Uploaded by Şimal Tatlıses

YÖKDİL Fen Bilimleri Kelime Listesi

advertisement
a
A
VITAL WORDS
YÖKDİL FEN
VOCABULARY LIST
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
extinct
extinct (n): nesli tükenmiş | sönmüş (yanardağ)
extinction (n): nesli tükenme
extinct species: nesli tükenmiş türler
go extinct: nesli tükenmek
almost extinct: neredeyse nesli tükenmiş
extinct volcano: sönmüş yanardağ
mass extinction: toplu yok oluş
Collocation
● Dinosaurs went extinct a very long time ago.
Dinozorların nesli çok uzun zaman önce tükendi.
● Once a species goes extinct, it's gone forever.
Bir türün nesli tükendiğinde sonsuza dek kaybolur.
● Some wild animals are on the verge of extinction.
Bazı vahşi hayvanların nesli tükenmenin eşiğindedir.v
evidence
evidence (n): kanıt, delil
evidence for: ...için kanıt
evidence against: ...nın aleyhine kanıt
Preposition
look for evidence: kanıt aramak
come up with evidence: kanıt bulmak
gather evidence: kanıt toplamak
conclusive evidence: kesin kanıt
destroy evidence: kanıtı yok etmek
Collocation
● I can't find any evidence to support your accusation.
Suçlamanı destekleyecek hiç kanıt bulamıyorum.
● There was no conclusive evidence against him.
Onun aleyhine hiç kesin kanıt yoktu.
Evidence, that SVO alabilen bir isimdir.
evidence that SVO: ...olduğuna dair kanıtı
● He has found the evidence that bees can communicate with each other.
Arıların birbiriyle iletişim kurabildiğine dair kanıt buldu.
Synonyms
evidence = proof
www.remzihoca.com
2
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
research
research (n): araştırma
researcher (n): araştırmacı
research into: ...hakkında araştırma
research on: ...üzerine araştırma
Preposition
carry out research: araştırma yapmak
conduct research: araştırma yapmak
previous research: önceki araştırmalar
subsequent research: sonraki araştırmalar
Collocation
● Research on the causes of cancer is very expensive.
Kanserin nedenleri üzerine araştırmalar çok pahalıdır.
● The scientists are conducting medical research.
Bilim insanları tıbbi bir araştırma yapıyor.
● The researchers were given a budget of $10,000.
Araştırmacılara 10.000 dolarlık bir bütçe verildi.
Synonyms
research, study, inquiry, analysis, investigation
lack
lack (n): eksiklik
lack (v): eksik olmak, yoksun olmak
lacking (adj): eksik
lack of: ...eksikliği
lack in: ...bakımından eksik olmak
laciking in: ...bakımında eksik
Preposition
lack of appetite: iştahsızlık
lack completely: tamamen yoksun olmak
Collocation
● A lack of sleep affected the singer's performance.
Uyku eksikliği, şarkıcının performansını etkiledi.
● What we lack in talent, we make up for with enthusiasm.
Beceri bakımından eksiğimizi coşkuyla telafi ediyoruz.
● He is totally lacking in experience.
Tecrübe bakımından tamamen eksik.
Synonyms
lack, shortage, deficiency, absence, inadequacy, scarcity, shortness, insufficiency
Synonyms
lacking, deficient, absent, short, insufficient, inadequate
3
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
region
region (n): bölge
regional (adj): bölgesel
in a region: bir bölgede
in the region of: aşağı yukarı, civarında, yaklaşık
rural region: kırsal bölge
urban region: kentsel bölge
surrounding region: çevre bölge
abdominal region: karın bölgesi
particular region: belirli bölge
regional government: bölgesel hükümet
regional distribution: bölgesel dağılım
Preposition
Collocation
● Food is still scarce in the region.
Bölgede yemek hala az.
● Rice is grown in rainy regions.
Pirinç yağışlı bölgelerde yetişir.
● The majority of the population supported the regional government.
Nüfusun çoğunluğu bölgesel hükümeti destekledi.
● It will cost something in the region of 500 dolars.
Yaklaşık 500 dolarlık bir fiyata mal olacak.
Synonyms
area, region, district, zone
purpose
purpose (n): amaç
on purpose: kasten, bilerek
for the purpose of: ...amacıyla
without purpose: amaçsız
Preposition
main purpose: temel amaç
original purpose: asıl amaç
research purpose: araştırma amacı
Collocation
● Atomic energy can be utilized for peaceful purposes.
Atom enerjisi, barışçıl amaçlar için kullanılabilir.
● He bought the land for the purpose of building a house on it.
Araziyi üzerine bir ev inşa etmek amacıyla aldı.
● Jack broke his mother's valuable vase, but he didn't do it on purpose, so she wasn't angry.
Jack annesinin değerli vazosunu kırdı, ama bunu bilerek yapmadı, o yüzden sinirlenmedi.
● It is better to remain silent, than to talk without purpose.
Sessiz kalmak amaçsız konuşmaktan daha iyidir.
Synonyms
purpose, aim, goal, target, intention, ambition, objective, aspiration
www.remzihoca.com
4
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
maintain
maintain (v): devam ettirmek | bakım yapmak | ifade etmek
maintenance (n): bakım | nafaka
in maintenance: bakımda
Preposition
maintain peace: barışı devam ettirmek
maintain control: kontrolü sağlamak
maintain health: sağlığı korumak
maintain family: aileye bakmak
carry out maintenance: bakım yapmak
annual maintenance: yıllık bakım
pay maintenance: nafaka ödemek
Collocation
● He has to maintain a large family on a small salary.
