKIL
GÖVDE
ASKERLER
CESARET
İRADE
AYAKLAR
İŞÇİLER/ÇALIŞAN SINIF
ÇALIŞKANLIK
BESLENME
Platon’un Sanat Görüşü
Sanat üzerine geliştirilmiş ilk kuram Platon’a aittir. Platon’a göre sanat taklittir/yansıtmadır. Platon’un varlık anlayışı sanat
görüşünü de belirlemiştir. Ona göre gerçek güzellik idealar dünyasındadır. Bu dünya idealar dünyasının kopyasıdır. Sanatçı güzele
ulaşmak istiyorsa düşünsel olan ideaların kopyası olan bu dünyayı yansıtmalıdır. Böylece sanat eseri, ideaların taklidinin taklidi olmuş
olur. Sanat eserinin güzelliği taklidin başarısına bağlıdır. Sanatta taklit kavramına mimesis denir.
ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322)
Aristoteles zooloji, biyoloji, fizik, mantık gibi bilim alanlarında ve metafizik, ahlak, siyaset, estetik gibi felsefe alanlarında derin
araştırmalar yapmıştır. Aristoteles biyoloji ve mantık biliminin kurucusudur. Felsefenin bir bütün olarak sistematiğini tamamlamış
düşünürdür. Düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilmiştir.
Babası Makedonya kralının hekimi olduğu için Aristoteles, Makedonya sarayında dünyaya gelmiştir. 17 yaşına kadar sarayda
yaşamıştır. Aristoteles, babası yaşamını yitirince Atina’ya gider. Platon’un Akademia’sına öğrenci olarak girer. 20 yıl, Platon ölümüne
kadar Akademia’da çalışır. Oradan Assos’a(Çanakkale-Ayvacık) geçer. Burada krala danışmanlık yaparken siyaset kuramını pratikte
sınamış olur. Başarısı üzerine Makedonya krallığına çağrılır.
Büyük İskender’in öğretmeni ve baş danışmanı olur. Büyük İskender’in başarılarında onun payı çoktur. Burada da başarılı olur ve
Atina’ya döner. Akademia’nın karşısına kendi okulu olan Lykeion’u (Likeon/Lise) açar. Likeon’da felsefe, mantık ve fen bilimleri
ağırlıklı bir öğretim programı uygular. Aristoteles, Makedonya krallığının Atina’daki hakimiyetini kaybetmesinin ardından Atina’yı
terk eder. Sığındığı adada kısa bir süre sonra yaşamı sona ermiştir.
Aristoteles’in Varlık Görüşü:
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles, öğretmenine büyük saygı duymakla birlikte ona karşı, son derece güçlü anti tezler öne
sürmüştür. Platon’un varlık anlayışının temelinde idealar kuramı yer almaktadır. Platon’a göre değişmeden kalan asıl varlıklar
idealardır. İdealar, bu dünyada değil idealar aleminde bulunmaktadır. Aristoteles hocasının idealar kuramına karşı çıkmıştır.
Aristoteles’e göre tek bir evren vardır. Gerçek dünya, üzerinde bulunduğumuz bu dünyadır. Duyumladığımız varlıklar gölge ya da
yansıma değil, gerçektirler. Aristoteles, özlerin bir başka ifadeyle özelliklerin, tümellerin; var olanların içinde olduğunu savunmuştur.
Özellikleri, form olarak adlandırmıştır. Formlar nesnelerin esas doğası oldukları için nesnelerin içindedirler. Aristoteles’e göre var
olanlar madde ve formdan oluşur. Formlar (özellikler) gerçekleşmek için bir maddeye ihtiyaç duyarlar. Aynı zamanda bir madde,
özellikler sayesinde dönüşebilir. Madde ve form oluş potansiyeli taşır. Olanla olmayanın arasında bir potansiyel aşaması vardır.
Örneğin bir tahta, masa olma potansiyeli taşır. Masa olma özelliğiyle tahta bütünleşirse masa gerçeklik düzlemine çıkar. Bir başka
ifadeyle potansiyel olan aktüel hale geçmiş olur. Örneğin insan erdemli olma potansiyeli taşır. Erdemlerle bütünleşirse erdemli bir insan
olur. Örneğin bir araziye ev yapmak istenildiğinde evin yapı malzemeleri olan tuğla, kiremit, kalas vs. nin araziye yığılması
yetmeyecektir. Onu eve dönüştüren özelliklere (form) de ihtiyaç duyulacaktır. Tersinden formun da madde olmadan ev yapma durumu
yoktur. Dolayısıyla madde formdan, formda maddeden ayrı olamaz. Ancak bir form vardır ki maddeye ihtiyaç duymaz. O da formların
formu olan Salt Formdur.
Aristoteles’in madde ve form görüşü ilk neden sorununa da cevap üretecektir. Aristoteles’e göre form bir şeyin o şey olmasının
sebebidir.
Aristoteles varlığın oluşunu 4 nedenle açıklar. Mermer heykel örneği verir: Mermer heykelin varlığa ihtiyacı vardır. Bu varlık,
mermerdir. Buna MADDİ NEDEN der. Mermere şekil veren bir varlık ihtiyacı vardır. Bu, heykeltraştır. Bu nedene HAREKET
ETTİRCİ NEDEN der. Mermerin biçime ihtiyacı vardır. Bu, heykeltraşın zihnindeki heykel tasarımıdır. Bu nedene FORMEL
NEDEN der. Mermerin amaca ihtiyacı vardır. Bu, heykeltraşın heykeli yapma amacıdır. Bu nedene AMAÇSAL (EREKSEL) NEDEN
der.
Aristoteles’in 4 neden görüşü bir evin var oluşu örneği ile açıklanabilir:
1. MADDİ NEDEN: Evin yapı malzemesi olan tuğla, kiremit, kalas vs.
2. HAREKET ETTİRİCİ NEDEN: Evin yapımını gerçekleştiren mimar
3. FORMEL NEDEN: Mimarın zihnindeki ev tasarımı
4. AMAÇSAL(EREKSEL) NEDEN: Mimarın evi yapmaktaki amaç
Aristoteles’e göre nedenlerin nedeni, ilk neden SALT FORMdur. Salt form, formların formudur. Diğer formlar maddeye ihtiyaç
duyarken salt form maddeye ihtiyaç duymaz. Salt form ilk hareket ettirici, ilk amaç belirleyicidir. Salt form TANRIdır. Aristoteles’in
ilk nedenlerin bilimi olarak gördüğü varlık araştırmasına İLK FELSEFE ya da METAFİZİK denir.
Aristoteles’in Bilgi Görüşü:
Aristoteles’e göre tek bir evren vardır ve varlıkların özellikleri var olanların içindedir. Bu özellikler tümel kavramlardır.
Kesin, doğru bilgi; tümellerin bilgisidir. Aristoteles’e göre akıl, etkin ve edilgin olmak üzere iki kısıma ayrılır. Edilgin akıl duyu
verilerinin düzenlendiği kısımdır. Duyuları yönetir ve onlardan aldığı izlenimleri düzenler. Etkin akıl ise duyu verilerini işler ve onları
varlıkla ilgili tümel önermeler haline getirir. Bundan sonra mantık biliminin yardımıyla tümelden tekile çıkarımlarda bulunur.
(TÜMDENGELİM)
Arİstoteles rasyonalist bir filozof olarak kabul edilir. Ancak rasyonalistlerle önemli farkları vardır. Birincisi Aristoteles doğuştan
gelen bilgileri kabul etmez. Ona göre insanın huyları bile doğuştan değildir, yaşantıyla edinilmiştir. İkincisi rasyonalistler duyu
verilerine güvenmezler. Ancak Aristoteles’e göre bilgi edinimi duyu verileriyle başlar. Tüm bu özelliklere rağmen Aristoteles, etkin akıl
ve tümeller görüşü nedeniyle bilgi felsefesi alanında rasyonalisttir.
Aristoteles’in Etik Görüşü:
Aristoteles’e göre insan davranışlarının amacı mutluluktur. Mutluluk, iyi durumda olmaktır. Aristoteles’e göre bazı insanlar
mutluluğu hazlarla özdeş görür. Ancak hazlar kısa sürelidir, geçicidir; mutluluksa daha kalıcı bir iyidir. Hazlar hayvanlarda da vardır,
mutluluksa tüm varlıklar arasında sadece insana özgü bir faaliyettir. Aristoteles, ulaşılmak istenen iyiyi diğer iyilerden ayırmak için ona
tam iyi demiştir. İnsan için böylesi bir iyinin iki kıstası; nihai olması ve öz yeterliliğe sahip (kendi içinde, kendisi için değerlendirilen)
olmasıdır. Böyle bir iyi geride arzulanacak hiçbir şey bırakmayacaktır.
Aristoteles’e göre tüm varlıkların olduğu gibi insanın da bir doğası vardır. Meşe palamudunun doğası, büyüyüp serpilip sağlam,
düzgün şekilli bir ağaç olmaktır ve bunu gerçekleştirmesi onun nihai iyiye ulaşmasıdır. İnsanın da bir işlevi, ona en uygun olan bir
yaşam biçimi vardır. Diğer hayvanlardan ve başka her şeyden onu ayıran şey, insanın akıl varlığı olmasıdır. Aristoteles’e göre insan
için en iyi yaşam, aklının güçlerini kullandığı bir yaşamdır. Aklın güçlerinin kullanıldığı iki önemli alan vardır. Birincisi teorik bilgiler,
ikincisi ise erdemlerdir. Teorik bilgiler felsefe ve bilim çalışmalarıyla elde edilir. Erdemler ise erdemli davranışların alışkanlığıa
dönüştürülmesiyle sağlanır.
Aristoteles bilgelik, adil olmak, dürüstlük gibi erdemlerin temel dayanağının ölçülülük erdemi olduğu görüşündedir. İyi
davranışların bir orantısı olmalıdır. Erdemli bir davranışın orantısı eksiklik ile aşırılık arasındaki altın orandır. Eksik ve aşırıların her
biri birer kötüdür, bozukluktur. Örneğin cömertlik erdemi cimrilik ve savurganlık arasındaki ölçüdür. Cesaret erdemi korkaklık ve aşırı
ihtiyatsızlık arasındaki ölçüdür. Aristoteles ölçülü olmakta bile ölçülü olmak gerektiğini savunmuştur.
Aristoteles’in Siyaset Görüşü:
Aristotelse siyaseti erdemlerin bir uzantısı olarak görmüştür. Çünkü insan nihai iyiye ulaşmak için iyi yönetilen bir devlette
yaşamaya ihtiyaç duyacaktır. Ona göre devletin temel amacı yurttaşlarının o tam ve mutlu yaşamı sürmelerini sağlamaktır. Aristoteles’e
göre insan toplum varlığıdır ve ancak toplum içinde kendini gerçekleştirebilir. Bu nedenle devletin amaci insanın en yüksek iyiliğe
ulaşmasını sağlamaktır ki bu da vatandalşarın ahlaki ve zihinsel yaşamlarının geliştirilmesi, beslenmesiyle olur.
Aristoteles’te Platon gibi devleti insan doğasının doğal bir sonucu, doğanın bir devamı olarak görmüştür. Ancak Platon’dan farklı
olarak ideal bir devlet tasarımı oluşturmamıştır. Devleti realist bir yaklaşımla değerlendirmiştir. Yunan şehir devletlerindeki yönetim
biçimi çeşitliliğinin de faydasıyla var olan yönetim biçimlerini incelemiş ve onları özelliklerine göre sınıflandırmıştır.
Aristoteles’in Sanat Görüşü:
Aristoteles’e göre sanat yansıtmadır fakat sanat eseri olanı olduğu gibi değil olması gerektiği gibi yansıtmalıdır. Sanatçı nesneleri
taklit ederken onlardaki kusurları ortadan kaldırmalıdır. Bu da ölçü,orantı ve düzenle mümkün olabilir. Sanatçı bir heykeli yaparken
onu olduğu gibi yansıtmak yerine o yüzdeki orantısızlıkları düzenlerse daha doğru bir iş yapmış olur. Etik görüşüyle ilgili ölçülülük
kavramını sanatta da kullanmıştır.
Aristoteles sanatın etik bir amacı olduğu görüşündedir. Bu ahlaki amaç, insanların bir takım duyguları yoğun olarak yaşayıp
insanların onlardan arınmasını sağlamaktır. Bu bakımdan sanat ruhu inceltir ve arındırır. İnsan duygusal sıkıntılardan kurtulup tekrar
dengeye ve dinginliğe kavuşmuş olur. Aristoteles sanatla ruhun arındırılmasına KATHARSİS demiştir.
ÜNİTE 2: MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİ
MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİNİ HAZIRLAYAN DÜŞÜNCE ORTAMI:
1. M.Ö. 300 – M.S. 30 yılları arasında Yunan Felsefesi, doğu kültürlerinden etkilenmiş, Akdeniz çevresine yayılmış ve Doğu Akdeniz
uluslarının ortak kültürü haline gelmiştir. Bu döneme Helenistik Felsefe dönemi ya da Roma Felsefesi Dönemi denir.
2. Aristoteles’ten sonra filozoflar daha çok bilimsel çalışmalara yönelmişlerdir. Bililmlerde; matematik, doğa bilimleri, filoloji ve tarih
alanlarında başarılı çalışmalar yapılmıştır. Felsefede ise başlıca problem olarak ‘bireyin mutluluğu’ görülmüştür. ‘Ahlaklı yaşam
nedir?’, ‘insanın mutluluğu nerededir?’ sorularına cevap aranmıştır.
3. Helenistik dönemin önemli akımlarından biri Epikürosçuluk’tür. Epikürcüler, Epikuros’un düşüncelerinden hareketle M.Ö.
300’lerde Epikürosçuluk okulunu kurmuşlardır. Epikürosçuluğa göre mutluluk hazza dönük yaşamla mümkündür
(Hazcılık/Hedonizm). Epikurosçuların öne çıkardığı hazlar manevi hazlardır. Onlara göre mutluluk için dünyevi hazlardan uzaklaşmak
gerekir. Manevi hazlara yönelmek insanı mutlu edecektir.
4. Helenistik dönemde öne çıkan bir başka düşünce okulu Stoacılıktır. Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’dur. Stoa felsefesinin
temel konusunu ahlak oluşturur. Onlara göre ahlaki davranışlar akılla belirlenir. Doğa ve akıl aynı şeydir. Erdemler, doğaya ve akla
uygunluktur. İnsan, aklıyla bilgi sahibi olacak ve iradesiyle kendisini denetleyerek doğru davranışta bulunup mutlu olacaktır. Stoacılar
bireyin her türlü otoriteden ve görenekten kurtularak özgür olması ve kendi ahlaki kurallarını kendisi oluşturması gerektiğini
savunurlar. Onlar toplumsal yaşamı bilge kişiler arasındaki dostluklar ve bütün akıllı insanların birlikteliği olarak değerlendirirler.
Stoacilarin toplumsal ideali ‘dünya yurttaşlığı’dır. Stoacıların, hukukun akılla belirlenmesi ilkesi Roma hukukuna temel oluşturmuştur.
5. Plotinos(MS 204-MS 270) tarafından kurulan Yeni Platonculuk akımı, Antik dönemin sonuna doğru, temelini felsefeden alan dini
bir görüş oluşturmaya çalışmıştır. Plotinos felsefesinde hem Platon’un hem de Aristoteles’in etkileri vardır. Tek amacı Tanrı’ya
ulaşmaktır. Plotinos’a göre varlık madde değil ruhtur. Cisimler dünyası, üzerine ruhsal dünyadan bir parıltı vurursa değer kazanır.
Plotinos’a göre evren merdiven gibi aşamalı bir yapıdan oluşmaktadır. Varlığın en üst basamağında Tanrı bulunur. Varlıklar Tanrı’nın
taşmasıyla meydana gelir. Buna ‘Südur Teorisi’ denir. Tanrının taşmasıyla ilk oluşan varlık Akıldır(Nous). Aklın taşmasıyla tüm
bireysel ruhların kaynağı olan ‘Evrensel Ruh’ meydana gelmiştir. Evrensel ruhun taşmasıyla maddeleri canlandırma özelliği olan
‘Bireysel Ruh’ meydana gelmiştir. Onun taşmasıyla ‘Cisim’ meydana gelir. Cismin taşmasıyla hiçbir özellik taşımayan ‘Madde’
meydana gelir.
Südur Teorisi
TANRI
AKIL(NOUS)
EVRENSEL RUH
BİREYSEL RUH
CİSİM
MADDE
6. MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl, felsefenin dini temellendirmekle görevlendirildiği bir dönem olmuştur. Bu dönem iki ayrı coğrafyada,
Hristiyan felsefesi ve İslam Felsefesi olarak bazı yönlerden benzeşen ancak bazı yönlerden tamamen farklı özelliklere sahip, bin yıllık
bir dönemdir.
7. Hristiyanlığın MS 2. Yüzyılda yayılmasıyla birlikte Hristiyan din adamları, dinin akılla temellendirilmesi için felsefeye
yönelmişlerdir. Platon’un iyi yaşam için erdemlerin geliştirilmesi ve ruhun ölümsüzlüğü fikri onları etkilemiş inancı akılla desteklemek
istemişlerdir. Bu çaba, batıda felsefenin durgun-statik bir hal almasına yol açmış bilimlerin ise gerilemesine sebep olmuştur.