Küçük bir maaşla büyük bir aile bakması gerekiyor.
● The smoke alarm has never been maintained.
Duman alarmına hiç bakım yapılmadı.
● He maintains that all occupations should be open to women.
Tüm mesleklerin kadınlara açık olması gerektiğini iddia ediyor.
“iddia etmek” anlamında kullanıldığında sonrasında “that SVO” gelebilir.
● The accused maintained his innocence.
Sanık masum olduğunu iddia etti.
● The website was down for maintenance.
Bakımdan dolayı internet sitesi kapalıydı.
improve
improve (v): gelişmek
improvement (n): gelişme
on the improve: gelişmekte
improvement in: ...da gelişme
Preposition
improve rapidly: hızla gelişmek
improve dramatically: çarpıcı biçimde geliştirmek
remarkable improvement: dikkate değer gelişme
show improvement: gelişme göstermek
noticeable improvement: göze çarpan gelişme
Collocation
● Practice is the best way to improve your English.
Pratik, İngilizcenizi geliştirmenin en iyi yoludur.
● Improvements in technology helped them succeed.
Teknolojideki gelişmeler onların başarılı olmalarına yardımcı oldu.
Synonyms
improve, enhance, upgrade, better, amend
Synonyms
improvement, advance, progress, enhancement, amendment
5
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
allow
allow (v): izin vermek | olanak sağlamak, mümkün kılmak
allow time: zaman tanımak
allow access: erişimine izin vermek
Collocation
Not: Allow, infinitive (to V1) ile kullanılabilen bir fiildir.
allow sb to do sth: birinin bir şey yapmasına izin vermek / olanak sağlamak
● Her higher salary will allow her to live comfortably.
Maaşının yüksek olması rahatça yaşamasına olanak sağlayacak.
● Minors aren't allowed to enter.
Küçüklerin girmesine izin verilmemektedir.
● Her father didn't allow her to go to movies alone.
Babası yalnız sinemaya gitmesine izin vermedi.
Synonyms
(izin vermek): allow, permit, let
Synonyms
(olanak sağlamak): allow, enable, permit
expose
expose (v): ortaya çıkarmak, maruz bırakmak
exposure (n): maruz kalma
exposed (adj): maruz kalmış
overexposure (n): aşırı maruz kalma
expose sth to sth: bir şeyi bir şeye maruz bırakmak
to be exposed to sth: bir şeye maruz kalmış
exposure to sth: bir şeye maruz kalma
overexposure to sth: bir şeye aşırı maruz kalma
Preposition
expose truth: gerçeği ortaya çıkarmak,
expose corruption: yolsuzluğu açığa çıkarma
chemical exposure: kimyasala maruz kalma
brief exposure: kısa bir süre maruz kalma
avoid overexposure: aşırı maruz kalmaktan kaçınmak
Collocation
● Don't expose your skin to the sun for too long.
Cildinizi güneşe uzun süre maruz bırakmayın.
● Embarrassing details of their private life were exposed to the public.
Özel yaşamı ile ilgili utanç verici detaylar halka açıklandı.
● The inhabitants have been exposed to radioactive rays.
Sakinler radyoaksitf ışınlara maruz kalmış durumda.
● Mercury exposure has been linked to several types of cancer.
Civaya maruz kalma birçok kanser türüyle ilişkilendirilmiştir.
● Overexposure to ultra-violet rays from the sun can lead to skin cancer.
Güneşten gelen ultraviyole ışınlarına aşırı maruz kalmak cilt kanserine neden olabilir.
www.remzihoca.com
6
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
component
component (n): bileşen, parça
chemical component: kimyasal bileşen
integral component: ayrılmaz bileşen
common component: ortak bileşen
key component: önemli bileşen
genetic component: genetik bileşen
Collocation
● The components of this equipment are easily replaceable.
Bu ekipmanın bileşenleri kolayca değiştirilebilir.
cause
cause (n): sebep
cause (v): sebep olmak
cause of: ...nın sebebi
caused by: ...dan kaynaklanmak
Preposition
cause of death: ölüm sebebi
determine cause: sebebini belirlemek
cause trouble: soruna sebep olmak
cause pain: ağrıya sebep olmak
cause pollution: kirliliğe sebep olmak
Collocation
● A lot of human deaths are caused by smoking cigarettes.
Birçok insan ölümü, sigara içmekten kaynaklanmaktadır.
● Absence of rain caused the plants to die.
Yağmurun olmaması bitkilerin ölmesine sebep oldu.
● Car exhaust causes serious pollution in towns.
Araba egzozları şehirlerde ciddi kirliliğe sebep olur.
● Common causes of stress are work and human relationships.
Stresin yaygın sebepleri, iş ve insan ilişkileridir.
● Drinking alcohol during pregnancy can cause birth defects.
Hamilelikte alkol içmek, doğum kusurlarına sebep olabilir.
Synonyms
(n): cause, reason, grounds, motive, motivation, justification
Synonyms
(v): cause, lead to, bring about, result in, induce, give rise to
almost
almost (adv): neredeyse, yaklaşık, hemen hemen
7
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
almost extinct: neredeyse nesli tükenmiş
almost never: neredeyse hiçbir zaman/asla
almost completely: neredeyse tamamen
almost the same: neredeyse aynı
almost inevitable: neredeyse kaçınılmaz
almost half: neredeyse yarısı
almost forget: neredeyse unutmak
Collocation
● Almost all of the passenger in the bus were asleep when the accident happened.
Kaza meydana geldiğinde otobüsteki yolcuların neredeyse hepsi uyuyordu.
● By the time my father retires, he will have worked for almost thirty years.
Babam emekli olduğunda, neredeyse otuz yıl çalışmış olacak.
● It is almost impossible to learn a foreign language in a short time.
Yabancı bir dili kısa bir sürede öğrenmek neredeyse imkansızdır.
Synonyms
almost, nearly, virtually, practically
invention
invent (v): icat etmek | uydurmak
invention (n): icat, buluş
inventor (n): mucit
invent a machine: bir makine icat etmek
invent an excuse: bir mazeret uydurmak
come up with an invention: bir icat bulmak
Collocation
● Edison invented the electric lamp.
Edison elektrikli lambayı icat etti.
● No one know who invented the wheel.
Tekerleği kimin icat ettiğimi hiç kimse bilmiyor.
● Necessity is the mother of invention.
İhtiyaçlar icatların anasıdır.
● Language is one of the most important invention of mankind.
Dil, insanlığın en önemli icatlarından biridir.
● Douglas Engelbart is the inventor of the computer mouse.
Douglas Engelbart, bilgisayar faresinin mucididir.
production
produce (v): üretmek
product (n): ürün
production (n): üretim
producer (n): üretici
productive (adj): üretken
www.remzihoca.com
8
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
produce light: ışık üretmek
produce energy: enerji üretmek
produce solution: çözüm üretmek
waste product: atık ürün
commercial product: ticari ürün
mass production: seri üretim
Collocation
● Anyone can produce salt from seawater with a simple experiment.
Herkes basit bir deneyle deniz suyundan tuz üretebilir.
● The factory produces thousands of bottles every month.
Fabrika her ay binlerce şişe üretiyor.
● Cheese and butter are products made from milk.
Peynir ve tereyağı sütten yapılmış ürünlerdir.
● China is the world's leading producer of rice.
Çin, dünyanın önde gelen pirinç üreticisidir.
● Prices will go down if production increases.
Üretim artarsa fiyatlar düşecektir.
● Uranium is used in the production of nuclear power.
Uranyum nükleer enerji üretiminde kullanılır.
● The author is seventy, but he's no less productive than he was twenty years ago.
Yazar yetmiş yaşında, ancak yirmi yıl önce olduğundan daha az üretken değil.
experiment
experiment (n): deney
experiment (v): deney yapmak
experimental (adj): deneysel
experiment on: ...üzerinde deney (yapmak)
experiment with: ...ile deney (yapmak)
Preposition
carry out experiment: deney yapmak
conduct experiment: deney yapmak
scientific experiment: bilimsel deney
the result of the experiment: deneyin sonucu
experimental research: deneysel araştırma
experimental work: deneysel çalışma
Collocation
● He is carrying out experiments in his laboratory.
Laboratuvarında deneyler yapıyor.
● The experiment ended in failure.
Deney başarısızlıkla sonuçlandı.
● Pasteur experimented with bacteria.
Pasteur bakterilerle deney yaptı.
He carried out an experimental work on colour discrimination in dogs.
Köpeklerde renk ayırt etme üzerine deneysel bir çalışma yaptı.
9
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
pollution
pollute (v): kirletmek
pollution (n): kirlilik
pollutant (n): kirletici (madde)
polluted (adj) kirli, kirletilmiş
pollute environment: çevreyi kirletmek
pollute air/water/atmosphere etc: havayı/suyu/atmosferi vs kirletmek
air/water etc pollution: hava/su vs kirliliği
create pollution: kirlilik yaratmak
combat pollution: kirlilik ile mücadele etmek
environmental pollution: çevre kirliliği
hazardous pollutant: tehlikeli kirletici
emit/release pollutant: kirletici yaymak
polluted water: kirli su
heavily polluted: aşırı kirletilmiş
Collocation
● Sewage often pollutes the water sources.
Kanalizasyon genellikle su kaynaklarını kirletir.
● Environmental pollution is causing abnormal weather conditions.
Çevre kirliliği anormal hava şartlarına sebep oluyor.
● This river is so polluted that fish can no longer live in it.
Bu nehir o kadar kirli ki balıklar artık içinde yaşayamıyor.
● Diesel-powered cars emit less pollutants than gasoline-powered ones.
Dizelle çalışan araçlar, benzinli olanlardan daha az kirletici madde yayar.
Synonyms
pollute, contaminate
Synonyms
pollution, contamination
Synonyms
polluted, contaminated
emit
emit (v): (gaz, ısı, ışık vb.) yaymak
emission (n): emisyon, (gaz, ısı, ışık vb.) yayma, salınım
emit radiation: radyasyon yaymak
emit smoke/fumes: duman çıkarmak/yaymak
emit light: ışık yaymak
emit heat: ısı yaymak
emit noise: gürültü çıkarmak, ses yaymak
reduce emission: salınımı azaltmak
greenhouse gas emission: sera gazı salınımı
Collocation
● Lightbulbs emit heat.