8. İslam coğrafyasında özellikle MS 8. yüzyılda gerek düşünsel açıdan gerekse coğrafi olarak gelişmeler yaşanmış, çeviriler sayesinde
Antikçağ eserleriyle tanışılmıştır. Batıdan farklı olarak, felsefeyle daha üretken ve dinamik bir etkinlik içine girilmiştir. Gene batıdan
farklı olarak İslam Coğrafyasında bilimsel çalışmalar canlı, üretken ve güçlü olmuştur.
HRİSTİYAN FELSEFESİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ:
1. Hristiyan Felsefesi, Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte başlayan, 15. yüzyıla kadar süren batı felsefesi için yapılmış adlandırmadır.
Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçüyle yıkılınca, bilimve kültür de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Avrupa’da, Eski
Dünyanın yıkıntıları içinde, Antik Çağ’ın kültür değerlerini ele alıp ilerisi için kurtaran, kilise olmuştur. Doğal olarak kilisenin
kendisine uygun bulduğu düşünceler ayakta kalmış, aykırı olanlar da dışlanmıştır.
2. Yunanlılarda felsefe, bilmek için bilmek fikriyle sadece merakın ve haretin tatmininin verdiği sevinçle yapılırken, Hristiyan
felsefesinde felsefe dinin temellendirilmesi amacıyla kullanılmıştır.
3. Hristiyan felsefesi din merkezlidir.
4. Akılla dinin temellendirilmesi amaçlanmıştır.
5. Tanrının varlığı kanıtlanmaya çalışılmıştır.
6. Felsefenin sınırları, dinsel otorite tarafından belirlenmiştir.
7. Kutsal metinler merkeze alınmıştır.
8. Hristiyan felsefesinde, hakikatin bulunduğu iddia edilir. Bu nedenle durgun-statiktir.
9. Hristiyan felsefesinde bilginin kaynağı inançtır.
10. Felsefe, Hristiyan dinine karşı yapılan eleştirileri savunma amacıyla kullanılmış, buna apoloji(savunma) denilmiştir.
11. Felsefenin tüm alanlarında din etkili olmuştur.
12. Felsefenin eleştirel ve sorgulayıcı yönü dışlanmış, bununla beraber bilimler de gerilemiştir. (Platonun Akademiası kapatılmış,
İskenderiye Kütüphanesi yakılmıştır.)
Hristiyan felsefesi iki döneme ayrılır. MS 2. yüzyılla 8. yüzyıl arasına Patristik Dönem denir. MS 8. yüzyılla 15. yüzyıl arasına ise
Skolastik Dönem denir.
PATRİSTİK DÖNEM
Hristiyan düşüncesine Antik felsefe araçlarıyla bir biçim kazandırmak, inancı felsefeyle temellendirmek uğraşlarını içine alan
Hristiyan felsefesinin ilk dönemine Patristik Felsefe denir. Bu dönem filozofları, aynı zamanda din adamları oldukları için bu döneme
Kilise Babaları felsefesi dönemi de denir. Kilise Babaları MS 2. - 6. yüzyıl arasında yaşayıp Hristiyan öğretisinin temellerini kurmaya
çalışmışlardır. Tertullian, Cellemens ve St. Augustinus bunların önde gelenleridir. Bu din adamlarında Platon ve Plotinos etkisi
görülmektedir.
SKOLASTİK DÖNEM
Skolastik Felsefe Hristiyan öğretisini akılla temellendirme ve sistematik hale getirme uğraşına girişmiştir. Skolastiğin yöntem
bakımından yapmak istediği, aklı vahiy doğrularıyla birleştirip, inanç konularını anlaşılır kılmaktır. Skolastik kavramı okullaşma
anlamına gelir. Hristiyanlığın kurumsallaşması ve hızla yayılması hedeflenmiştir ve başarılı da olmuştur. Skolastik felsefe, din adamları
yetiştiren manastır ve katedral okullarında geliştirilmiştir. Bologna ve Oxford üniversiteleri bu dönemlerde kurulmuştur. Anselmus,
Aquinolu Thomas, Ockhamlı William bu dönemin önde gelen filozoflarıdır. Bu dönemde Aristoteles etkisi görülmektedir.
HRİSTİYAN FELSEFESİNİN BAZI PROBLEMLERİ:
1. Tanrının Varlığı Problemi:
Hristiyan Felsefesinde Tanrının Varlığına İlişkin Kanıtlar:
a) Ontolojik Kanıtlama
Anselmus(1033- 1109)’a göre zihnimizde bir mutlaklık fikri vardır. Mutlak bir varlık olmasaydı zihnimizde böyle bir fikir
olamazdı. Çevremizdeki varlıklar ancak mutlak bir varlıktan, Tanrı’dan pay alarak varlığa gelebilir. Bu nedenle tüm varlıklar Tanrı’nın
varlığının kanıtıdır.
b) Kozmolojik Kanıtlama
Aristoteles’in ilk neden görüşünün etkisiyle Aquinolu Thomas(1225-1274) tarafından ortaya atılmış bir kanıtlamadır. Ona göre
zihnimizde Tanrı kavramı olduğu için Tanrı vardır önermesi yanlıştır. Ona göre gerçekte Tanrı olduğu için Tanrı fikri oluşmuştur.
Evrende var olan her şeyin bir nedeni vardır. Tüm nedenlerin bir ilk nedeni olması gerektiği için, tüm hareket ettiricilerin ilk hareket
ettiricisi olması gerktiği için Tanrı vardır. Tanrı ilk hareket ettirici, nedenlerin nedenidir.
2. Kötülük Problemi:
Kötülük problemi düşünüldüğünde genel olarak iyi ve kötünün veya günah ve sevabın açıklanması gerekir. Ana sorun “Eğer Tanrı
varsa, mutlak güç sahibiyse ve insanın iyiliğini istiyorsa neden dünyadaki kötülükleri önlemiyor veya kaldırmıyor?” gibi sorular
ekseninde şekillenir.
St. Augustinus’a göre kötülük insan iradesinin özgürlüğünden kaynaklanmaktadır. Tanrı size iyiliği emreder. Fakat bunun yanında
bu emri otomatik uygulayacak bir karakter vermemiştir. Tanrı’nın emrini yerine getirmeyebilirsiniz. Komşunuzu sevmeyebilir, hırsızlık
yapabilirsiniz. Bu sizin Tanrı’nın emirleri dahil her şeye karşı özgür irade gücünüzün olmasından kaynaklanmaktadır. St. Augustinus’a
göre insanın özgür iradesi olmasaydı bir kukladan farksız olurdu. İnsan özgür iradesi ile iyilik ve kötülüğü seçebilir. Bu irade gücü
nedeniyle cennet bahçesinden kovulmuştur. Bu kötülük sadece Adem ve Havva’nın değil onlardan türeyen tüm insanların ortak
kötülüğü olmuştur. Aziz Augustinus’a göre her varlıkta olması gereken bir iyilik vardır. Eğer varlık bu iyilikten yoksun olursa ortaya
kötülük çıkacaktır. Kötülük varlığın koruması gereken iyilikten yoksun olmasıdır. Bu nedenle kötülük Tanrı’nın yarattığı bir şey
değildir Tanrı her varlığı iyilikle yaratmıştır. Fakat insan özgür iradesini kullanarak iyilikten yoksunlaşırsa kötülük ortaya çıkar.
Aquinali Thomas’a göre Tanrı evreni mükemmel yaratmıştır ve kötülük evrenin kendisinde var olan bir töz değildir. Kötülük
insanın iyiye yönelmediğinde oluşan bir durumdur ve irade zayıflığının bir sonucudur. Akıl, iradeye yön verir ancak irade de özgürdür.
İrade ahlakın ön koşuludur. Özgür akıl tarafından düşünülmüş erdemler gerçek iyidir. Antik Çağ erdemleri adil olmak, cesaret,
bilgelik, ölçülülük, doğrulukken; bu erdemlere Hristiyan erdemleri olan sevgi, inanç ve umut eklenmiştir.
3. Ruhun Ölümsüzlüğü Problemi:
“İnsan sadece bedenden mi yoksa beden ve ruhtan mı oluşur?” sorusu Hristiyan felsefesine de yöneltilmiştir. Hristiyan felsefesinde
ruh ve beden konusunda genel olarak düalist (ikici) bakış açısı kabul edilmiştir. Ruh, bedenden bağımsız ve bedenden önce
yaratılmıştır. Maddi bir yapı olmayan ruh; değişmez, sonsuz ve ölümsüzdür. Ruh, Tanrı’dan ayrılmıştır ve ona geri dönecektir. Beden
ve ruh karşıtlığı aynı zamanda ruhun ölümsüzlüğünün kanıtıdır. Ruh ve bedenden oluşan insan, Augustinus’a göre bu dünyada
sadece bedenini bırakır ve ruhuyla öte dünyaya gider. Ona göre ruh ölümsüzdür.
RUH
BEDEN
Maddi olmayan
Maddi olan
Değişmeyen
Değişen
Ölümsüz
Ölümlü
Mutlak
Mutlak değil
4. Tümeller Problemi:
Tümeller var olanların ortak özelliklerini barındıran genel kavramlardır. Belli bir sınıfın tüm bireylerini içine alan genel kavramları
işaret etmek için kullanılır. Platon’da tümeller idealardır. İdealar ayrı bir evren oluşturuyordu ve asıl gerçek olan onlardı. Aristoteles’te
ise tümeller formlardı ve tek tek var olanların içinde birer ögeydiler. Bu düşüncelerden yola çıkılarak yapılan tümeller tartışması,
MS 2-MS 15. yüzyılda Tanrı’nın varlığıyla birlikte düşünülerek yeniden yorumlanmıştır. Üç farklı görüş ortaya çıkmıştır:
a) Kavram Realizmi: Augustinus ve Anselmus tarafından savunulmuştur. Platon’un ideaları gerçek varlık olarak kabul etmesi gibi
kavram realizmi de tümelleri insan zihninden bağımsız olarak gerçek birer varlık olarak görmüştür. Augustinus ve Anselmus’a göre
tümellerin varlık yeri Tanrı’nın zihnidir.
b) Kavramcılık(Konseptualizm): Aquinalı Thomas tarafından savunulmuştur. Aristotelesçi bir yaklaşımla tümel kavramların
varlıklarda bulunduğunu savunmuştur. Onlar varlıkların özüdür. Gizli bir güç olarak maddede yerleşiktir. Bunlar bir amaca göre açılır
ve dünyadaki oluşu meydana getirir.
c) Adcılık(Nominalizm): Nominalizmin kurucusu ve başlıca temsilcisi Ockhamlı William(1300-1349)’dır. Ona göre tümel
kavramların zihin dışında bir gerçekliği olamaz ve tümel kavramlar sadece birer isimden ibarettir. O. William’a göre gerçek olan tek tek
var olanlardır. Tümel kavramlar ise soyutlamadan ibarettir. Ona göre deney her türlü bilginin temelidir. O. William’ın görüşleri
empirizmin kurucusu John Locke’a ilham olacaktır.
TEOLOJİ VE DİN FELSEFESİ
Teoloji (ilahiyat) ve din felsefesi dini ve Tanrıyı konu alır. Teoloji(ilahiyat), doğrudan doğruya inanca dayanır; inancın sınırları dışına
çıkmaz ve bir dinin tarafı olarak bilgi oluşturur. Bu nedenle her dinin kendine özgü bir teolojisi vardır. Örneğin İslam teolojisi,
Hristiyan teolojisi, Yahudi teolojisi. Teoloji, açıklamalarında Tanrının gönderdiği kutsal kitaplara, peygamberlerin bildirdiklerine ve din
alimlerinin yorumlarına dayanır. Teoloji dogmatiktir ve merkezine aldığı dinin otoritesine dayalıdır.
Din felsefesi ise özgür düşünme, nesnel olma ve sorgulamayı temel alır. Akla dayalıdır. Din felsefesi, felsefece dinin araştırılmasıdır.
Teolojinin amacı inananların inançlarını güçlendirmektir, din felsefesi ise dinin ilkelerini sorgular kişilerin dindar olmalarına
çalışmadığı gibi inançları sarsmaya da kalkışmaz. Din felsefesi genel olarak din ya da dinleri ele alır. Bütün dinleri genel olarak
araştırır.
İSLAM FELSEFESİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ VE ÖNE ÇIKAN PROBLEMLERİ
1. İslamiyet öncesi dönemde (MS 600 öncesi) Doğu’daki çeşitli merkezlerde (Antakya, Harran, İran ve İskenderiye gibi) açılan
okullarda Antik Yunan felsefesine dair çeviriler yapılmıştır. Özellikle Yunan (Grekçe) dilinden Süryaniceye yapılan çeviriler, Doğu ile
Batı arasındaki coğrafyayı Antik Yunan felsefesiyle tanıştırmıştır.
2. İslam medeniyetinin hızla yayılması çok farklı kültürlerin birbiriyle etkileşim kurmasını sağlamış; bilim, sanat ve felsefede önemli
gelişmeler oluşturmuştur. Özellikle Bağdat bu gelişmelerin merkezi konumuna gelmiştir.
3. İslam düşünürlerinin Antik Yunan felsefesi üzerine düşünme ürünleri oluşturması, Batı’nın tekrar Antik Yunan felsefesinden
etkilenmesine neden olmuş ve bu durum, zamanla Batı’da Rönesans’ın oluşmasına zemin hazırlamıştır.
4. İslam coğrafyasında yaşayan farklı dinlere mensup veya herhangi bir dine mensup olmayan filozofların yapmış olduğu felsefi
çalışmalar da İslam felsefesi altında incelenir. Dolayısıyla İslam coğrafyasında çeşitli felsefi görüşler ve bunların etrafında şekillenen
okullar vardır.
5. Emeviler döneminde ilk çeviriler başlamıştır. Tarihin en büyük kütüphanelerinden biri sayılan Beyt’ül Hikmet (Hikmetler Evi)
Abbasi Devletinin başkenti Bağdat’ta 8.yy. dolaylarında Abbasi halifesi Harun Reşid (Hüküm süresi: 786-809) tarafından İslamiyet’in
Altın Çağında kurulmuştur. Kütüphanenin gelişimi Harun Reşid’in oğlu Halife Memun hükümdarlığında da devam etmiştir; hatta bazı
kaynaklarda bu bilim merkezinin kurucusu olarak Memun’un adı geçer.
6. İslam felsefesi eleştiriye açık ve dinamik olması bakımından Orta Çağın dogmatik, durgun, üretken olmayan felsefesinden ayrılır.
Avrupada bilimler baskı altına alınmış, bilimsel çalışmalar durmuşken İslam coğrafyasında bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır.
Bilimsel çalışmalar özellikle matematik, tıp, astronomi alanında çağının ötesine geçebilmiştir.
7.Ortak dil olarak Arapça kullanılmıştır.
8. Akla önem ve değer vermesi, tartışmaların hiçbir otoriteye dayanmadan akılla yürütülmesi, dinin halkın anlayabileceği şekilde
anlatılması, felsefi akımların tartıştığı problemlere cevap verilmesi ve dini kuralların net olarak açıklanması İslam felsefesinin esas
niteliklerindendir.
ORTA ÇAĞ’DA İSLAM DÜŞÜNCESİ
Orta Çağda İslam dünyasında ortaya çıkan düşünce hareketleri üçe ayrılmaktadır.
1. KELAM:
Hz. Peygamber hayattayken İslam Dünyasında hiçbir fikir ayrılığı yoktur. Vefatından sonra başka dinlerle teolojik tartışmalar
yapılmış, eski inançlara karşı dini savunmak durumunda kalınmıştır. Kelam, İslam dininin ana ilkelerini “akıl yoluyla temellendirme”
çabalarından doğar. Kelam, vahiy ile sabit olan dini inançların doğruluğunu akıl ve mantık yoluyla ispat etmek, bu konuda ortaya çıkan
şüphe ve tereddütleri gidermektir. Kelam, “Allah’ın Sözü” anlamına gelir. Kelam, felsefe değil teolojidir.
Kelam akımlarından en önemlileri:
a) Eş’ariyye:
İslam dinini her türlü saldırı karşısında akılla korumak asıl amaçlarıdır. Onlara göre aklın imkanları sınırlıdır ve tüm inanç
konularını açıklamaya yetmez. Yani sadece akılla her şey açıklanamaz. İmanla çelişen ve çatışan hiçbir bilgi doğru olamaz. Önce iman
sonra akıl gelir.
b) Mu’tezile:
Eşariyeye göre aklı daha fzla ön plana çıkarırlar. Kur’an ın akılla açıklanabileceğini yahut yorumlanabileceğini savunurlar.
2. TASAVVUF:
Kelamcılardan farklı olarak gerçeğe tartışma yoluyla değil yaşayarak ulaşılacağını savunmuşlardır. İnsanın duygu ve sezgi yoluyla
Allah’a ulaşmasını ve sevgisiyle Allah’la bütünleşmesini mümkün gören düşünce sistemidir. Zühd, dünyevi olan her şeyden el etek
çekmektir. Evrende bulunan her şey gerçek varlık olan Allah’ın varlığına işaret eder. Allah’ın yarattığı her şeyi yine Allah için sevmek
gerekir.