Ampuller ısı yayar.
● The radioactivity of a material refers to the rate at which it emits radiation.
Bir materyalin radyoaktivitesi, radyasyon yayma oranı demektir.
www.remzihoca.com
10
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
● Global warming is directly related to carbon dioxide emissions.
Küresel ısınma, doğrudan karbondioksit salınımları ile bağlantılıdır.
Synonyms
emit, give off, release, send out, send off
observation
observe (v): gözlemek
observation (n): gözlem
observer (n): gözlemci
under observation: gözlem altında
observation of: ... gözlemi
Preposition
observe galaxy: galaksiyi gözlemek
observe the rules: kurallara uymak
make observation: gözlem yapmak
keen observation: keskin gözlem
close observation: yakın gözlem
send observer: gözlemci göndermek
Collocation
● The change is too small to be observed.
Değişim gözlenemeyecek kadar küçüktü.
● The students observed as the teacher demonstrated the science experiment.
Öğretmen bilimsel deneyi gösterirken öğrenciler gözlediler.
● Science is based on very careful observations.
Bilim çok dikkatli gözlemlere dayanır.
● The fact was apparent to most of the observers.
Gerçek çoğu gözlemci için barizdi.
environment
environment (n): çevre | ortam
environmental (adj): çevresel
pollute environment: çevreyi kirletmek
preserve environment: çevreyi korumak
hostile environment: uygun olmayan/düşmanca ortam
environmental consciousness: çevre bilinci
environment threat: çevresel tehdit
environmental pollution: çevre kirliliği
Collocation
● We must create a safe environment for our children.
Çocuklarımız için güvenli bir ortam yaratmalıyız.
● Young animals adapt quickly to a new environment.
Yavru hayvanlar yeni bir ortama çabucak adapte olur.
● Environmental pollution is causing abnormal weather conditions.
Çevre kirliliği anormal hava koşullarına neden oluyor.
11
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
predict
predict (v): tahmin etmek
prediction (n): tahmin
predictable (adj): tahmin edilebilir
unpredictable (adj): tahmin edilemez
predict weather: hava tahmini yapmak
predict future: geleceği tahmin etmek
predict earthquake: depremi tahmin etmek
accurate prediction: doğru tahmin
make prediction: tahminde bulunmak
entirely predictable: tamamen tahmin edilebilir
Collocation
● It's hard to predict what the weather will be like tomorrow.
Yarın hava nasıl olacağını tahmin etmek zor.
● The day will soon come when we will be able to predict earthquakes.
Depremleri önceden tahmin edebileceğimiz gün yakında gelecek.
● I can provide you with some statistical predictions of expected revenues.
Size beklenen gelirlerle ilgili istatistiksel tahminler sağlayabilirim.
● The result of the experiment was entirely predictable.
Deneyin sonuçları tamamen tahmin edilebilirdi.
diversity
diverse (adj): çeşitli
diversity (n): çeşitlilik
racially diverse: ırksal olacak çeşitli
diverse population: çeşitli nüfus
biological diversity: biyolojik çeşitlilik
genetic diversity: genetik çeşitlilik
preserve diversity: çeşitliliği korumak
Collocation
● Papua New Guinea is the world's most linguistically diverse country.
Papua Yeni Gine, dünyanın dil bakımından en çeşitli ülkesidir.
● Biological diversity continues to decline each year.
Biyoçeşitlilik her yıl azalmaya devam ediyor.
● Existing legislation does not take diversity of races into account.
Mevcut mevzuat, ırk çeşitliliğini dikkate almamaktadır.
species
species (n): tür (canlı)
www.remzihoca.com
12
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
plant species: bitki türleri
animal species: hayvan türleri
vulnerable species: hassas türler (nesli tükenme konusunda)
threatened species: tehdit altındaki türler (nesli tükenme konusunda)
endangered species: nesli tükenmekte olan türler
extinct species: nesli tükenmiş türler
Collocation
● Not all species of spiders are poisonous.
Bütün örümcek türleri zehirli değildir.
● Environmental changes gave rise to new species.
Çevresel değişiklikler yeni türler ortaya çıkarıyor.
solid
solid (adj, n): katı | güvenilir, sağlam
solidify (v): katılaşmak
solid matter: katı madde
solid evidence: güvenilir/somut kanıt
Collocation
● He hasn't been able to eat solid food since the operation.
Ameliyattan beri katı gıda yiyemiyor.
● Ice is the solid form of water.
Buz suyun katı halidir.
artificial
artificial (adj): yapay
artificially (adv): yapay olarak
artificial intelligence: yapay zeka
artificial satellite: yapay uydu
artificial fertilizer: yapay gübre
artificial lake: yapay göl
artificial leather: yapay deri
artificial light: yapay ışık
produce artificially: yapay olarak üretmek
Collocation
● Today a large number of artificial satellites are revolving around the Earth.
Bugün çok sayıda yapay uydu dünya etrafında dönüyor.
● Artificial silk tends to cost far less than real silk.
Yapay ipek gerçek ipeğe göre çok daha az maliyetlidir.
● Irrigation is the process of artificially moving water to soil.
Sulama yapay olarak suyun toprağa taşınması işlemidir.
Antonym: natural X artificial
13
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
die out
die out (pv): yok olmak
species may die out: türlerin nesli tükenebilir
custom/tradition may die out: bir gelenek kaybolabilir
Collocation
● Dinosaurs died out millions of years ago.
Dinozorlar milyonlarca yıl önce yok oldu.
● Most of the old traditions have died out with the passing of time.
Eski geleneklerin çoğu zaman geçtikçe yok oldu.
come up with
come up with (pv): (çözüm yolu vs) bulmak
come up with an answer: bir cevap bulmak
come up with a solution: bir çözüm bulmak
come up with an explanation: bir açıklama bulmak
come up with an idea: bir fikir bulmak
come up with an invention: bir icat bulmak
Collocation
● It was impossible to come up with a really satisfactory solution.
Gerçekten tatmin edici bir çözüm bulmak imkansızdı.
● Scientists will come up with new methods of increasing the world's food supply.
Bilim insanları, dünyanın yiyecek tedarikini artırmanın yeni yöntemlerini bulacaklardır.
build up
build up (pv): birikmek
pressure may build up: basınç birikebilir
build up strength: güç toplamak
build up resistance: direnç geliştirmek
Collocation
● Carbohydrates can build up in the cells.
Karbonhidratlar hücrelerde birikebilir.
● As fluid continues to build up in the brain, it increases the pressure inside.
Beyindeki sıvı birikmeye devam ettikçe, içindeki basıncı arttırır.
run out
run out (pv): tükenmek, bitmek
run out of (pv): tüketmek, bitirmek
www.remzihoca.com
14
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
battery may run out: batarya tükenebilir
patience may run out: sabır tükenebilir
run out of time: zamanı bitirmek
run out of supply: kaynağı bitirmek
run out of money: parası bitmek
Collocation
● If you run out of cash, you can fall back on your savings in the bank.
Nakdiniz tükendiğinde, bankadaki birikimlerinize başvurabilirsiniz.
● Having run out of money, I had to return to home.
Param bittiğinde eve geri dönmek zorunda kaldım.
● We will inevitably run out of oil, coal and natural gas.
Kaçınılmaz olarak petrol, kömür ve doğal gazı tüketeceğiz.
● Fossil fuels will eventually run out.
Fosil yakıtlar sonunda tükenecek.
Synonyms
run out, run out of, use up, deplete, drain
lead to
lead to (pv): yol açmak, sebep olmak
lead to death: ölüme sebep olmak
lead to disaster: felakete neden olmak
lead to decrease: azalmaya yol açmak
lead to extinction: neslinin tükenmesine yol açmak
Collocation
● A chain of events led to the outbreak of the war.
Bir olaylar zinciri savaşın patlak vermesine neden oldu.
● Reckless driving will lead to an accident.
Dikkatsiz sürüş bir kazaya neden olacaktır.
● The slightest mistake may lead to a fatal disaster.
En ufak bir hata ölümcül bir felakete yol açabilir.
Synonyms
(v): cause, lead to, bring about, result in, induce, give rise to
resource
resource (n): kaynak
natural resources: doğal kaynaklar
raw resources: ham kaynaklar
deplete resource: kaynağı tüketmek
finite resource: sınırlı kaynak
abundant resource: bol kaynak
adequate resource: yeterli kaynak
renewable resource: yenilenebilir kaynak
provide resource: kaynak sağlamak
Collocation
15
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
● Some countries suffer from "the curse of natural resources."
Bazı ülkeler “doğal kaynakların laneti” nden muzdariptir.
● The country is rich in natural resources.
Ülke doğal kaynaklar bakımından zengindir.
● One of the main causes of scarcity is poor distribution of resources.
Kıtlığın temel sebeplerinden biri kaynakların kötü dağılımıdır.
determine
determine (v): belirlemek, karar vermek
determination (n): kararlılık, karar
determined (adj): kararlı
determine outcome: sonucu belirlemek
determine precisely: tam olarak belirlemek
determine future: geleceği belirlemek
determined effort: kararlı çaba
have determination: kararlı olmak
Collocation
● The doctors couldn't determine the cause of death.
Doktorlar ölüm sebebini belirleyemedi.
● The lives of most people are determined by their environment.
Çoğu insanın hayatı, çevreleri tarafından belirlenir.
● I am determined to give up smoking.
Sigarayı bırakmaya kararlıyım.
● No matter what happens, my determination won't change.
Ne olursa olsun kararlılığım değişmeyecek.
sustain
sustain (v): sürdürmek
sustainable (adj): sürdürülebilir
unsustainable (adj): sürdürülemez
sustain growth: büyümeyi sürdürmek
sustain life: hayatı sürdürmek
sustainable energy sources: sürdürülebilir enerji kaynakları
sustainable economy: sürdürülebilir ekonomi
sustainable production: sürdürülebilir üretim
sustainable development: sürdürülebilir gelişme
● We need food and water in order to sustain life.
Yaşamı sürdürmek için suya ve yiyeceğe ihtiyacımız var.
● The sun is one of the most commonly used sustainable energy sources.
Güneş, en yaygın kullanılan sürdürülebilir enerji kaynaklarından biridir.
● Life on Earth will become unsustainable unless population growth is held in check.