3. İSLAM FELSEFESİ:
a) Meşşai Felsefesi:
İslam tarihinde/düşüncesinde "felsefe" denince ilk akla gelen düşünce akımı Meşşailik akımıdır. “Bu düşünce sistemi tabiat
felsefesine paralel olarak ortaya çıkmış ve çok kısa bir sürede en uygun felsefi bir sistem halini almıştır. Çağının bütün felsefe
meselelerine bünyesinde yer veren Meşşailik, mantık ve matematiğe dayanır. Yani onun esas karakteri akılcı olmasıdır.
Aristoteles felsefesini benimseyip İslam düşüncesi ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Aklı esas alarak dinin inanç
ile ilgili temel problemlerini açıklamaya çakışmışlardır. Bu özellikleri sebebiyle özellikle Kelamcılar tarafından eleştirilmişleridir.
Evrenin Allah tarafından yoktan yaratılmasına dayanan İslam dini ile evrenin öncesiz ve sonsuz olduğunu savunan Antik Çağ
düşüncesini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Bunun için Plotinos’un Sudur teorisinden yararlanmışlardır.
Meşşai felsefesinin temsilcileri El Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd’tür.
b) Gazali Felsefesi:
Mutezilenin görüşlerine karşı çıkar. İslam felsefesinde çığır açan isimlerden birisidir. Eşariye ve Tasavvuf ile uzlaşan yönleri vardır.
Gazali’ye göre; akıl insanı yanıltabilir, bu nedenle gerçeğe ancak imanla, sezgiyle ulaşılır. Felsefede aklın rolünü kabul etmiş ancak
akılla açıklanamayan bazı durumları iman ve sezgi yoluyla çözmeyi önermiştir. Gazali; felsefe ile Kuran’ı bağdaştırmaya çalışan
Meşşaileri eleştirmiş, onların İslam inancı ile bağdaşmayan fikirlerinden dolayı TEHAFÜT EL-FELASİFE (Felsefecilerin
Tutarsızlıkları/Hataları) adlı eserini yazmıştır. Eleştirilerini hiçbir otoriteye dayanmadan aklın ilkelerine göre yapmış ve orijinal bir
İslam felsefesi oluşturmuştur. Gazali’ye göre duyum ve akıl insana bir yere kadar bilgi verebilir. Ona göre hakikate ancak SEZGİyle
ulaşılabilir. Hakikati akıl gözü değil KALP GÖZÜ görebilir. Sezgiyi güçlendirmek yani kalp gözünü açabilmek için İmanlı bir yaşam
gerekir. Gazali bilgi görüşüyle, bilgi felsefesinde entüisyonizm (sezgicilik) akımının kurucusu olmuştur.
YARATICININ VARLIĞINI KANITLAMA PROBLEMİ:
Eş’arî, insanın doğumdan ölüme kadar farklı biyolojik süreçlerden geçtiğini ve olgun bir varlık haline geldiğini ama insanın bu
olgunluğa kendi kendine ulaşamayacağını söyleyerek bir yaratıcının olması gerektiğini savunur.
El Kindî, birçok İslam filozofu gibi yaratıcının varlığını kanıtlamak için “hudûs deliline” başvurur. Hudûs, sonradan yaratılan
demektir ve hudûs delili, sonradan yaratılanın zorunlu olarak bir yaratıcıyı gerektirmesi mantığına dayanır. El Kindî’ye göre âlem
(evren), kadim (öncesiz) değil hadistir (sonradan olan). Onun bilfiil (eylemli olarak) gerçekleşmesi hadis olmasındandır. Âlemin
sonradan yaratılan olduğunu kanıtlamak için âlemde zamanla değişim olduğunu ve zamanın olmasının da âlemin sonlu olduğuna kanıt
olduğunu ileri sürer. Âlem sonlu olduğuna göre bir başlangıcı ve bir başlatıcısı vardır, görüşündedir. Âlemde düzen ve uyum olmasının
Yaradan’ın varlığına ilişkin bir başka delil olduğunu savunur.
Farabi, varlığı Mümkün Varlık (mümkin-ül vücud) ve Zorunlu Varlık (vacib-ül vücud) olarak ikiye ayırır. Zorunlu varlık
Allah’tır. Allah, var olmak için başka hiçbir varlığa ihtiyaç duymaz. Ancak diğer tüm varlıklar, var olabilmelek için Allah’a muhtaçtır.
Bu varlıklara Farabi Mümkün Varlıklar demiştir. Allah’ın ilk yarattığı varlıksa AKILdır.
İbn Rüşd’e göre Yaradan’ın varlığına yönelik iki delil vardır: inayet ve ihtira. İbn Rüşd öne sürdüğü akli delilleri aynı zamanda
Kur’an ayetlerine de dayandırır. İnayet Delili:Tabiat da her şey insanla uyumludur. Ateş, hava, su ve toprak insan varlığına uygundur.
Bu uygunluğu sağlayan varlık yaratıcıdır. İhtira Delili: Âlemde her şey yoktan yaratılmıştır bu nedenle yaratılan şeylerin bir yaratıcısı
olması zorunludur.
İRADE ÖZGÜRLÜĞÜ PROBLEMİ:
İnsanın eylemde bulunurken özgür olup olamayacağı, özgür olabilirse ne kadar ve hangi şartlarda olabileceği sorusu ahlak
felsefesinin cevap aradığı bir soru olarak karşımıza çıkar. Bu sorulara ilişkin felsefe tarihinde birçok farklı cevaplar verilmiş, bu
cevapların oluşturduğu temel görüşler “determinizm, indeterminizm, otodeterminizm, liberteryanizm ve fatalizmdir.”
Determinizm (Belirlenimcilik)
- Her ahlaki eylem kendisinden önceki bir olaya ve nedene dayanır. İnsan farkında olmadan DOĞA, COĞRAFYA, KALITIM,
KÜLTÜR VE SOSYOLOJİ tarafından belirlenmiştir. Kişi özgürce karar veremez. Yani özgür değildir. Bu yüzden de insanlar
yaptıklarının sorumluluğuna sahip değillerdir.
İndeterminizm (Belirlenimsizcilik)
- Ne doğada bir belirlenmişlik vardır ne de insanın duygu, düşünce, istek ve eylemlerinde. Bu yüzden insan yaptıklarında özgürdür.
İnsan davranışlarını belirleyen, etkileyen, sınırlandıran hiçbir etki mevcut değildir. Yani tam özgürdür. Bu nedenle kişi sınırsız bir
özgürlük içerisindedir. Bu da kişiyi davranışlarından ötürü sorumlu kılar.
Liberteryanizm
- Sözcük olarak otoriterliğin ve devlet etkisinin karşıtı olarak kullanılır. Bireyin doğuştan getirdiği yaşama hakkı, inanç ve vicdan
özgürlüğü, özel yaşamın gizliliği gibi hak ve özgürlüklerine önem veren bir görüştür. Bireysel özerkliği savunur. Bireylerin
davranışlarında hiçbir toplumsal kısıtlamanın olmaması gerektiğini savunur. İnsanın özgürlüğü koşula bağlıdır. Yasalar ve hukuksal
koşullar izin verirse insan özgürdür. Yani insan koşullu özgürdür.
Otodeterminizm (Özbelirlemecilik)
- Kişi, bilgi ve deneyimiyle kendini geliştirdiği oranda özgürdür. Otodeterminizme göre bilmek özgürlüktür, daha çok bilmek daha çok
özgürlüktür. Davranışı belirleyen birtakım etkenler olsa da özgürlük kişisel olarak elde edilebilir. Bu, kişinin ahlaki bir özerklik
içerisinde olduğu görüşüdür. İnsan, sağlam bir kişilik oluşturabilmişse ve iyi bir bilgi birikimine sahipse özgürdür. Buna göre;
kişilikleri gelişmiş olanlar, gelişmemiş olanlardan daha özgürdür. Yani insan koşullu özgürdür.
Fatalizm (Kadercilik)
- Her şeyin önceden doğaüstü bir güç tarafından belirlenmiştir. İnsanlar başlarına gelecek olayları bilseler bile bunu değiştiremezler,
olaylara hükmedemezler. İnsanın seçim yapma özgürlüğü olmadığı için yaptıklarından da sorumlu olamaz.
İslam felsefesinde özgürlük problemi, insanın seçme ve eylemde bulunma mantığı üzerine şekillenir. Özgürlük denildiği zaman
dönem itibarıyla kader ve irade kavramları da bu problemle beraber ele alınır.
Cebriye kelamcılarına göre: Davranışı yaratan Allah’tır. Davranışı tercih eden ve insana yaptıran Allah’tır. İnsan davranışından
sorumlu değildir. İnsan özgür değildir.
Eş’ariyye kelamcılarına göre: İnsanın seçmesi için birden fazla davranışı yaratan Allah’tır. Davranışlardan herhangi birini tercih
eden ve yapan insandır. İnsan davranışından sorumludur. İnsan ne özgürdür ne de değildir.
Maturidi kelamcılarına göre: İnsan istediği için birden fazla davranışı yaratan Allah’tır. Davranışlardan herhangi birini tercih
eden ve yapan insandır. İnsan davranışından sorumludur. İnsan ne özgürdür ne de değildir.
Mu’tezile kelamcılarına göre: İnsan istediği için davranışını kendi oluşturur, davranışının imkânını Allah yaratır. Davranışı tercih
eden ve yapan insandır. İnsan davranışlarından sorumludur. Insan özgürdür.
Farabi’ye göre: İnsanın amacı iyiliğe ulaşmaktır. En yüksek iyi ise mutluluktur. İnsanın iyi bir eylemde bulunabilmesi için akıllı,
erdemli ve iradeli olması gerekir. Bunlardan biri eksik olursa iyi eylem gerçekleştirilemez. Akıl bilgisiyle, bir eylemin iyi mi yoksa
kötü mü olduğuna karar verebilir; erdem, iyiyi seçer; irade ise iyi eylemi gerçekleştirir.
TOPLUMSAL YAŞAMA YÖNELİK PROBLEMLER
FARABİ:
Farabi’ye göre insan tek başına kendisini geliştiremez ve yaşayamaz. Farabi, “Erdemli Şehir(Medinetü’l Fazıla) kitabında toplumda
kişilerden birinin eksikliğinin diğeriyle tamamlandığını söyler. Fârâbî, insanların mutlu olabilmelerinin koşulu olarak kurdukları düzen
içinde adaletin sağlanmasını öngörür. Adaleti de ancak devletin sağlayabileceğini ifade eder. Bilgili ve sorun çözebilme özellikleri
bulunan kişi tarafından erdemli devletin yönetilmesi gerektiği görüşündedir. Erdem adalet ve yardımlaşmadır. Ancak insanlar
kötülükler için de yardımlaşabilirler. Gerçek mutluluğa ulaştıracak şeylerde yardımlaşan insanlardan oluşan kent, erdemli kenttir.
Erdemli kent, bireylerin yaratılış gayelerine ugun fonksiyonları icra ettikleri bilgi toplumu olabilmiş şehirdir. Ailelerin, köylere;
köylerin şehirlere ve şehirlerin de devlete yönelmesi doğal bir zorunluluktur. En üstün yetkinlik, şehirde yaşayanlar tarafından elde
edilebilir. Bu nedenle, kentle köy ayrımının aşılması gerektiği yolundaki bilimsel savı dile getirir. Erdemli kent, bütün organları tam
olan bir bedene benzer. O bedenin bütün organları yaşamak için nasıl birbirlerine yardım etmek zorundaysa kentlerin bütün kişileri de
mutlu olmak için birbirlerine yardım etmek zorundadırlar.
Farabiʼye göre erdemli şehrin karşıtı olan cahil şehirde insanlar hayatın aldatıcı zevkleriyle vakit geçirirler. Tanrıʼnın varlığı
hakkındaki gerçeği ve ahireti, gerçek mutluluğun mahiyetini bilmelerine rağmen şehrin yöneticileri bunları dikkate almayarak
uygulamazlar. Bu durum onların erdemli şehirle aralarındaki kesin farkı oluşturur.
İBN-İ HALDUN
Modern tarihçiliğin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl filozofu, devlet adamı ve tarihçisidir. İbn-i
Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. İbn-i Haldun, en önemli eseri
olan Mukaddime’nin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin
gelişimlerinin peşpeşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını
kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Peki
toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? İbn-i Haldun'a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal
olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu
değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu
yeminle belirttiği bu ilime "Ümran ilmi" der ki, gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin
temellerini atmıştır. İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: "Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları
ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının
tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri;
üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin
sebeplerinin incelenmesi"
İbn-i Haldun'a göre insan toplumsal bir varlıktır. Birkaç kişi Allah'ın verdiği düşünme gücüne dayanarak ve birbirleriyle işbirliği
yaparak birtakım kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür ya da kendi deyimiyle ümran doğmuş demektir. İnsanın soyunu
sürdürebilmesi için aklı ve eli yeterli olmamış, aynı zamanda yardımlaşması ve toplumsal şekilde yaşaması gerekmiştir. İnsan
topluluklarına bakıldığında bunların birbirlerinden farklı oldukları görülür. İbn-i Haldun, bunun sebebinin, kendi deyimiyle "geçinme
şekil ve tarzlarının, iktisadî şartlar, üretim şekil ve ilişkilerinin birbirinden başka ve türlüce olması" olduğunu belirtmiştir. Bunun
dışında toplulukların yerleştikleri coğrafî yerin, iklimin bu farklılıkları doğuran etkenlerden olduğunu ekler. Bu durumu ‘Coğrafya
kaderdir.’ şeklinde ifade etmiştir. Benzer özelliklerine bakarak bu toplulukların sınıflandırılabileceğini söyler.
Ona göre Devlet, canlı organizma gibi doğan,büyüyen,ölen bir varlıktır. Her devlet doğar, büyür ve ölür. Devlet insanların birbirine
zulmetmesini önler. Devlet adaleti sağlamalı vatandaşları mutlu etmelidir. Ona göre devleti güçlü kılan toplumsal birlik duygusudur.
BİLGİ PROBLEMİ
Farabi’nin bilgi görüşü rasyonalizm akımıyla uyumludur. İslam felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Farabiʼye
göre zorunlu varlık olan Allah, mutlak gerçekliktir ve Allahʼın doğrudan ilk yarattığı varlık akıldır. Aklın temel işlevi Allahʼı bilmektir
ve akıl kendini de bilir. Farabi insanda var olduğu şekliyle aklın bazı bilgileri doğuştan getirdiğini ancak potansiyel hâldeki bu aklın
mantıksal çıkarım yoluyla ve duyulara dayalı olarak bilgiyi açığa çıkardığını düşünmektedir. Bu yönüyle Aristotelesçi bir düşünür
olarak Farabi duyusal ve akli olmak üzere iki tür bilgiden bahseder. Ona göre insandaki en güvenilir yeti olan akıl genelgeçer
kesin bilgiyi elde eder. Öyleki bu bilgi insan için en yüce erdemdir. Çünkü insanı yönlendiren ona doğru ve yanlışın ne olduğunu
gösteren böylece de insanın Tanrıʼya ulaşmasını sağlayan bir hazinedir.
GAZALİ, şüphesi ve sezgisiyle Descartes ve Bergsonʼu önceleyen, etkileyen, kaynaklık eden İslam düşünürüdür. Gazali, doğru
bilginin elde edilmesinde duyu ve akıl bilgisinin fonksiyonlarını vurgulamakla birlikte onları yeterli bulmadığı için bir diğer faktörden
de bahseder ki o da sezgidir. Sezgiyi kendi diliyle “kalp gözü” olarak kavramlaştırır. Genelgeçer doğru – hakikat bilgisine sezgiyle
(kalp gözüyle) ulaşılabileceğini söyler. Gazali kalp gözünün bütün insanlarda bulunduğunu ancak herkesin bununla aynı bilgiye
ulaşamayacağını söyler. Ona göre insan günah işlediği için kalp gözünün önünde perdeler oluşur ve hakikati kavraması zorlaşır. Bunun
için insan Allahʼın emir ve yasaklarına uymalı, bedeni ve ruhunu günahlardan arındırmalıdır. Böylece kalp gözünün önündeki perdeler
açılacak ve insan yalnız görünenlerin değil, onların arkasındaki hakikatlerin bilgisine de kalp gözüyle ulaşacaktır. Gazali’nin kurucusu
olduğu ENTÜİSYONİZM bilginin kaynağının sezgi olduğunu savunan felsefi öğretidir. Sezgiciliğe göre bilinç, nesneleri doğrudan,
aracısız, olduğu biçimiyle kavrar. Objektif ve genelgeçer bilginin varlığını kanıtlamak için deney ve gözleme gerek yoktur. Akıl bunları
sezgi yoluyla kavrar. Herhangi bir bulguyu analiz etmek, ondan hüküm çıkarmak için okul ve zekâ yetmez. Bunun ötesinde başka bir
yetinin daha işe karışması gerekir ki o da sezgidir. Sezgi, bilgiyi bir anda yakalama ve kavrama özelliği ile içgüdü ve aklın birleşimidir.