Nüfus artışı kontrol altında tutulmadıkça, Dünya üzerindeki yaşam sürdürülemez hale
gelecektir.
www.remzihoca.com
16
Collocation
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
disaster
disaster (n): felaket
disastrous (adj): feci
natural disaster: doğal felaket
disaster zone: felaket bölgesi
prevent disaster: felaketi önlemek
survive disaster: felaketten sağ kurtulmak
disaster relief: afet yardımı
disastrous failure: feci başarısızlık
disastrous result: feci sonuç
disastrous impact: feci etki
Collocation
● Events that occur in unpopulated areas are not considered disasters.
Nüfus olmayan alanlarda meydana gelen olaylar felaket sayılmaz.
● The earthquake was the greatest disaster the country had ever experienced.
Deprem, ülkenin yaşadığı en büyük felaketti.
● The use of military force by either country would prove disastrous.
Her iki ülke tarafından da askeri gücün kullanılması felaket olur.
Synonyms
disaster, catastrophe, calamity
Types of Disasters
earthquake (n): deprem
storm (n): fırtına
flood (n): sel
avalanche (n): çığ
lanslide (n): toprak kayması
drought (n): kuraklık
famine (n): kıtlık
tornado (n): hortum
hurricane (n): kasırga
hazard
hazard (n): tehlike
hazardous (adj): tehlikeli
hazardous for: ...için tehlikeli
hazardous to: ...için tehlikeli
Preposition
fire hazard: yangın tehlikesi
serious hazard: ciddi tehlike
pose a hazard: bir tehlike teşkil etmek
environmental hazard: çevresel tehlike
hazardous chemical: tehlikeli kimyasal
potentially hazardous: potansiyel olarak tehlikeli
hazardous journey: tehlikeli yolculuk
17
Collocation
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
● Nuclear waste disposal has tremendous health hazards associated with it.
Nükleer atık imhasının onunla ilişkili çok büyük sağlık tehlikeleri vardır.
● The nuclear reactor has a lot of hazardous waste.
Nükleer reaktörün birçok tehlikeli atığı vardır.
contamination
contaminate (v): kirletmek
contamination (n): kirlilik
contaminated (adj): kirli, kirletilmiş
contaminated with: ...ile kirlenmiş
Preposition
contaminate water: suyu kirletmek
contaminated soil: kirletilmiş toprak
heavily contaminated: aşırı kirletilmiş
chemical contamination: kimyasal kirlilik
pesticide contamination: haşere ilacı kirliliği
Collocation
● Food poisoning is an illness caused by eating contaminated food.
Gıda zehirlenmesi, kirlenmiş yiyecekleri yemekten kaynaklanan bir hastalıktır.
● People are suffering from the contamination of the water supply.
İnsanlar su kaynağının kirlenmesinden muzdariptir.
● Salmonella contaminates an egg when the egg is passed through the hen’s ovaries.
Salmonella, yumurta tavukların yumurtalıklarından geçerken yumurtayı kirletir.
transform
transform (v): dönüşmek, değişmek
transformation (n): dönüşüm, değişim
transform into: ...ya dönüşmek
transform from sth into sth: bir şeyden bir şeye dönüşmek
transformation into: ...ya dönüşüm
transformation from sth into sth: bir şeyden bir şeye dönüşüm
Preposition
transform radically: kökten değişmek
transform industry: endüstriyi değiştirmek
transform system: sistemi değiştirmek
cultural transformation: kültürel değişim
undergo transformation: dönüşüm geçirmek
Collocation
● The Internet has transformed the way people communicate.
İnternet, insanların iletişim şeklini değiştirdi.
● Our body transforms calories into energy.
Vücudumuz kalorileri enerjiye dönüştürür.
● Digital transformation is the integration of digital technology into all areas of a business.
Dijital dönüşüm, dijital teknolojinin bir işletmenin tüm alanlarına entegre edilmesidir.
www.remzihoca.com
18
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
layer
layer (n): tabaka, katman
layered (adj): katmanlı
layer of: ...tabakası
in layers: kat kar
under/beneath a layer: bir tabakanın altında
Preposition
ozone layer: ozon tabakası
outer layer: dış tabaka
thin layer: ince tabaka
thick layer: kalın tabaka
protective layer: koruyucu tabaka
Collocation
● The atmosphere of the Earth consists of a number of layers, each with its own distinct properties.
Dünyanın atmosferi, her biri kendine özgü özelliklere sahip olan birkaç katmandan oluşur.
● We need the ozone layer because it protects us from the sun’s ultraviolet rays.
Ozon tabakasına ihtiyacımız var, çünkü bizi güneşin morötesi ışınlarından koruyor.
● The flood deposited a layer of mud.
Sel bir çamur tabakası bıraktı.
● To stay warm in winter, dress in layers.
Kışın sıcak kalmak için kat kat giyinin.
adjust
adjust (v): ayarlamak | uyum sağlamak
adjustment (n): ayarlama, ufak değişiklik | uyum
adjustable (adj): ayarlanabilir
adjust to: ...ya uyum sağlamak
Preposition
adjust size: boyutu ayarlamak
adjust voltage: voltajı ayarlamak
fine adjustment: ince ayar
structural adjustment: yapısal ayarlama
Collocation
● Give me five minutes to finish the last adjustments.
Son ayarlamaları bitirmek için bana beş dakika ver.
● It took my eyes a moment to adjust to the darkness.
Gözlerimin karanlığa alışması biraz zaman aldı.
● He sat in the driver's seat and adjusted the rearview mirror.
Sürücü koltuğuna oturdu ve dikiz aynasını ayarladı.
● Though belts are adjustable in size, the adjustment is limited.
Kemerlerin ölçüleri ayarlanabilir olmasına rağmen, ayarlama sınırlıdır.
19
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
discover
discover (v): keşfetmek, bulmak
discovery (n): keşif
discover accidentally: kazara keşfetmek
discover error: hata bulmak
sicentific discovery: bilimsel keşif
make a discovery: keşifte bulunmak
Collocation
● A German scientist discovered X-rays.
X-ışınlarını Alman bir bilim insanı keşfetti.
● His lie got him into trouble when his boss discovered the truth.
Patronu gerçeği keşfettiğinde yalanı onu belaya soktu.
● Louis Pasteur discovered that germs cause most infectious diseases.
Louis Pasteur, mikropların çoğu bulaşıcı hastalığa neden olduğunu keşfetti.
● The discovery of the magnetic compass spread to Europe from China.
Manyetik pusulanın keşfi Çin'den Avrupa'ya yayıldı.
● The discovery of electricity gave birth to an innumerable number of inventions.
Elektriğin keşfi sayısız icat doğurdu.
obvious
obvious (adj): bariz, açık, net
obviously (adv): bariz, açık, net bir şekilde
obvious difference: bariz fark
obvious similarity: bariz benzerlik
obviously related: bariz bir şekilde ilişkili
obviously true: bariz bir şekilde doğru
Collocation
● It was obvious that he was lying.
Yalan söyledi barizdi.
● Jack is mad because Mike obviously does not intend to return the money.
Jack çok kızdı çünkü Mike açıkça parayı geri verme niyetinde değil.
hardly
hardly (adv): neredeyse hiç, zar zor
barely (adv): neredeyse hiç, zar zor
scarcely (adv): neredeyse hiç, zar zor
Not: hardly, barely scarcely zarfları eş anlamlıdır ve şekil olarak olumlu görünmelerine rağmen
olumsuz bir anlamları vardır. Daima olumlu cümlede kullanılır ama cümle olumsuz çevrilir.
www.remzihoca.com
20
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
hardly ever: neredeyse asla
remember hardly: neredeyse hiç hatırlamamak
hardly sufficient: neredeyse hiç yeterli değil
hardly likely: neredeyse hiç olası değil
hardly visible: neredeyse hiç görünmeyen
affect barely: neredeyse hiç etkilememek
breathe barely: zar zor nefes almak
scarcely distinguishable: zar zor ayırt edilebilir
scarcely surprising: neredeyse hiç şaşırtıcı değil
Collocation
● He was so tired that he could hardly walk.
O kadar yorgundu ki neredeyse hiç yürüyemiyordu.
● I have hardly any money left.
Neredeyse hiç param kalmadı.
● After the disaster, there was scarcely any water left on the island.
Felaketten sonra adada neredeyse hiç su kalmadı.
● Because of the heavy fog, we could barely see the road in front of us.
Yoğun sis nedeniyle önümüzdeki yolu neredeyse hiç göremiyorduk.
occur
occur (v): meydana gelmek, olmak
an explosion may occur: bir patlama meydana gelebilir
an earthquake may occur: bir deprem olabilir
an accident may occur: bir kaza olabilir
usually occur: genellikle meydana gelmek
Collocation
● A major earthquake could occur in Istanbul at any moment now.
İstanbul'da her an büyük bir deprem meydana gelebilir.
● As soon as the accident occurred, a police car rushed to the scene.
Kaza meydana gelir gelmez, olay yerine bir polis arabası geldi.
● I will do my best to ensure that such mistakes do not occur in future.
Gelecekte bu tür hataların olmamasını sağlamak için elimden geleni yapacağım.
Synonyms
occur, happen, take place, come about
adverse
adverse (adj): olumsuz
adversely (adv): olumsuz bir şekilde
adverse effect: olumsuz etki
adverse result: olumsuz sonuç
adverse condition: olumsuz (ters) durum
affect adversely: olumsuz etkilemek
respond adversely: olumsuz cevap vermek
react adversely: ters tepki vermek
Collocation
21
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
● Television has adverse effects on small children.
Televizyonun küçük çocuklar üzerinde olumsuz etkileri vardır.
● Some patients may experience an adverse reaction to the anesthesia.
Bazı hastalar anesteziye ters tepki verebilir.
● Litter adversely affects the environment.
Çöp, çevreyi olumsuz yönde etkiler.
carry out
carry out (pv): yerine getirmek, yapmak, uygulamak
carry out experiment: deney yapmak
carry out research: araştırma yapmak
carry out excavation: kazı yapmak
carry out exploration: keşif yapmak
carry out maintenance: bakım yapmak
carry out order: emri yerine getirmek
Collocation
● He has the ability to carry out big plans.
Büyük planlar yürütme yeteneğine sahip.
● Admittedly your plan makes sense, but I still think it will be very hard to carry out.
Kuşkusuz planınız mantıklı, ama yine de gerçekleştirmenin çok zor olacağını düşünüyorum.
● He is carrying out experiments in his laboratory.