İSLAM FELSEFESİNDE BAZI FELSEFİ GÖRÜŞLER
Natüralistler (Tabiyyun): Aklı tecrübeden çıkaran ve bilgilerin duyumlar aracılığıyla kazanıldığını savunan görüştür. Bilgi görüşleri
empirizme benzer. (Empirizm: Bilginin kaynağı sorununda rasyonalizmin karşıtıdır. Bilgilerin kaynağı akıl değil, duyum ve deneydir.
İnsan zihni başlangıçta boş bir levhadır, doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur.) Bu görüş, Tanrı ile insan arasında aracı kabul etmeyen deist
yaklaşımı sergiler. (Deizm: Tanrı, evrenin yaratıcısı ve ilk nedenidir. Bu anlayışa göre Tanrı, doğanın yaratıcısı olmakla
birlikte onun işleyişine hiçbir şekilde müdahalede bulunmaz. Deizm, Tanrı dışındaki kitap, vahiy, peygamber ve ahiret gibi tek tanrılı
dinlerin temel kavramlarını reddeder.) Razi, önemli temsilcilerindendir.
Dehriyye (Materyalist): Gerçek olan tek şeyin madde, onun da ezelî ve ebedî olduğunu savunan görüştür. Dolayısıyla bu akım
filozofları Tanrı’nın varlığını kabul etmez. İbnü’r Râvendi, önemli temsilcilerindendir.
Bâtınilik: Kutsal kitapların görünenden ziyade harf ve sözcüklerinden gizli manalar çıkaran görüştür. Anlam ve öz arayışı içindedirler
ve biçimi reddederler. İbn Meymûn, önemli temsilcilerindendir.
İhvanı Safa: Çeşitli alanlardaki düşüncelerden bir ansiklopedi meydana getirerek tüm ilimleri bir yerde toplamaya çalışan cemiyettir.
İhvanı Safa felsefecileri, insanın ilahî kanunlarauygun ve erdemli yaşaması gerektiği görüşündedirler. İslam ansiklopedicileri olarak da
bilinirler.
İşrakilik Felsefesi: Mantığa dayalı bilginin değil mistik tecrübeye dayalı bilginin hakikati vereceğini savunan görüştür. İşrakiye,
güneşin doğarak ışığın yayılması anlamına gelir. Güneşin eşyayı karanlıktan aydınlığa çıkardığı gibi manevi sezginin de insanı
aydınlattığını savunur. Şahabettin Sühreverdi, önemli temsilcilerindendir.
MS 2. YÜZYIL-MS 15. YÜZYIL FELSEFESİNDE İNANÇ VE AKIL İLİŞKİSİ
TANRI: Yeri, göğü ve ikisi arasındaki her şeyi yaratan, yücelerden yüce, sonsuz kudret ve güç sahibi, eksik ve noksan sıfatlardan
beri olan, âlemlerin Rabbʼi.
İNANÇ: Gönülden bir düşünceye bağlanma, herhangi bir din ve onun öğretisine inanma hâli.
İMAN: Herhangi bir sözü ve söyleneni onaylama, şüphe etmeden huzur içinde dinsel olarak kutsal metinleri, Tanrıʼyı ve
peygamberleri kabul etme.
VAHİY: Yaratıcının insanlara, melek ve peygamberleri aracılığıyla ilettiği, insanların uymaları hâlinde dünya ve ahirette mutlu
olmalarını sağlayacak emir ve yasakların bütünüdür. Ayrıca tanrısal buyrukların iletilme metodudur.
İBADET: Yaratıcıya saygı ve onun emirlerinin gereği olarak yerine getirilmesi istenen davranışlar. Her dinin kendine özgü belli bir
düzendeki biçimsel yapıp etmeleri.
Hristiyan Felsefesinde İnanç ve Akıl ilişkisi:
Patristik Dönemde İnanç ve Akıl İlişkisi:
Tertullian, “Akıl almaz (saçma) olduğu için inanıyorum.” Tertullian’a göre akıl ilahi gerçekleri kavrayamaz. Zaten kavrayabilseydi
onlar ilahi olamazdı. Aklın bir sınırı olduğunu, akılla bazı şeylerin anlaşılamayacağını dolayısıyla ilahi olanlara inançla
ulaşabileceğimizi savunur.
Clemens, “Anlamak için inanıyorum.” yargısında bulunmuş ve Tertullian’u eleştirmiştir. O, inanılan şeyin akıl tarafından
onaylanması gerektiği üzerinde durur.
St. Augustinus inancın akıldan önce geldiğini söyleyerek “Anlamak için inanıyorum.” yargısına katılmıştır. Bu yargı, bilme
sürecinde ilk koşul olarak inancı işaret etmektedir.
Skolastik Dönemde İnanç ve Akıl İlişkisi:
Skolastik Dönem’de Aristoteles’in etkisiyle inanç ile akıl arasındaki ilişkide ilk döneme göre aklın önemi artmış ve Hristiyan dininin
bilgisi, sistemli olarak öğretilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan akıl, inancın temellendirilmesi ve sistemli olarak öğretilmesi için
kullanılmıştır. Ayrıca Skolastik Dönem’in sonlarına doğru akıl ve inancın ayrı alanlar olduğu görüşlerine de rastlanılır. Bu dönemin öne
çıkan filozofları Anselmus, Aquinolu Thomas ve Ockhamlı William’dır.
Anselmus da “Anlamak için inanıyorum.” yargısına katılır ve inancı akıl ile temellendirmeye çalışır. O, akılla inanmayı kanıtlamaya
değil inanmanın getirdiği bilgiyi akılla açıklamaya çalışmaktadır.
Aquinolu Thomas, “Anlamak için inanıyorum.” yargısını “İnanmak için anlıyorum.” yargısına dönüştürür. Bununla inanç ve
aklın birbirinden ayrı iki bilgi alanına ait olduğunu ama bunun aralarında bir ilişki olmadığı anlamına gelmediğini ve akılla inanç
alanına ait bazı bilgilerin bilinmesinin zor olduğunu anlatmaktadır. Ona göre ‘İnançla Tanrı’yı biliriz, akılla Tanrı’nın yarattıklarını
biliriz.’
Ockhamlı William, inanç ile aklın birbirinden bağımsız iki ayrı alan olduğunu belirterek inancın akla, aklın da inanca
müdahalesine karşı çıkmıştır. Bunun gibi düşünen filozofların tarih sahnesine çıkışları Skolastik Dönem’in sonlarında Rönesans’a
doğrudur. Çünkü inancın olmadığı bir bilgi alanının varlığı, bu dönem boyunca Hristiyan dinine karşı yapılmış bir hakaret olarak
görülmektedir.
İslam Felsefesinde İnanç ve Akıl İlişkisi:
İslam felsefesi inanç-akıl ilişkisinde insanın akıl yoluyla da inanabildiği ifade edilir. İnancın bilgisi, aklın bilgisiyle çelişkiye
düşmez. İnançla akıl ilişkisinin tartışılmasında İslam kelamcıları ile filozofları arasında aşırı uçluluk görülmez. İslam kelamcıları,
meseleye teolojiden çok felsefi yönden bakar. İslam filozofları da teolojiyi dışarıda bırakmaz. İslam kelamcıları, Kur’an-ı Kerim’i delil
göstererek akıl ile inancı uzlaşı içinde görür.
Kelamcılar, aklı genel olarak nazari (teorik) ve amelî (pratik) olarak ikiye ayırır. Nazari akıl, insanın davranışlarda var olmayan
bilgileri anlamasını ve kavramasını sağlar. Amelî akıl ise insan bir şeye yönelik davranışta bulunurken onun yapılıp yapılmamasına
karar verir. Akıl her ne kadar önemli olsa da İslam kelamcıları, akıl bilgisinin naklî (vahiy) bilginin önüne geçemeyeceği görüşünde
birleşir.
Mutezile kelamcılarının büyük çoğunluğu, akılla inancın bilgisine ulaşılabileceğini savunur. İnsanın kendi ve çevresinin bilgisinin
akılla bilinebileceği, yaratıcının ve yarattığı her şeyin bilgisine de akılla ulaşılabileceği görüşündedirler. Allah’ın akla aykırı bir düzen
kurmadığını ve insana akılla sorumluluk verdiğini vurgularlar.
Mâturidi kelamcılarına göre ise Allah, insanları İslam inancına davet etmiştir. Bazı kişiler, inancı bozacak nitelikte hurafeler
uydurmuştur. Allah’ın varlığına yönelik delil sunma biçimlerinden biri de akılla yapılandır ve bu hurafelerin kaldırılmasında akla
başvurmak önemlidir.
Gazâlî; aklın küçümsenmemesi gerektiğini, inancın bilgisinin bilinip tasdik edilmesi açısından önemli olduğunu belirtir. İnsanın aklı
sayesinde bazı bilgilere ulaşacağı ama aklın kesin bilgi verme noktasında yetersiz kaldığı görüşündedir. Gazâlî, inanca dayalı bilginin
kesinliğini, insanın ancak sezgisel olarak kalbi ile bilebileceğini belirtir.
El Kindî, vahiy bilgilerinin akılla şekillenen felsefi bilgilerle aynı amaçta olduğunu belirtir. İki bilgi de hakikatin bilgisine ulaştırır.
Gerçeğin bilgisini felsefenin verebileceğini ileri sürer. Dolayısıyla akılla inanca ulaşmak mümkündür.
Fârâbî, din ve felsefenin konu ve amaçlarının aynı olduğu görüşündedir. İnanç ve akla dayalı bilgilerin amacının insanın en yüksek
mutluluğuna hizmet etmek olduğunu ileri sürer. O, aklın pratik ve teorik her türlü bilgiyi kavrayabileceğini belirtir ve aklın doğru
şekilde işletildiğinde hakikati vereceğini söyler. Aklın kanıtlama kabiliyeti olduğunu ve inanca ait bilgileri kanıtlayabileceğini
ifade eder.
İbn Rüşd’e göre Kur’an-ı Kerim, açık olarak var olan her şeyi akıl yoluyla değerlendirmeye insanları davet etmektedir. Dolayısıyla
felsefenin dinle çatışmadığı aksine uzlaşı içinde olduğu görüşündedir. Hakikate götüren yollardan biri olan akılla bilgiyi ortaya koyan
birinin kişisel durumlarına bakılmaması gerektiğini, önemli olanın bilginin akılsal olup olmadığının ortaya konması gerektiğini belirtir.
İbn Rüşd açısından akılla doğru bilgiye ulaşılır ve akılsal olan inançsal olandır.
ANADOLU BİLGELİĞİ
Anadolu Bilgeliği Maddi dünyanın geçiciliğine işaret etmekle birlikte asıl sağlamak istediği gönül terbiyesidir. Ahlak ve sevgi
temelli düşünce sistemini kendisine yol edinen Anadolu bilgeleri her şeyin varlık sahibi ve var edeni olarak Tanrıʼyı görür. Tanrı evren
ilişkisini anlamaya çalışırken “aşk” ve “sevgi”yi temele alırlar.
Ahmet Yesevi (1093-1166)
Anadoluʼda tasavvuf düşüncesinin doğup yayılmasında etkili olan ilk mutasavvıflardandır. Öğretisini “ehlibeyt” sevgisini de içeren
ilahî aşk doğrultusunda biçimlenen tasavvuf anlayışı üzerine kurmuştur. Hoca Ahmed Yesevi, Türkçe yazdığı dinî şiirlerde Allah
sevgisini işlemiştir. Onun Yaratıcıya karşı duyduğu sevgi ve bağlılık tüm yaratılmışları sevmesinin ve onlar için de iyiyi istemesinin
temel nedenidir. Her şeyin ilahî bir tecelli olduğunu ve her şeyi gönülden sevmek gerektiğini ancak bu şekilde Tanrıʼya
ulaşılabileceğini söyler. Bunu ırk, din, dil, mezhep vb. ayrımı gözetmeksizin tüm insanlığa karşı hoşgörülü olmak gerektiğini
söyleyerek formüle eder. Şiirleriyle de bunu gerçekleştirir.
Mevlâna Celâlettin Rumi (1207-1273)
İlk Anadolu bilgelerindendir. Allah sevgisi, öğretisinin temelini oluşturur. Mevlânaʼya göre sevgi duygusuna sahip olmasıyla insan
diğer varlıklardan ayrılır. Bu nedenle insan özel bir öneme sahiptir. Tanrıʼnın kudret numunesi şeklinde yaratmış olduğu varlıklar
dünyasının güzelliklerini keşfetmek, görmek ve takdir etmek yaratılmışların en şereflisi (eşrefi mahlukat) olan insana mahsus bir
özelliktir. Mevlânaʼya göre idrak özelliğine sahip olan insan, evrendeki birlikten hareketle Tanrıʼnın yüceliğine ulaşır. Varlıkları var
olma nedeniyle birlikte görebilme yetisi ancak insanın yaratıcısına karşı olan sevgisiyle mümkündür.
Hacı Bektaş Veli
Bir diğer Anadolu bilgesi ve mutasavvıfı 13. yy.da yaşamış olan Hacı Bektaş Veliʼdir. Ona göre Allah her şeyin aslı ve onu sevmek
de ahlakın temelidir. Bu sevgi, bilgi ve ahlaklılıkla ortaya çıkar. Hacı Bektaş Veli, Tanrı sevgisine bağlı olarak bütün yaratılmışlar ve
diğer insanlara karşı sevgi duymak gerektiğini söyler. Onun felsefesi bu doğrultuda evrensel bir nitelik kazanarak günümüze kadar
gelmiştir. Dikkate değer şu sözleri onun düşüncelerini özetler:
“Hiçbir milleti ve insanı ayıplama.”
“İncinsen de incitme.”
“Eline, diline, beline sahip ol.”
“Daimi mutlu olmak istersen herkesle dost ol, kimseye kin ve
haset besleme.”
“Yolumuz ilim, irfan ve sevgi yoludur.”
Yunus Emre (1240-1321)
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.”
Yaşamı ve şiirleriyle Anadolu bilgeliğinin önemli temsilcilerinden biridir. Ona göre mutlak varlık olan Tanrı tektir ve her şey onun
tarafından yaratılmıştır. Yunusʼa göre Tanrıʼya ulaşmanın tek yolu vardır o da sevgidir.
İnsandaki bu Tanrı sevgisi insanın diğer varlıkları da sevmesini gerektirir. İnsan varlıklar âlemine sevgiyle bakabilmeli ve onda
Tanrıʼnın kudret ve merhametini görebilmelidir. Yunus Emreʼye göre sevgi birleştirici ve bütünleştiricidir. Tanrı ve onun yarattığı tüm
varlıklara karşı duyulan bir yakınlıktır. Sevginin olmadığı yerde öfke, kırgınlık, çözülme ortaya çıkar. Öyleyse insan her şeye sevgiyle
bakabilmelidir. Sevgi, bilgelik ve olgunluk işidir. İnsan kendini, varlığı ve Allahʼı sevgiyle bilir.
Ahmet Yesevi, Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi mutasavvıfların görüşleri Anadoluʼda hem halkın eğitimi ve toplumsal
barışın korunmasında hem de manevi birliğin sağlanmasında etkili olmuştur. Onların fikirleri Hacı Bayram Veli, Aşık Paşa, Ahmedi
gibi şahıslar eliyle sonraki dönemlerde Anadoluʼda toplumsal birliği sağlayıcı işlev görmüştür.
Tasavvuf, Tanrı’ya sevgi ve sezgi yolu ile varmanın yoludur. Ahlakın temelinde ‘ilahi sevgi’ bulunur. Tasavvufun temelinde
‘Tanrı’dan başka varlık yoktur.’ fikri yer alır. Bu düşünce ‘Vahdet-i vücûd’(varlığın birliği)tur. Evren Tanrı’nın görüntüler alanıdır.
Tasavvufta en değerli varlık insandır.
Panenteizm: Tanrıʼyı evrenle özdeş kabul eden panteizmden farklı olarak her şey Tanrıʼya bağlanır fakat her şey Tanrı değildir, her
şey Tanrıʼda içkindir. Bu anlayışa göre Tanrı, evrene aşkındır, öyleyse Tanrı ile evren özdeşliğinden bahsedilemez. Vahdet-i vücûd
düşüncesi panenteizmle benzerlik gösterir.
ÜNİTE 3: 15. - 17. YÜZYIL FELSEFESİ
12. YÜZYIL ÇEVİRİ FAALİYETLERİNİN 15. YÜZYIL-17. YÜZYIL FELSEFESİNE ETKİSİ
12. yüzyıl çeviri hareketinin tarihsel seyrine bakıldığında bazı önemli olaylar şu şekildedir.
• 12. yüzyılda Afrikalı Konstantin, Tunus’tan getirdiği tıp alanındaki eserleri Salerno’da Latinceye kazandırmıştır.
• 13. yüzyılda Roma İmparatoru II. Frederick, İslam ilimlerinin yakından öğrenilmesi için 1224’te Salerno’da bir üniversite kurdurmuş
ve buraya mütercimlerin atanmasını sağlamıştır. Çeviri faaliyetlerinin Avrupa’ya yayılmasında bu üniversite kaynaklık etmiştir.
• 13. yüzyılda çeviri hareketi Almanya ve Fransa’ya yayılarak 14. yüzyılda bütün Avrupa’yı etkisi altına almıştır.
• Çevirilerle kazanılan birikim, başarılı bir dönüşüme uğramış ve 15. yüzyılda İtalya’da başlayacak Rönesans için zemin hazırlamıştır.
• 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar astronomi ve matematik bilginlerinin Latinceye çevrilen eserleri ve ele aldıkları problemlere yönelik
çözümleri; bu yüzyıllarda yaşamış Kopernik, Galilei, Newton ve Leonardo D. Vinci gibi bilim insanlarının tartışmaları arasına
girmiştir.
• İslam felsefesinde tartışılan problemlerin çeviriler yoluyla inanç, varlık ve bilgi gibi felsefi konularda Batı filozoflarını etkilediği
görülmektedir.
• Çeviride ulaşılan kitap, buluş, harita ve aletler Avrupalı bilim insanları tarafından kullanılmış ve geliştirilmiştir. Bu durum,
Avrupa’daki bilim çalışmalarında tekniğin de ilerlemesine katkıda bulunmuştur.
RÖNESANS FELSEFESİ:
Rönesans adı verilen çağ bir geçiş dönemidir. Avrupa kültür çevresinin iki büyük çağı arasında bir köprüdür. Yeni Çağın girişi
ve ilk basamağıdır. Rönesans "yeniden doğuş" demektir. Yeniden doğuş, Antik Çağ felsefesinin yeniden ele alınmasını işaret eden bir
kavramdır. Antik Çağ felsefesinin aklı temele alan yapısı, Rönesans’ın esin kaynağı olmuştur. Dar anlamda, Antik Çağ üzerindeki
incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğmasıdır ama bu Rönesans'ın ancak bir yönüdür. Çünkü burada yeniden ortaya çıkan sadece bu
incelemeler olmayıp, Antik Çağla Orta Çağın vardığı sonuçların yeni bir formla görünmesidir.
Rönesans'ın aralarında köprü kurduğu çağlardan biri Orta Çağ, öteki de Yeni Çağdır. Bunların her ikisinin de kendilerine özgü bir
değerler sistemi, bir dünya görüşü ve bunların oluşturduğu kurumları vardır. Rönesans, Orta Çağ düzeninin çözülüp, Yeni Çağı
oluşturacak ilkelerle düşüncelerin artık belirmeye başladıkları dönemdir.
Rönesansı hazırlayan gelişmenin gözle görülür bir hale geldiği dönem, 14. yüzyıldır. Bu dönemde Orta Çağ hayatında büyük bir
değişiklik başlamıştır. 14. yüzyılda ayrı ayrı ulusal devletler ortaya çıkmıştır. Ekonomide yeni gelişmeler görülmüştür. Bunlar da
Kilise'nin maddi gücünü sarsmış, şehirli orta sınıfın yeni hayat görüşü artık Kilise'den yavaş yavaş kopmaya başlayan yeni bir eğitime
yol açmıştır.
Coğrafi Keşifler
Bu dönem aynı zamanda bir keşifler çağıdır. Coğrafi keşifler sayesinde bulunan yeni kıtalardan ve ülkelerden Avrupa’ya değerli
madenler getirilmiştir. Coğrafi keşiflerin başlangıcında İspanya ve Portekiz hakimiyeti ortaya çıkmıştır. Ancak ingiltere, Hollanda gibi
ülkeler bu hakimiyeti kırmış ve avantajlı duruma gelmişlerdir. Bu çağ içerisinde denizcilikte de ilerlemeler ortaya çıkmıştır. Bunların
yanı sıra bütün dünyada ticari faaliyetlerle yayılma gösteren Avrupa, sömürgecilik yapmıştır ve bu da sermaye birikiminin önemli bir
yolu olmuştur. Coğrafi keşiflerle gelen değerli madenler Avrupa’da fiyatların hızla artmasına yol açmıştır. Bu arada İngiltere yönündeki
şiddetli talep nedeniyle, büyük toprak sahiplerinin kapattıkları kamu arazileri oluşmuştur. Topraklar büyük ölçüde koyun beslemeye
yönelik tahsis edilmiş, yün üretimi ve yöntemi kapitalist üretimin belirleyicisi olacaktır. İlk sermaye birikiminin yolları bunlardır.
Dünya ölçeğinde ticaret, değişik ülke tacirlerinin çıkarlarını çatışır hale getirmiş, güçlü devletlerin tüccarları diğerlerine karşı korunmuş
ve böylece güçlü devlet fikri önem kazanmıştır.
Merkantilizm
Merkantilizm Orta Çağın sonları ile sanayi devrimi arasında kalan dönemdir (1500-1800).Avrupa’ya özgüdür, orada doğmuş ve
gelişmiştir. Döneme damgasını vuran iktisadi faaliyet türü “ticaret”tir. Zamanın Avrupasında ticaretteki artış, geçimlik tarımı yıkmış ve
piyasaya yönelik üretim yapılmasına yol açmıştır. Sanayi üretim alanında ise; ev-sanayi şeklinde başlayan sanayi kapitalizminin ilk
biçimi ortaya çıkmıştır. Bu sistemde sermaye sahibi hammaddeyi evlerinde çalışmak isteyenlere veriyordu. Daha sonra bu tip üreticiler
bir üretim merkezinde toplanarak üretim gerçekleşiyordu. Böylece manifaktür üretim ortaya çıkmıştır. Manifaktür üretim, eski tarz
zanaat üretimi ile makineli sanayi arasında bir köprü görevi görerek fabrika sistemine geçiş için gerekli koşulları hazırlamıştır. Bu
dönemin önde gelen toplumsal kesimini sanayiciler, büyük tüccarlar ve bankacılar oluşturmaktadır.
Mutlak Merkeziyetçi Ulus Devletler
Değerli madenleri ülkede tutmak ve bu madenlerin dışarıya çıkmasını engellemek merkantilizmin ana amacı olmuştur. Bunun 2 yolu
vardır: 1. Dış Ticaret 2. Sömürgecilik (Kolonizasyon)
Merkantilizmin diğer bazı özellikleri de şunlardır:
1. Üretimde imalat kesiminin üstünlüğünün kabulü
2. Himayecilik (korumacılık)
3. Milli Ekonomik Birlik; Mutlak Merkeziyetçi Milli Devlet Öğretisi
Reform
Ticari faaliyette gelişmeler yaşanırken ticari faaliyete yönelik dini tavırda değişmeler olmuştur. Protestanlık, Hristiyanlığın en büyük
üç ana mezhebinden biridir. 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin'in öncülüğünde Katolik Kilisesine ve Papa'nın otoritesine karşı
girişilen Reform hareketinin sonucunda doğmuştur. Papazlara ihtiyaç duymaksızın Kitab-ı Mukaddes'i okuyabildikleri için, her vaftiz
edilmiş inananın aracı bulunmadan rahiplik yetkisi olduğuna inanan Protestanlar Kitab-ı Mukaddes'i Hristiyanlık için tek kaynak
saymışlardır. Reform hareketi Avrupa’da kilisenin düşünsel, siyasi ve iktisadi hegomonyasını kırmış, otoritesini zayıflatmıştır.
Kalvenizm ya da Kalvinizm, John Calvin'in 16. yüzyıl başlarında ortaya attığı görüşlere dayanarak kurulan bir Hristiyanlık
mezhebidir. Bu dinsel inanç sistemi, ilk kez Cenevre'de, daha sonra Hollanda, İskoçya, Almanya ve Fransa'da kurulan yeni kiliselerde
örgütlendi. Protestan Kalvinizm mezhebine göre dürüstlük ve çalışkanlık birinci sırada yer alır. Bu, o dönem örneğin Hollanda'da
yükselen ekonomiyi de destekleyen bir inanç şekliydi. Calvin, bir eylemi değerlendirmede niyeti kıstas alarak faizi ve ticareti meşru
kabul etmiştir. Kalvencilik ticareti yalnızca hoş görmekle yetinmemiş, ayrıca ticaret etkinliğini yüceltmiş ve ermişliğin bir işareti
saymıştır. Zenginlik peşinde koşmak en yüce amaç durumuna getirilmiştir.
Kültürün bütünündeki bu değişmeler, felsefede de kendini göstermiştir. Rönesans felsefesinde bir yandan eskiyle yeninin şiddetle
çarpıştığı, öbür yandan bunların şaşı1acak şekilde bağdaşıp birbirine karıştığı gözlenir. Bu nedenle Rönesans düşüncesi çelişmelerle
doludur. Rönesans düşüncesinin genel özellikleri şöyle sıralanabilir:
l. Orta Çağda felsefe din merkezlidir. Hristiyanlık bu çağda, kendi ilkeleriyle cok sıkı birliği olan bir kültür yapısı kurmuştu. Felsefe bu
büyük kültür organizması içinde sadece bir organdı. Ona düşen görev, Kilise'nin öğretilerini desteklemekti. Buna karşılık, Rönesans'ta
kültürün bütününde olduğu gibi, felsefede de ana eğilim, kendini her türlü bağlılıktan sıyırmak, yalnız kendine dayanmak, kendini
arayıp bulmaktır. Bunun için de rönesans düşüncesi dünya ve hayat üzerindeki görüşlerine sadece deneyin ve aklın sağladığı doğrularla
şekil vermeye çalışır. Bu doğruların da aranması gereklidir.
2. Orta Çağ felsefesi kendi içinde kapalı bir sistemdi. Bu sistem hiç kimsenin, hiçbir ulusun malı değildi. Katolik Kilisesi çerçevesinde
toplanmış bütün Hristiyan ulusların ortak malıydı. Zaman içinde yapılan şey, bu ortak kültürün unsurlarını işlemekten ibaretti.
Kullanılan dil Latinceydi. Rönesans'taysa bu tek sistemin yerine bir sistemler çokluğu geçmiştir. Artık düşünür kendisini ortak bir
eserin arkasına gizlemez, tersine eserinde kişiliğini tüm ağırlığıyla belirtir. Latince bırakılıp milli diller kullanılmaya başlanır.
3. Orta Çağda filozoflar din adamlarıydı. Rönesansta bu durum değişmiştir. Artık felsefeyi yapan ve işleyenler yazarlar, araştırmacılar
ve üniversite hocalarıdır.
4. Orta Çağ filozofu, doğrunun bulunmuş olduğuna inandığı için “yeni”yi aramaz, sadece hazır olduğu bir tabloya daha sağlam bir
temel kazandırmaya çalışır. Rönesans filozofuysa, kendisini yeni ilkeler getiren bir dönemin temsilcisi sayar. Bu nedenle onun istediği,
hazır olarak karşısında bulduğu bir malzemeyi saklayıp sağlamlaştırmak, sistemleştirmek değildir. Hiç yorulmadan yeniden yaratmak,
eskiyle savaşmak, işleyeceği araçları arayıp bulmak ve genişletmektir.
5. Orta Çağ düşüncesinin bir birliği vardır, yolu ve amacı birdir. Oysa Rönesans'ta bu birlik bozulmuştur. Artık doğruya ulaştıran yol bir
tane değildir. Düşüncenin üzerine eğildigi konu da bir tane değildir. Bu nedenle Rönesans'ta çok sayıda fikir akımı görürüz. Bütün bu
fikir akımları bir noktada birleşir: Skolastiğe karşı çıkmak.
6. Orta Çağın sonlarına doğru bu çağın özgür olmayan, belli sınırlar içine sıkıştırılmış bütüncü dünya görüşü çözülmeye başlayınca
yeni özgür hava içinde Antik Çağın çesitli problemleri birer birer ele alınmaya başlamıştır. Rönesans yeniye şekil verirken, Antik
Çağ’ın bıraktığı yerden işe başlamıştır. Önceleri, büsbütün yeni olan problemler ortaya koymamış, problemlerini Antik Çağ’da
bulmuştur. Rönesansın bu problemleri işleyişi de, başlangıçta orijinal degildir. Ancak, Antik kültürle iyice tanıştıktan, onun büyük
okulunda yetiştikten sonradır ki, Rönesans düşüncesi kendisinin olan ürünleri vermeye başlayacaktır.
7. Orta Çağda Aristoteles ve Platon’un tüm eserlerine ulaşılamamıştı. Az sayıda eserle Aristotelesçilik ve Platonculuk oluşturulmuş ve
dogmatik Orta Çağ düşüncesine temel oluşturulmuştu. Özellikle Arapçadan yapılan yeni çevirilerle bu iki filozofun eserleri ve
düşüncelerinin dogmatik Orta Çağ düşüncesiyle örtüşmeyen noktaları da keşfedildi. Tüm felsefe tarihini etkileyen Platon ve
Aristoteles’in etkisini 15-17. yüzyıl felsefesinde yakından görmek mümkündür. Bu etki daha çok İslam felsefesi üzerinden yapılan
çevirilerle kendini gösterir. Antik Yunan düşüncesinin hem orijinal hem de yeni yorumuyla tanışan Batı coğrafyası bu felsefelerde
oluşan düşünceler çerçevesinde hızla gelişir. Platon ve Aristoteles akademileri kurulur ve onların felsefeleri üzerine yoğunlaşılır. Bu
durum zamanla insan aklını merkeze alan hümanizm anlayışını doğurur.
8. Skolastik Dönem sonrası bu skolastik düşünceye ait olan tüm unsurlarda değişim yaşanmıştır. Rönesansla başlayıp 17. yüzyılda
pekişen düşünce sistemine modern düşünce adı verilir.
SKOLASTİK DÜŞÜNCE
MODERN DÜŞÜNCE
Felsefenin konusu dindir.
Felsefenin konusu insan, doğa ve evrendir.
Teoloji, felsefeye egemendir.
Bilim felsefeyi etkilemiştir.
Doğa, din ve akıl ile açıklanabilir.
Doğa, deney ve akılla açıklanabilir.
Hayatın tüm unsurları dine bağlıdır.
Toplumsal hayat dünyevidir.
Birey geri plandadır.
Birey ön plana çıkmıştır.
Bilim, Tanrı’nın yarattığını anlamak için önemlidir.
Bilim, sağlayacağı yarardan dolayı önemlidir.
Düşünürler, kiliseye bağlıdır.
Düşünürler, otoriteye bağlı değildir.
İnanç merkezlidir.
İnsan merkezlidir.
Hukuk, kilisenin etkisindedir.
Hukuk alanında devlet belirleyici unsurdur.
15. YÜZYIL – 17. YÜZYIL FELSEFESİNDE ÖNE ÇIKAN KONULAR VE GÖRÜŞLER:
A) HÜMANİZM:
Rönesans Felsefesi' nin ilk problemi “insan problemi”dir. İnsanı arayan, insanın özüyle dünyadaki yerinin ne olduğunu araştıran
çalışmalara Rönesans'ta hümanizm adı verilmiştir. Hümanizm ilkin İtalya' da gelişmiştir. Zaten tüm Rönesans fikir akımlarının ilk
olarak görüldükleri ülke, İtalya'dır. Çünkü coğrafya ve tarih koşulları bakımından en elverişli yer İtalya'dır. İtalya, Roma İmparatorluğu'
nun ana yurdu olması nedeniyle Antik Çağ kültürünün yoğunlaştığı yerdir; Orta Çağ kültürünün de ağırlık merkezinin bulunduğu
yerdir.
Rönesans'ın ilk başarısı, benliğini bulmuş, kişiliğini duymuş insanı ortaya koymasıdır. Orta Çağ insanı, Kilise ve onun oluşturduğu
kültür bütünü içinde belli görevleri olan bir insandır. Bu nedenle “Birey olarak ben neyim?" diye sormaz. O, bütün içinde
değerlendirilir; oysa Rönesans, insanı kişiliğini arayan bir birey olarak ortaya koymuştur.
Hümanizm terimsel tanım açısından "sevgi" içermez. Daha felsefi ve bilimsel bir temeli ifade eder. Türkçe karşılığı "insanmerkezcillik"tir. Orta Çağın din merkezli düşüncesi geri plana atılır ve insan-merkezcillik esas alınır. Bu kavram psikolojik derinliği
olan sübjektif bir kavram (sevgi ve benzeri duygu durumları) değil, felsefi temelli objektif bir kavramdır. Örneğin bir fiilin
değerlendirmesinde kilisenin hoşnutluğu değil "insana faydası/hoşnutluğu" esastır. Yine kanunların düzenlenmesinde din merkezli değil
insan-merkezli oluşturulmuş düşünceler önermektedir.
Hümanizm özellikle edebiyat alanında etkili eserler vermiştir. İngiltere’de William Shakespeare’in (1564 –1616) Hamlet, Kral Lear,
Othello ve Macbeth'i; İspanya’da Cervantes’in (1547 —1616) Don Kişot’u hümanist edebiyatın en önemli eserlerindendir.
B) BİLİMSEL YÖNTEM:
Rönesans'ta doğa kendisine merakla yönelinen, sırlarla dolu, bilinmeyen bir dünyadır. İnsanların dikkati Arapçadan Latinceye
yapılan çeviriler ve coğrafi keşifler sonucu doğaya yönelmiştir. Daha önceki astronomi tablosu Batlamyus’un Dünyayı merkeze alan
görüşlerine dayanırken, Rönesans'ta “Güneş merkezli sistem” benimsendi. Güneş merkezli sistemi Copernicus (Kopernik) ortaya
koymuştur. Kilisenin kabul ettiği Dünya merkezli evren tasavvuru, Güneş merkezli sistemin ortaya atılmasıyla yıkılmıştır. Kilisenin bu
alandaki yanılgısının siyasi sonuçları da olmuş, kilisenin otoritesini kaybetmesini hızlandırmıştır. Rönesansın bilimsel önermeleri
Aristoteles fiziğine de ters düşmekteydi. Rönesans düşüncesine göre Yer ve Gök aynı yasalara bağlıydı. Güneş merkezli sistem,
kendisine temel olarak Aristoteles fiziğini alamazdı. Onun temel alacağı fizik, Galileo tarafından oluşturuldu. Galileo, fiziğin artık
sayılarla ifade edilmesi gerektiğini savundu. Nedenlerin de sonuçların da bu evrende olduğunu söyledi. Neden yoksa, sonuç da yoktu.
Daha önceleri bilim, "Niçin?" sorusuna cevap ararken, artık “Nasıl?" sorusuna cevap aranmaya başlandı.
Tüm bu gelişmeler, yeni bir araştırma yönteminin de bulunmasını gerektirmiştir. Bacon, Aristoteles mantığına karşı çıkarak,
tümdengelim yönteminin yeni buluşlar için yeterli bir araç olamayacağını savunur.
Tüm bu değişmeler Rönesans'ın doğa anlayışını şu noktalarda yoğunlaştırır:
1. Doğa sonsuz bir değişme içindedir. Bu değişme, doğada hiçbir şeyin yok olmayacağı fikrini de beraberinde getirir. Her şey sadece
şekil değiştirir. Ölüm bile hayatın değişmesidir.
2. Deneyin ölçüsüne vurulmayan hiçbir düşünce doğruyu vermez. Bu nedenle peşin yargılardan kaçınmak gerekir.
3. Yeryüzü ve gökyüzü aynı yasalara bağlıdır. Her ikisinde de aynı gelişme ve değişme gözlenir. Her ikisi de aynı açık kurallara göre
işler.
4. "Bilmek hâkim olmaktır." görüşü Rönesans düşüncesinde önem kazanır. Doğa dünyasının bilgisiyle, insan kendisini daha güçlü
kılacaktır.
5. İnsan doğayı anlayabilir; çünkü kendisi de doğanın bir parçasıdır. Bu nedenle insanı araştırmak, doğayı araştımaya götüren yoldur.
6. Rönesans'ın yeni bilgilere varma eğilimi tümevarım yöntemini de ortaya çıkarmıştır. Bir ispat ve çürütme yolu olan tümdengelimin
doğa bilimleri alanında yetersiz kaldığı ortaya konmuş deney ve gözleme dayanan tümevarım, bir keşif yöntemi olarak ön plana
çıkmıştır.
Nicolaus Kopernik:
Kopernik’in yeni bir evren sistemini öne süren teorisi şu temel ilkelere dayanır: Gezegenler, sanılanın aksine dünyanın değil güneşin
etrafında dönmektedir. Dünya, kendinde durağan değildir hatta dünyanın dönüşleri vardır. Dünya, kendi ekseni etrafında bir günde
Güneş’in etrafındaysa bir yılda dönüşünü gerçekleştirir.
Bu döneme kadar Aristoteles etkisi altında Batlamyus (Ptolemy) tarafından ileri sürülen evren sistemi kabul edilirdi. Bu sisteme
göre evren, ay altı ve ay üstü olarak iki kısımdan oluşur ve bunların yasaları farklı görülürdü. Dünya, merkezde sabit hâlde durur
ve diğer gezegenler, yıldızlar ve Güneş; Dünya’nın etrafında dönerdi. Gece ve gündüz döngüsü, yıldızların hareketleri ve benzeri
durumların dünya üzerindeki etkilerine yönelik oluşan problemlere bu evren sistemiyle pratik cevaplar verilirdi.
Kopernik, gök cisimleriyle dünyadaki cisimlerin fiziksel özelliklerinin aynı olduğunu savunmuştur. Kopernik’in ortaya attığı sistem,
Ptolemy sistemine karşılık çok sayıda gözlem verisini tek nedende açıklama imkânı sağlamıştır. Kopernik’in güneş merkezli evren
görüşü, düalist evren anlayışından monist evren anlayışına geçilmesinde etkili olması bakımından öncelikle 15-17. yüzyıl felsefesini
etkilemiştir.
Francis Bacon:
Aristoteles’in “tümdengelim” yöntemine karşı Bacon, “tümevarım” yöntemini öne sürer (Görsel 3.7). Bacon’a göre doğru
düşüncenin önünde engeller, yanlış fikirler ve onun tabiriyle idoller vardır. Doğayı bilmek ona yönelimle başlar. Bu yönelimin
sonuçlarının doğru bilgi oluşturabilmesi için önceki yaşamın tecrübe ve etkilerinden aklın sıyrılması gerekir. Doğanın doğru bilgisi için
ilk önce ona yönelen zihin; kuruntulardan, ön yargılardan ve putlardan yani F. Bacon’ın adlandırması ile “idol”lerden kurtulmalıdır.
Ona göre zihne engel dört put yani dört idol vardır: kabile (soy), mağara, çarşı-pazar ve tiyatro idolleri. İdoller:
1. Kabile (Soy) İdolleri: İnsan doğasına yerleşmiş ön yargılardır. Duyuların nesneleri kavrayışında ilk olarak aklın doğal yapısından
kaynaklanan hatalar meydana gelmektedir. Akıl, bilme süreci içinde nesnelere kendince benzetmeler yaparak bilgi oluşturur. Bu
bilgilerde hata barınabilir.
2. Mağara İdolleri: Bu idoller kişisel özelliklerden oluşur. Bir tür algıda seçiciliktir. Mağara isimlendirmesi, Platon felsefesindeki
mağara benzetmesinden gelir; her insan, kendi ruhsal mağarasının ışık ve gölgelerinden etkilenir.
3. Çarşı-Pazar İdolleri: İnsanın toplumsal yapısının bir yönü olan dil alanındaki ön yargı ve putlardır. Sözcüklerin kullanımıyla oluşan
farklı anlamların yarattığı yanılsamalar vardır. Bu idoller, iyi tanımlanmamış ve kabaca soyutlanmış şeylerin isimlerinden oluşur.
4. Tiyatro İdolleri: Bu idol, bazı düşüncelerin otorite olarak kabul edilmesinden kaynaklanır. Bununla birlikte yanlış kanıtlama
yöntemleri de bu idolün oluşmasını sağlar.
Galileo Galilei:
Duran bir cisme dışarıdan bir kuvvetle müdahale edilmediği sürece cismin hareketsizliğini sürdürdüğünü belirten “eylemsizlik
ilkesi” ve yüksek bir yerden serbest bırakılan cisimlerin sabit ivme göstereceğini belirten “serbest düşme yasası” Galilei’nin
keşiflerinin önde gelenlerindendir. Galilei, gökyüzünü gözlemlemek için teleskobu kullanan ilk bilim insanı olmuştur. İlk
gözlemlerinde Güneş üzerinde bulunan ve dünyadan bakıldığında gölge olarak düşünülen karartının aslında Güneş’e ait özel lekeler
olduğunu keşfetmiştir. Kopernik’in güneş merkezli evren sistemini savunduğu için kilise tarafından engizisyon mahkemesinde
yargılanan Galilei, yapmış olduğu çalışmalarla ve özgür düşünceyi öne çıkarmasıyla 15-17. yüzyıl felsefesini etkilemiştir. Çalışmaları,
modern fiziğin temellerini oluşturması açısından önemlidir.
Isaac Newton:
İngiltere’deki bir kasabada çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 27 yaşında Cambridge Üniversitesinde profesör olmuş
ve bilime katkısı nedeniyle kraliyet adına şövalye ilan edilmiştir. Ünlü Newton Kanunları’nın da bulunduğu “Doğa Felsefesinin
Matematiksel Prensipleri” ve “Optik” adlı eserleri yazmıştır.
Galilei’nin eylemsizlik ilkesi üzerine çalışmalar yapmış ve bu ilkeye kütle olarak bilinen nicel özellikteki kavramı eklemiştir.
Fiziğin en önemli yasalarından kabul edilen “hareket yasalarını” ortaya koymuştur. Bu yasalarla cismin hareketinin matematiksel
olarak hesaplanabilmesinin önü açılmıştır.
Newton, hareket yasalarının yanında kütle üzerine yapmış olduğu incelemelerle de günümüzde yer çekimi kanunu olarak bilinen
“Kütle Çekim Yasası”nı keşfetmiştir. Bu yasayla serbest bırakılan tüm cisimlerin ve gök cisimlerinin hareketlerinin nedenini
açıklamıştır. Newton’a göre havaya atılan bir cismin yere düşmesinin nedeni, yer kürenin havaya atılan cisimden kütle olarak ağır
olmasıdır. Gök cisimlerinin düzenli hareket göstermesinin nedeni de kütle çekimine bağlı olan bir denge durumudur.
Newton, geleneksel felsefenin olgulara yönelik açıklamasını derinden sarsmış ve felsefede yeni bakışların doğmasına neden
olmuştur. Evrenin akılla bilinebileceğini destekleyen görüşleri, 15-17. yüzyıl felsefesinin yanında 18-19. yüzyıl felsefesini de derinden
etkilemiştir. Newton’ın mekanist evren anlayışı, Batı’nın doğaya yönelik geleneksel bakışını terk etmesinde etkili olmuştur.
C) KARTEZYEN FELSEFE:
RENE DESCARTES (Röne Dekart (1569 – 1650):
Yalnız Yeni Çağ felsefesinin değil, yeni matematik ve yeni doğa biliminin de kurucuları arasında yer alır. Kendisinden artık şüphe
edilemeyecek mükemmel bir bilimi arar. Bu sarsılmaz bilime, ancak matematiğin yürüdüğü yolla ulaşılabileceğine inanır. Matematik,
tıpkı formel mantık gibi bağlantılı ve açık seçik olmalıdır. Zaten bilineni öğretmekle kalmamalı, bize yeniyi de öğretmelidir.
Descartes gününün matematiğinin bu eksikliklerini matematiğin yöntemini geometriye aktarıp, analitik geometriyi kurarak
gidermiştir. Felsefede de yapılacak şey, düşünmeye başlarken, doğruluğunu doğrudan doğruya kavrayabileceğimiz, aritmetiğın
birimleri gibi olan sağlam bir nokta bulmak ve bunun üzerinde bir birleştirme yapmaktır. Aradığı sağlam noktayı bulmak için, şüpheyle
işe başlayan Descartes'in şüphesi bir yöntem şüphesidir. Doğru bilgiye varmada bir araçtır ve "metodik şüphe" adını alır.
Çevremizdeki her şey hakkında duyular yoluyla bilgi ediniriz; ama duyular bizi yanıltabilir. Şu hâlde çevremizdeki her şeyden, diğer
insanların ve hatta Tarm'nın bile varlığından şüphe duyabiliriz. Geriye kalan ve artık kendisinden kuşkulanamayacağımız kesin bilgi, şu
anda şüphe etmekte olduğumuzdur. Şüphe etmek, düşünmektir. Bir varlığın düşünmesi içinse, var olması gerekir. Böylece Descartes,
"Düşünüyorum, öyleyse varım." sonucuna ulaşrmş olur. Görüyoruz ki, duyulardan ve deneyden değil, akıl ve düşünceden işe
başlamştır. Bu nedenle rasyonalist bir düşünürdür. Aynca insan düşüncesinin sağlam bilgilere ulaşabileceğine inandığından dogmatiktir.
"Düşünüyorum, öyleyse varım." önermesi Descartes'ın uzun ve dolambaçlı bir şüphe yolunun sonunda varmış olduğu kesin, artık
sarsılamaz olan doğrudur. Bir bilginin açık olmasının belirtisi, bu bilginin objesinin bize doğrudan doğruya verilmiş olmasıdır. Bilincin
içindekiler bize, başka bir şeyin aracılığıyla verilmez. Bunları doğrudan doğruya biliriz. Bu nedenle "Düşünüyorum, öyleyse varım."
önermesi bilinçle bilincin dışmdaki dünyayı birbirinden kesin olarak ayırdığından seçiktir. İnsan ruhunda doğuştan gelen fikirler vardır.
Örneğin Tanrı fikri bu türdendir. Herkes için Tanrı en yetkin, en mükemmel varlıktır. Bu fikir bize duyularımız yoluyla, dış çevreden
gelmiş olamaz; çünkü ne dış çevre o kadar mükemmeldir ne de duyulanmız bize böyle mükemmel bir varlık hakkında fikir verebilir.
Bu fikri bizim ruhumuza koyan, Tanrı'nın kendisidir. O hâlde. Tanrı vardır. Tanrı kavramı da bilinç kavramı gibi açık ve seçik bir
kavramdır.
Tanrı'nın var oluşunun böylece kanıtlanması, Descartes'ın geri kalan şüphelerınin de ortadan kalkmasında bir kaldıraç rolü oynar.
Yetkin bir Tanrı varsa, dış dünya da vardır; çünkü Tanrı bizi yanıltmış olamaz. Gerçekte özleri bakımından birbirinden ayrı olan iki
cevher vardır: “Ruh ve madde (cisim). Descartes’ın bu iki tözlü varlık açıklamasına Düalizm denir.
SPİNOZA (1632 – 1677) :
Felsefesini töz kavramı üstünde kurmuştur. Doğa ile özdeşleştirilen sonsuz töz; Tanrı veya doğanın kendisidir. Töz; kendi kendinin
nedenidir, varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı değildir. Tanrı, her şeyin ilk nedenidir. Tanrı, kendi özünden evreni zorunlu bir sonuç
olarak yaratandır. Doğa, Tanrının kendisinden ayrı bir şey değildir. Bu yönüyle Spinoza, Panteizm görüşünü savunur. Yani O’na göre
var olan her şeyi Tanrı kendi özünden türetmiştir. Var olan her şey, Tanrısal özün çeşitli şekiller almasından başka bir şey değildir.
Spinoza Tanrı ile evren arasındaki farklılığı/başkalığı kaldırmıştır. Tanrı ile evren aynı şeylerdir. Tanrı kendi yapıtı olan evrenin
içindedir, onun kendisidir; evren ise, Tanrısal özün kendisini geliştirmesidir.
Spinoza’nın ahlak görüşü:‘İnsan doğanın bir parçasıdır ve doğa yasaları, insan doğasını kendine itaat etmeye ve hemen hemen her yola
başvurarak kendisiyle uyumlu olmaya zorlar. Doğa’da kötü olduğuna karar verdiğimiz ya da var olma ve akıl temelli bir yaşam sürme
çabasına ket vuracağını düşündüğümüz her şeyden kendimizi daha güvende hissedeceğimiz bir yol tutup uzaklaşmalıyız. Kendi hayrına
olacağını düşündüğü her şeyi yapabilmek mutlak anlamda herkesin en doğal hakkıdır. Anlama yetisi olmadan akli bir yaşam da
mümkün değildir. Şeyler insanın zekâyla belirlenen zihinsel bir yaşamdan haz almasına yardımcı oldukları ölçüde iyidir. Ama onu
aklını mükemmelleştirmek ve akli bir yaşamı doya doya yaşamaktan alıkoyan şeyler varsa işte bir tek bu türden şeylere ben kötü
derim.’
D) HUKUK FELSEFESİ:
Orta Çağın kültür yapısını belirleyenlerden önemli bir etken feodalitedir. Derebeylik sistemine ve tarım ekonomisine bağlı feodalite
de Hristiyan kilisesi hem ekonomi-politik hem de kültürel bakımdan önemli bir otoriteye sahiptir. Gerek coğrafi keşifler, gerek
Avrupa’da ortaya çıkan merkantalizm gibi yeni iktisadi gelişmeler ulus devlet anlayışının yükselmesini sağlamıştır. Artık kilisenin
otoritesini sorgulayan yeni bir devlet ve hukuk anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. İktidarın meşruiyetini Tanrı buyruklarıyla
temellendiren Orta Çağ düşüncesi yerini Yeni Çağ devlet anlayışına bırakacaktı.
NİCCOLO MACHİAVELLİ ( 1469 - 1527):
Ulus devlet anlayışını savunan Machiavelli, Prens adlı kitabında din, etik gibi bütün kurumların devlet için bir araç olduğunu,
ulusun çıkarı için amaca giden her yolun mübah olduğunu savunmuştur.
Yeni Çağ tarihinin ana düşüncelerinden biri olan ulus devlet fikri Rönesans'a dayanır. Belli bir takım hakların insanın doğasında
bulunduğu ve Tanrı'nın bile onları değiştiremeyeceği fikri yine Rönesans'la gelir. Fransız İhtilâli'nin "İnsan Hakları Bildirisi", Birleşmiş
Milletler'in "İsan Hakları doktrini” hep bu fikrin devamıdır. Demokrat devlet fikrinin de kökünü yine Rönesans’ta bulabiliriz. Devleti
yönetenler, halkın efendisi değil sadece görevlisidirler; asıl egemen olan halktır. Çünkü yöneticileri halk kendisi seçer.
THOMAS HOBBES (1588 – 1679):
O’na göre; devlet bireylerin bir araya gelmesiyle oluşmuş yapay bir kurumdur. Devlette gerçek olan, bireylerdir. İnsan, her şeyden
önce kendi varlığını ayakta tutmaya ve varlığını sürdürmeye çalışır. Hobbes’a göre evrensel ahlak yasası mümkün değildir. Bu da
insanı doğadan daha fazla pay almaya sürükler. İnsanların sonsuz istekleri karşısında doğanın sınırlı kaynağı vardır. “Bu durumda
insan, insanın düşmanı/kurdu kesilir.” Bu da beraberinde birçok savaşları, çatışmaları getirebilir. Bu durumdan insan, sözleşme
yaparak uzaklaşır. Devlet bireylerin tek tek istekleri yerine; bütünlük teşkil eden tek isteği yani kendi isteklerini/direktiflerini yerine
getirmektedir. Herkes, barışı sağlama ümidine sahip olduğu müddetçe onun için çaba harcamak zorundadır. İnsanlara barışı temin
etmek için uğraşmaları emredilen bu temel doğal yasadan ikinci bir yasa doğmaktadır: Herkes, varlığını savunurken sahip olduğu
şeyler üzerindeki sınırsız hakkından vazgeçer. Ancak bunun koşulu, başkalarının da aynı şeyi yapmasıdır. Çünkü herkes bu hakka yani
canının istediği herşeyi yapmak hakkına sahip olmakta devam ettikçe bütün insanlar savaş hâlinde bulunacaklar demektir. Hobbes’a
göre mutlak güç ve yetkilere sahip egemen devlet, toplum sözleşmesini uygulayarak barışı sağlayabilir.
ÜTOPYALAR:
Bazı düşünürler, hayal ettikleri toplum düzenlerini anlatan eserler yazmışlardır. Bunlara “olmayan yer” anlamına gelen ütopya adı
verilmiştir.
a) İSTENİLEN ÜTÜOPYALAR:
Bazı düşünürler, yaşadıkları toplumlardaki devlet yönetimlerinin, bireylerin çoğunluğunun mutluluk ve refahını sağlamada yetersiz
kaldıklarını görmüşlerdir. Bu nedenle, nesnel koşullardan ve toplumsal yasalardan değil de adalet, özgürlük, eşitlik gibi soyut
ilkelerden kalkarak gerçekleşmesi mevcut dünyada olanaksız olan fakat ideal bir dünyada var olacağı düşünülen birtakım devlet ve
toplum düzeni tasarımları yapmışlardır. Daha çok insanın refah ve mutluluğunu sağlamayı amaçlayan bu tür ideal düzen tasarımlarına
istenilen ütopyalar denir.
DEVLET-Platon (MÖ 427-347) , ERDEMLİ ŞEHİR-Farabi (870-950) bu eserlerde filozoflar, erdemli filozof yöneticilerin adalet ve
bilgelik temelli oluşturdukları sistemlerle ideal toplum tasvirleri yapmışlardır.
ÜTOPYA-Thomas More (Tomas Mor, 1478-1535), GÜNEŞ ÜLKESİ-Tommaso Campanella (Tommaso Kampanella,1568 – 1639)
bu eserler toplumun en temel probleminin eşitsizlik olduğunu ve eşitsizliğin kaynağının özel mülkiyet olduğunu savunmuştur. Özel
mülkiyetin olmadığı ve sonucunda toplumsal eşitliğin olduğu ideal toplumlar tasvir etmişlerdir.
YENİ ATLANTİS-Francis Bacon (Frensis Beykın,1561 – 1626) bu eserde Bacon bilim kurulu tarafından yönetilen ve bilimsel
önermelere göre organize edilen bir toplumu idealize etmiştir.
b) İSTENİLMEYEN ÜTOPYALAR (Korku ütopyaları- Distopya):
Karşı ütopyalar adını da alan korku ütopyaları (Distopyalar), istenilen ütopyaların iyimserliğinden ve geleceğe inancından yoksun
ütopyalardır. Distopyalara göre gelecek günler karanlıktır ve umutsuzluk yüklüdür. Korku ütopyalarına göre gelecekte, kent
yıkıntılarından ve mezarlıkları talan eden vahşi insan sürülerinden başka hiçbir şey kalmayacaktır.
Gelecekte insanı George Orwell’ın (Corc Orvıl, 1903-1950) “1984” kitabında olduğu gibi otoriter yönetimler ya da Aldous
Huxley’in (Aldus Haksli, 1894 – 1963) “Cesur Yeni Dünya” eserindeki gibi makinaların hakimiyeti beklemektedir.
4. ÜNİTE : 18. -19. YÜZYIL FELSEFESİ
18. yüzyıl felsefesine “Aydınlanma Felsefesi", bu felsefenin içinde yer aldığı tarih dönemine de "Aydınlanma Çağı" adı verilir.
Burada aydınlanmak isteyen insanın kendisi, aydınlatılması istenen şey de insan hayatının anlam ve düzenidir. Aydınlanma, insanın
düşünme ve değerlendirmede geleneklere bağlı kalmaktan kurtulup, kendi akıl, kendi görgüleriyle hayatını aydınlatmaya girişmesidir.
Avrupa'da insanın hazır bulduğu gelenek şemalarından kopup hayatının düzenini kendi aklıyla bulmaya girişmesi, Rönesans'la başlar.
18. yüzyıl bu gelişmenin en yüksek noktasıdır.
* Aydınlanma felsefesinin temel özelliklerinden biri, akla duyulan kesin güvendir. Bu nedenle toplumdaki tüm kurumları aklın eleştirel
süzgecinden geçirir. Toplumu, devleti, dini ve eğitimi aklın ilkelerine göre yeni baştan düzenlemeye çalışır.
* Aydmlanmanın bir başka özelliği, doğa bilimlerinin yanında insan bilimlerine de önem vermesidir. İnsan ve toplum bilimleri olarak
adlandırılan Tarih, Sosyoloji, Siyaset bilimi, Psikoloji gibi alanlar bu dönemle birlikte kurulmaya başlamıştır.
* Aydınlanma felsefesi, lâik bir dünya görüşünü benimser.
* 18. yüzyılda özgürlüğü engelledikleri düşüncesiyle siyasi ve dinî otoritelere karşı gelinmiş, otoritelere karşı mücadele edilmiştir.
* Düşünce özgürlüğü desteklenmiştir. İnsan hakları ve özgürlükleriyle ilgili hem teorik ürünler ortaya konmuş hem de pratik yaşamda
yer bulması için uğraşılmıştır.
* Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılabı gerçekleşmiş ve buna bağlı problemler tartışılmıştır.
* Aydınlanma felsefesinde bilimsel deneye önem verilmiş ve ana konu olarak insan ele alınmıştır.
18. YÜZYIL-19. YÜZYIL FELSEFESİNDE ÖNE ÇIKAN PROBLEMLER
1. BİLGİNİN KAYNAĞI PROBLEMİ
Bilgi üzerine yapılan tartışmalar, özelikle felsefenin iki ana akımı olan rasyonalizm ve empirizm üzerinden temellendirilir.
Rasyonalizm, bilginin aprioriden( hiçbir gözlem ve deneye dayanmayan) sırf akılla oluştuğunu belirtirken, empirizm
aposterioriden(deneyden çıkan ve deneye bağlı olan) oluştuğunu ileri sürer. Bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışan 18. yüzyıl filozofu Kant
ise bilginin akıl ve deneyimle oluştuğu görüşündedir.
a) RASYONALİZM:
Doğru bilginin kaynağı akıldır. Bilgiler doğuştandır, duyular bizi yanıltır, bilgi deneye dayanmaz ve tıpkı matematik gibi salt akılla
elde edilir.
Descartes, kendisinden asla şüphe duyulmayacak ve başka bilgilere de temel olabilecek açık seçik bir bilgi arar. “Düşünüyorum, o
hâlde varım.”önermesine ulaştığında kesin bilgilerin kaynağının akıl olduğu görüşüne varır. Ona göre bilgi, sonradan oluşan
deneyimlerle değil doğuştan gelen aklın
ilkeleriyle gerçekleşir. Matematik ve geometri bilgisinin kesin olma nedeninin akla dayandığını işaret ederek doğru bilginin kaynağının
akıl olduğunu ileri sürer.
b) EMPİRİZM:
Empirizme göre bilginin kaynağı deney, yaşantı ve tecrübedir. Duyusuz bilgi olamaz.Rasyonalizmin zıttıdır. Empirist filozoflar:
JOHN LOCKE (1632 – 1704)
Locke, İngiliz Aydınlanmasını, dolayısıyla da Avrupa’ daki Aydınlanma düşüncesini başlatan filozoftur. Locke' un araştırmalarının
ağırlık merkezi insandır.
Locke insan zihni ve bilginin kaynağına ilişkin açıklamalarına, doğuştan düşüncelerin olmadığı iddiasıyla başlar. İnsan aklında bir
takım kavramlar vardır. Bu kavramlar akla nereden gelmişlerdir? Ona göre zihin, başlangıçta üzerinde hiçbir şey yazılmamış olan düz
beyaz bir kâğıt gibidir. (Tabula rasa) Locke’a göre ruhta doğuştan olan yetiler vardır; ancak kavramlarımız deneyden gelir. Bütün
bilgilerimiz eninde sonunda deneyden gelir ve deneye dayanır.
Locke deneyi, iç ve dış deney olarak ikiye ayırır. Dış deneyin konusu, dışımızdaki algılanabilen nesnelerdir. İç deneyin konusuysa
ruhun içinde olup bitenlerdir. Duyular ruha, nesnelerin renk, sıcaklık, sertlik gibi duyulur niteliklerini edindirir. Dış deney
vücudumuzdaki bir uyarımın ya da bir hareketin beyne ulaşması, sonra da ruhumuzda bir duyumun doğmasıyla meydana gelir. İç
deneyse, dış deneyden gelen tasavvurlar ruhumuzda işlenirken bu işlemi duymak ve yaşamaktan meydana gelir. İç deneyle kendi
ruhumuzdaki durumları ve etkinlikleri, dış deneyle de ruhumuzun dışındaki nesnelerin etkinliklerini kavrarız. Locke'a göre bütün
kavramlarımız bu iki kaynaktan türer.
Locke'un bilgi teorisi, felsefesinin ağırlık merkezidir. İnsan bilgisini yalnız iç ve dış deneyin içinde bırakan, insanın erişebileceği
doğruluğu yalnız tasavvurların kendi aralarındaki ilişkileri görmekte bulan bu bilgi anlayışı empirizmin en yalın, en kavranılır şeklidir.
GEORGE BERKELEY (1685 – 1753)
Berkeley, Locke’un düşüncelerini daha da ileriye götürmek istemiştir. Berkeley’e göre; bilincimizin dışında bağımsız bir varlığı
kabul etmek bir çelişkidir. Çünkü kabul edildiği takdirde; objelerin tasarlanmadan, düşünülmeden de var olduklarını ileri sürmek,
demektir. Dışarıdaki objelerin var oluşunu incelediğimizde ne kadar uğraşırsak uğraşalım, incelediğimiz hep kendi idelerimizdir, kendi
fikirlerimizdir. Bundan dolayı her şey idedir, varlık zihnimizdeki tasarımlardır. Gerçek olan, algılardır. Algılanan şey, var olan şeydir.
Dış dünyada var diye saydığımız şeyler tasarımların ürünüdür. Varlık duyumsanandan yahut algılanandan başka bir şey değildir.
Berkeley’in bu görüşüne sensüalizm(duyumculuk) denir.
DAVİD HUME (1711 – 1776)
Locke ve Berkeley gibi Hume da bilginin deneyden/ deneyimden kaynaklandığını ve duyularla algılama sonucunda elde edildiğini
savunur.
Algılamayı 2’ye ayırır:
1)İzlenimler,
2)Düşünceler.
İzlenimler; doğrudan doğruya duyularımızın getirdikleridir, duyumsamalarımızdır. (Sevgi, nefret, acı, istek) Düşünceler ise;
izlenimlerin bilince yerleşen anıları veya kopyalarıdır. Birinci aşama geçilmeden ikinci aşamaya ulaşılamaz. İzlenimler olmadan, akılda
ideler oluşmaz. İnsan izlenimlerden bahsederken duyu ve duygulanımları anlar. İdeler ise hatırlama ve hayal gücü unsurlarıdır.
Hume’a göre doğada bir nedensellik olup olmadığını bilemeyiz. Ona göre insanda, ardarda gelen durumların arasında nedensel bir
bağ olduğu fikrini oluşturan şey alışkanlıktır. Ardarda gelen durumların arasında bir nedensellik ilkesi olup olmadığı bilinemez.
c) KRİTİSİZM:
Descartes'tan sonra bilgi kuramı iki ayrı yönde gelişir: Bilgiyi sağlamada sadece deneye önem verenler ve sadece akla önem
verenler. Bu nedenle Kant felsefesi bilgi konusunun incelenmesi ve eleştirilmesiyle başlar. Amaç bilme gücünün irdelenmesi,
çözümlenmesi ve eleştiriden geçirilmesidir. Bu nedenle, Kant felsefesine “eleştirici felsefe" veya "kritik felsefe" adı verilir. Kritisizm,
doğru bilginin sadece akılla ya da sadece deneyle elde edilebileceği görüşlerini eleştirir. Kritisizme göre doğru bilgi hem deney hem de
akıl kaynaklıdır.
Kritisizmin kurucusu Kant’tır.
IMMANUEL KANT (1724 1804)
Kant, felsefe tarihindeki iki önemli problemi uzlaştırmaya çalışmıştır:
Birinci problem bilginin imkanı problemidir. Kant, doğru bilginin mümkün olmadığını savunan septisizm ile doğru bilginin
mümkün olduğunu savunan dogmatizmi uzlaştırmak istemiştir. Kant’a göre insan varlığın bazı yanlarını bilebilir, bazı yanlarını
bilemez. Varlığın görünen alanı olan fenomen alan bilinebilir. Varlığın özünü oluşturan numen alan ise bilinemez. Numen alanın
bilinemeyeceğini savunmak, metafiziğin bilinemeyeceğini savunmak anlamına gelir. Böylece Kant, felsefenin metafiziğe mesafeli
olması gerektiğini savunmuştur.
İkinci problem bilginin kaynağı problemidir. Kant, rasyonalizm ve empirizm arasındaki karşıtlığı uzlaştırmak istemiştir. Kant’a
göre, “Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür.” Kant'a göre, tüm bilgilerimiz iki ayrı kaynaktan doğar: süje (bilgi edinen) ve
obje (dış dünya). Dış dünya bilginin hammaddesini verir. Diğeriyse, bu hammaddeyi düzenler ve bir biçime sokar ve bilgi haline
getirir. Şu halde dış dünya olmasaydı bilginin hammaddesi olmayacaktı. Akıl olmasaydı dış dünyaya ait tüm algılanma, bilgi halini
almayacaktı.
Bilgi deneyle başIar; ama tüm bilgiler deneyden çıkmaz. İki çeşit bilgi vardır: apriori (deney öncesi) ve aposteriori (deneye
dayalı). Apriori bilgi zorunlu, deneyden bağımsız, deneysel olanla hiç karışmamış, süjelerin tümü için geçerli olan bilgidir (salt bilgi).
Aposteriori bilgiyse, deneyle mümkün olabilen, sallantılı, gözlemlerle boyuna düzeltilen bilgidir.
2. BİREY-DEVLET İLİŞKİSİ
18. yüzyılda, bir önceki yüzyıldan farklı olarak insan hakları ve özgürlük kavramları önem kazanır. 15-17. yüzyılda mutlak
monarşiyle sonuçlanan güçlü ulus devlet teorilerinin önem kazandığını görmüştük. 18. yüzyılda ise bireyin hak ve özgürlüklerinin
devlet karşısında korunabilmesi, iktidarın tek elde toplanmaması için güçler ayrılığı ilkesi gibi tarışmaların ön plana çıktığı
görülmektedir.
JOHN LOCKE’a göre, T. Hobbes 'ta olduğu gibi toplumun kuruluşu toplumsal sözleşmeye dayanmaktadır. Locke'un devleti asla
Hobbes'ta olduğu gibi mutlak egemenliğe sahip değildir. Aksine devlet, onu kuran toplumun amaçlarının gerçekleşmesinde sadece bir
araç olarak kalmalıdır. Locke'un kuramında siyasal toplum ve siyasal güç, bir sözleşmenin sonucu olduğu için yönetilenlerin de
onayına sahip olacaktır. Bu siyasal güç mülkiyet hakkını korumak amacıyla kurulduğundan, bunun ortadan kaldırılması düşünülemez.
Aksi durumda, siyasal otoritenin meşruiyeti ortadan kalkacak ve halkın direnme hakkı doğacaktır. Ancak, siyasal otoritenin toplumsal
iradeye dayanması, iktidarın kontrol edilebilmesi için yeterli değildir. Bu nedenle, daha somut olarak siyasal iktidarın sınırlandırılması
gerekir ki, bunun yolu kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Locke, mutlak monarşiye karşı, liberal (özgürlükçü) ve hukuka dayalı bir
devlet sistemini ileri sürmüştür.
MONTESQUIEU (1689-1755) doğal hukuk prensibini benimsedi. Montesquieu, farklı milletler ve onların ürettiği farklı kurumlar
üzerinde geniş çaplı deneysel bir çalışma gerçekleştirdi. Bu çalışmanın doğruya ulaşamamış kısımları olsa da merkezi noktası
bakımından son derece önemlidir. Herhangi bir milletin yönetiminin ve kanunlarının, o milletin yaşadıkları koşullara dayanıyor olduğu
gerçeği siyaset bilimini etkileyecektir: İnsanların milli alışkanlıkları, gelenekleri, yaşam alanları ve hatta toprak durumu.
Montesquieu’nün ikinci olarak vurguladığı nokta, mutlak monarşinin özgürlüğü imkânsız hale getirinceye kadar Fransa’daki anayasayı
zayıflattığıydı. Montesquieu, her bir yönetim “türün” yönlendirici bir prensibi olduğunu söyleyerek üç başlık altında yönetim türlerini
sıralamıştır:
1. Cumhuriyet yönetimi vatandaşlarının yurttaşlık erdemine dayanır.
2. Monarşi askeriyenin onur duygusuna dayanır.
3. Despotizm, tebaasının korku ya da köleliliğine dayanır.
Montesquieu, mutlak monarşinin despotizmin bir türü olduğuna inanmıştır. Böylece kral ve halk arasındaki aracı güçlerin ortadan
kaldırıldığı ve kanunun kralın iradesiyle aynı anlama geldiği Fransa’yı eleştirmekteydi. Montesquieu’nün temel amacı özgürlüğün
dayandığı koşulları analiz etmek ve Fransa’daki özgürlükleri korumaktı. Montesquieu, özgürlüklerin “güçler ayrılığına” dayandığı
inancındaydı: Yürütmeyi, yasamayı ve yargıyı farklı kişiler uyguladığında bunlar arasında bir denge ortaya çıkar, böylece özgürlükler
kısıtlanamazdı.
J. J. ROUSSEAU (1712-1778); düşüncesi doğrultusunda yaşayan ender düşünürlerdendir. Rousseau 1712 yılında Cenevre'de
doğmuştur. Babası bir sanatçı olarak, İstanbul Topkapı Sarayı'nda saat tamirciliği yapmıştır. Rousseau eleştirel tutumu ve düşüncelerine
uygun yaşadığı için çalışma hayatında hiçbir işte tam olarak tutunamamıştır. Öncelikle bir avukatın, ardından bir papazın yanında işe
girmiş, ancak çok başanlı olamamıştır. Bunların yanı sıra bir müzik işinde ve daha birçok farklı iş kolunda da çalışmayı denemiştir.
Emile adlı romanı nedeniyle tüm kitapları yakılmıştır. Hapis cezası almamak için önce İsviçre’ye ardından İngiltere’ye gitmiş, 1778
yılında ise ölmüştür.
Dijon Akademisi'nin bir yarışmasında sorulan soruya verdiği şaşırtıcı cevapla ün kazanmıştır. Dijon Akademisi'nin sorusu:
Aydınlanma dönemi ile birlikte "Bilimlerle sanatların yeniden doğması, ahlakın düzelmesini sağlamış mıdır?" sorusudur. Rousseau bu
soruya hayır cevabını vermiştir. Erdemin; masumiyet, sadelik ve doğallıktan geldiğini ama aydınlanma ile birlikte insanların,
doğallığını, masumiyetini ve sadeliğini kaybettiğini belirtmiştir. Çünkü aydınlanma düşüncesi, duyguları ortadan kaldırıp yerine zekâyı
koymaya çalışmış, bilgiye sahip olmayı erdemden üstün bir değer olarak kabul etmiştir.
Rousseau’ya göre, Aydınlanma düşüncesi eğitim anlayışının en büyük sorunu insani duygulara yer vermeden sadece zihni
geliştirmeye çalışmasıdır. Aydınlanmacı rasyonalizm insanları ruhsuz, duygusuz bir akıl varlığı olarak yetiştirmek istemiştir. Zekânın
ve bilimin, toplumun her alanına yayılmasıyla birlikte insanlar arasında güvensizlik, kuşku, korku ve nefret duyguları artmıştır. Ayrıca
işsizlik gibi toplumsal sorunlar oluşmuş, insanların lüks kullanımları artmış ve karakterleri bozulmuştur. Rousseau’ya göre toplumun
bu hastalığının temelinde, yeteneğin erdemden üstün tutulması ve insanlar arasındaki eşitsizlik vardır.
Rousseau eşitsizlik konusunu, "doğal hukuk" anlayışı ile açıklamıştır. Rousseau’ya göre, insan doğa durumunda tek başına
yaşamakta, ihtiyacı olan şeyleri doğadan istediği ölçüde karşılayabilmekteydi. Diğer insanlarla eşit haklara sahip olan insan, hiçbir
savaşın yaşanmadığı doğa durumunda özgür ve mutluydu. Ama insanların doğa durumundan toplumsal duruma geçmesi ile dil, savaş,
mülkiyet, dostluk ve düşmanlık gibi insanlar arası ilişkilerden kaynaklanan sorunlar ortaya çıkardı. Jean Jacques Rousseau’ya göre
insan iyidir ancak bazı özelliklerini uygarlığın gelişimiyle yitirmiştir.
Toplum durumunda tarımsal hayat ve buna bağlı olarak mülkiyet kavramı oluştu. Mülkiyet kavramı, toprakların parçalanmasına,
hak ve haksızlık kavramlarının oluşmasına neden oldu. Toprak sahipleri devletleşti. Devletler, birbirleriyle savaşmaya başladı. Doğada,
masum ve iyi niyetli olan insan toplumsal ortamda bencilliği öğrendi ve zengin fakir ayrımı oluştu. Doğa durumundaki eşitlik kalkınca,
toplumun bir bölümü lüks ve zenginlik içinde yaşamaya başladı. Ardından insanlar, aralarında imzaladıkları "toplumsal sözleşme" ile
mülkiyet hakkını ve eşitsizliği yasallaştırdı. Böylece insanın doğa durumundaki mutluluğu sona erdi. Bu nedenle Rousseau, insanların
doğal yaşamından uzaklaşıp kendi oluşturdukları kuralların kölesi olduğunu söyleyerek; "insan özgür doğar, oysa her yerde zincire
vurulmuştur” Rousseau’ya göre bu durum ortak iradeyi yansıtan toplum sözleşmesi ve cumhuriyetle aşılabilir. İnsanın özgürlüğünü
geri kazanabilmesi için anayasa ve cumhuriyet gereklidir.
3. AHLAKIN İLKELERİ
KANT'ın ahlak görüşündeki başlıca amaç, insan iradesinin, herkes için geçerli olarak kabul edilmesi gereken zorunlu ve
evrensel kurallarını bulmaktı.
Birey hiçbir gerekçe olmaksızın ahlâk yasasına boyun eğmeyi istemelidir. İnsan neyin ahlâka uygun olduğunu sezgi yoluyla apriori
olarak bilir. Akıl ahlâk alanında duyulara dayanmak zorunda değildir. Yasalarını kendisi koyar ve onları gerçekleştirir. Kant’a göre 2
türlü yasa vardır. Biri doğa yasaları; diğeri de ahlak yasaları. Doğa yasaları zorunluluğu, ahlak yasaları ise gerekliliği ifade eder. Ahlak
yasaları, apriori olarak birey tarafından konur, deneyle elde edilemez. Birey, pratik aklın koyduğu bu yasaları onaylar ve özgürce onlara
uyar.
Kant’a göre, ahlak yasalarının herkes için geçerli olması gerekir. Bunun için de ahlak, deney öncesi (apriori) temeller üzerine
kurulmalıdır ve ahlaki yargılar koşulsuz olmalıdır. Ahlâk yasası neyi istediğimize, beğendiğimize ya da sevdiğimize bağlı değildir.
İstememiz gerekenin bir bildirimidir. Kant’a göre; “öyle hareket edilmeli ki, yapılan davranış yasa niteliği taşımalı, yapılandan hiçbir
çıkar gözetilmemelidir”. Kant, buna “Ödev Ahlakı” der. Ödev ahlakı; bireyin hiçbir koşula bağlanmadan sadece iyiyi istemesidir. Kişi;
ahlaki eylemlerinde bulunurken hiçbir çıkar gözetmeksizin sadece İYİ veya KÖTÜ olduğuna inandığı için yapıyor veya yapmıyorsa
yaptığı eylem; ahlakidir. Çıkar gözeterek yapıyorsa o eylem; ahlaki değildir. Ahlaka uygun davranış için insanın ödev uğruna
davranması gerekir. Bütün insanların ödev olarak boyun eğmesi gereken ahlâkî emirler, evrenseldir. Herkes için doğrudur. İnsan ahlâk
yasasına saygı duyan, bağımsız, onurlu bir varlıktır. Dünyada yalnız, insan kendisini yönlendirebilir ve onurludur.
Kant’ın Maksimleri
1. “Öyle eylemde bulun ki eyleminin gerisindeki maksim, herkes için geçerli evrensel bir yasa olsun!”
2. “Kendinde ve başkalarında insanlığı bir araç olarak görecek şekilde değil de onu bir amaç edinecek şekilde davran.”
3. “Her zaman akıllı iradeni, evrensel bir yasa koyucu olarak görevde bulunacağı şekilde davran.”
JEREMY BENTHAM (1748 –1832) ahlaki eylemin amacının “fayda” olduğunu söyler. Ona göre ölçüt tek kişinin değil,
olabildiğince çok sayıda insanın elde edebileceği türden faydadır. İnsan davranışları bu ahlaki prensip doğrultusunda değerlendirilir.
Birden fazla insanın yararlanacağı davranışlar iyidir ve bu yüzden insana mutluluk verir. Bentham kendi yararını düşünen insanın
toplumsal yaşam ve düzen açısından olabildiğince çok insanın mutluluğunu dikkate alması gerektiğini söyler. Bentham genel-geçer bir
ahlak yasasının mümkün olduğunu söylemiş ve bunu insanların eylemleriyle ilişkilendirerek ahlak yasasını subjektif bir temelde
açıklamıştır.
4. VARLIĞIN OLUŞU
HEGEL (1770 -1831)
Ana ilgisi hep insan tarihine yönelmiştir. Modern felsefe, yani Descartes'tan başlayan felsefe, Kant'a kadar "Bilginin özü nedir?"
sorusunu sormuş, varlık sorununa eğilmeden önce bilgi üzerinde durmuştur. Hegel bu anlayışa karşı çıkar. Önce bilgiye değil, varlığa
yönelmek gerektiğini savunur.
Hegel’in felsefi sistemine diyalektik idealizm denir. İlk defa Herakleitos tarafından kullanılan diyalektik yöntemi geliştiren Hegel,
düşüncenin bu süreçte gerçeği bir bütün olarak vereceğini
ortaya koyar. O düşünmenin ve varlığın diyalektik olarak gelişme gösterdiğini ifade ederken karşıtların birliğine dayalı bir yol izler.
Hegelʼe göre ide önce kendi kendindedir (tez aşaması), yani düşünce potansiyel hâlde vardır(salt akıl). İde antitez aşamasında ise
kendini tanımak, gerçekleştirmek için başkalaşır ve özüne yabancılaşarak kendi dışına çıkar(Fiziki evren). Son aşama olan sentez
aşamasında ise artık ide yabancılaşmadan kurtulmuş ve kendi kendine (özüne) dönmüştür(insan kültürü). Böylece Hegel diyalektik
süreçte akla özel bir önem verirken onu mutlak varlığın (Geist) ta kendisi olarak görür.
Hegel'e göre düşünce, araştırılan şeyin özünü arama etkinliğidir. Her objenin arkasında bir ide saklıdır. İşte düşünce, bu arkasındaki
ideyi kavramaktır. Her obje aklidir. Böylece Hegel "Her akli olan gerçektir, her gerçek olan aklidir." şeklinde rasyonalizmini
ortaya koyar. Onda aklın yasalarıyla varlığın yasaları bir ve aynıdır.
Varlığın tümü üç evreye ayrılır. Bunlara da üç evren karşılık gelir:
1. Başta salt matematik, salt mantık bilimi vardır. Matematik ve mantık salt düşünce formlarıyla ilgilidir. Biz bunlarla evreni tanırız.
Salt formlar gerçek objelerdir. Örneğin, geometrik formlar vardır. Bunlar zaman ve uzay içinde değildir. İdeal olan şeylerdir. Bir
değişmeye uğramaz. Birbirleriyle mantıkî bir bağlantı içindedir.
2. İkinci olarak doğa bilimi vardır. Doğa bilimi inorganik cisimler, organik doğa ve insana kadar uzanan objelerle uğraşır. Her cisim
belli bir zamanda, belli bir uzayda yer doldurur. Cisimler dünyasının var oluşu uzay ve zamanın var olmasına bağlıdır. Salt form olan
uzay ve zaman, cisimler dünyasının temelini oluşturur. Cisimler dünyasındaki her varlık, sürekli değişme içindedir. Herakleitos'un "Bir
ırmakta iki kez yıkanılamaz." sözü doğrudur. Kavramsa, hep kendi kendisiyle aynı kalır. Kavramlarla cisimler dünyası bır karşıtlık
içinde bulunur. Tez ve antitez durumundadır.
3. Üçüncü olarak ide (ruh/geist) üzerindeki bilgi vardır. Tek insan üzerindeki, insanlardan kurulu toplum üzerindeki bilgiler, bu ruh
alanındaki bilginin çerçevesi içine girer. Kavram ve cisimler dünyasında karşıt olan şeyler, bu ruh alanında birbiriyle uzlaşır. Salt
kavramların, salt formların dünyasında özdeşlik geçerliyken doğa alanında değişme geçerlidir. Ruh alanındaysa değişme ve özdeşlik
birleşmiş ve uzlaşmıştır.
Bu üç varlık alanı ve üç bilim, birbirleriyle diyalektik bir bağlantı içinde bulunur. Örneğin, bugünkü benin fiziksel yapısı dünkünden
ve gelecektekinden tamamen farklı olacaktır. Bununla birlikte dünkü ben, sonraki ben, bugünkü ben ruhsal bir varlık olarak aynıdır.
Ruh alanında işte bu karşıt şeyler birleşir, uzlaşır (sentez).
Buradaki ruh, bireysel akıl ya da bireyin düşünce yetisi değil, süjenın dışında ve üzerinde olan bir ilkedir. Bu ilke insanın içinde
bulunduğu doğayı, toplumu, devleti, sanatı, hukuku, kültürü, aileyi, ahlakı, dini, felsefeyi, yani her şeyi yapan temel ilkedir. Hegel
sisteminde bu manevi ilke, evrensel aklın kendisini aşmasına dayanır. Tüm varlıklar bu ruhsal ilkenin kendisini aşarak ve açarak,
taşıdığı olanakların, yani potansiyel güçlerini ortaya koymasından meydana gelir.
Hegel’in sistemine göre, her şey kendinden karşıtlık içerir. Yani her şey kendinde zıttını bulundurur. Hakikat, varlıkla yokluğun
sentezindedir (tez, antitez, sentez); çünkü, varlık yokluğu içinde bulundurur. Ama bunlar tek başına bir şey ifade etmez. İşte "oluş"
denilen şey de, varlıkla yokluğun birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu oluş, bir iç varlığın, bir amaca göre belli bir doğrultuda ve belli
bir biçimde ilerleyerek açılmasıdır (objektifleşmesi). Gelişmenin kendi biçimiyse, Hegel'in kendi deyimiyle diyalektiktir. Yani zıtlıkları,
çelişkileri aşa aşa ilerleyen, yürüyen bir süreçtir.
Evrensel akıl (geist) başlangıçta "kendinde varlık" idi; ama gerçek değildi, gerçekleşmemişti. Güçleri ortaya çıkmamıştı. Doğada,
objektif ruh hâline geldi. Ama insan dünyasında, kendisini buldu (kültür, sanat, devlet, vb.) Artık kendisindedir. Gerçekleşmiştir. Kendi
özü dışında değildir. "Kendisi için varlık" olmuştur. Bu da sentez aşamasıdır.
Tek başına yaşayan hiçbir insan yoktur. İnsan bir toplumun, bir çağın insanıdır. Belli bir bakımdan insan elbette devletin, hukukun
yaratıcısıdır: ama birey olarak insanı da ulus, devlet, hukuk yaratır.
İnsan tarihinin gelişmesinin asıl anlamı kültürün gelişmesidir. Devletlerin ölümlü olmasına karşılık, sanat ve felsefe ölümsüzdür. Tıpkı
isanların doğup, yaşayıp ölmesi gibi devletler de kurulur, yaşar, yıkılır ama insanlığın kültürü sürüp gıder. Kültür de din, sanat ve
felsefe biçiminde gelişir.
Download