Laboratuvarında deneyler yapıyor.
rely on
rely on (pv): bel bağlamak, güvenmek, muhtaç olmak
reliance (n): güvenme, bağımlı olma
reliable (adj): güvenilir
unreliable (adj): güvenilmez
rely on instinct: iç güdüye güvenmek
rely on aid: yardımına bel bağlamak
reliable source: güvenilir kaynak
reliable result: güvenilir sonuç
reliable measure: güvenilir ölçüm
unreliable weather: güvenilmez hava (değişken)
● Plants rely on the soil, water, and the sun for energy.
Bitkiler enerji için toprağa, suya ve güneşe muhtaçtır.
● This organization relies entirely on voluntary donations.
Bu organizasyon tamamen gönüllü bağışlara bel bağlamıştır.
● Jack hardly ever relies on other people for help.
Jack, yardım için diğer insanlara neredeyse hiç güvenmez.
● Increasing reliance on solar energy will save both jobs and lives.
Güneş enerjisine olan bağımlılığı arttırmak, hem iş hem de hayat kurtaracaktır.
www.remzihoca.com
22
Collocation
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
● It seems that our sense of direction is not always reliable.
Yön duygumuz her zaman güvenilir değil gibi görünüyor.
● He's the last person I would ask help from, because he is completely unreliable.
Yardım isteyeceğim son kişi o, çünkü tamamen güvenilmez.
repair
repair (v): tamir etmek
repair (n): tamir
repairable (adj): tamir edilebilir
irreparable (adj): tamir edilemez
under repair: tamiratta
beyond repair: tamir edilemez durumda
Preposition
undergo repair: tamirden geçmek
make repair: tamir yapmak
repair damage: hasarı tamir etmek
repair properly: düzgünce tamir etmek
repairable damage: tamir edilebilir hasar
irreparable harm: onarılamaz zarar
Collocation
● I didn't know how much it would cost to get my car repaired.
Arabamı tamir ettirmenin ne kadara mal olacağını bilmiyordum.
● Since the machine is beyond repair, you can't use it.
Makine tamir edilemez durumda olduğu için, kullanamazsınız.
● The shop will be closed while the air conditioning is under repair.
Klima tamirattayken dükkan kapalı olacak.
● The car received irreparable damage in the accident.
Araba kazada tamir edilemez bir hasar aldı.
● Tempered glass is not repairable but laminated glass is.
Temperli cam tamir edilemez ancak lamine cam edilir.
exceed
exceed (v): aşmak
excess (n): fazlalık
excessive (adj): aşırı
excessively (adv): aşırı şekilde
excess of: ...fazlalığı
in excess: aşırı derecede
to excess: aşırı derecede
in excess of: ...dan daha fazla
Collocation
23
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
exceed speed limit: hız sınırını almak
exceed budget: bütçeyi aşmak
avoid excess: aşırıdan kaçınmak
excessive consumption: aşırı tüketim
excessive expenditure: aşırı harcama
excessive exposure: aşırı maruz kalma
excessive heat: aşırı sıcak
excessively long: aşırı uzun
Collocation
● The population of China has already exceeded 1.3 billion.
Çin'in nüfusu zaten 1.3 milyarı aşmış durumdadır.
● Some soft drinks have very high sugar content and can cause obesity and tooth decay if
consumed to excess.
Bazı alkolsüz içecekler çok yüksek şeker içeriğine sahiptir ve aşırı tüketildiğinde obezite ve
diş çürümesine neden olabilir.
● The load of the truck was in excess of three tons.
Kamyonun yükü üç tondan fazlaydı.
● Excessive supply leads to a drop in prices.
Aşırı arz, fiyatlarda düşüşe yol açar.
● She smokes excessively.
Aşırı derecede sigara içiyor.
concern
concern (n): endişe
concern (v): endişelendirmek | ilgilendirmek
concerned (adj): endişeli | ilgili
concerning (adj): endişe verici
concerning (prep): ...ile ilgili
concern about: ...konuda endişe
concern over: ...konuda endişe
concern for: ...için endişe
concerned with: ...ile ilgili
concerned about: ...konuda endişeli
concerned over: ...konuda endişeli
concerned for: ...için endişeli
Preposition
● News of his death caused great concern throughout the country.
Ölümünün haberi ülke genelinde büyük endişe yarattı.
● This problem concerns all the people living there.
Bu problem orada yaşayan bütün insanları ilgilendiriyor.
● He is concerned about the result of the exam.
Sınavın sonucundan endişeleniyor.
● This book is chiefly concerned with the effects of secondhand smoking.
Bu kitap başlıca pasif sigara içmenin etkileri ile ilgilidir.
● I have received a letter concerning our proposal.
Teklifimiz ile ilgili bir mektup aldım.
www.remzihoca.com
24
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
● The increase in air pollution in urban areas is very concerning.
Kentsel alanlarda hava kirliliğindeki artış çok endişe vericidir.
decline
decline (n): azalma | gerileme, çöküş
decline (v): azalmak | reddetmek | gerilemek
declining (adj): azalan | gerileyen
decline in: ...da düşüş/azalma/gerileme
on the decline: düşüşte
in decline: düşüşte
Preposition
rapid decline: hızlı düşüş
sudden decline: ani düşüş
mental decline: zihinsel çöküş
economic decline: ekonomik gerileme
decline dramatically: önemli ölçüde azalmak
decline politely: kibarca reddetmek
decline offer: teklifi reddetmek
decline gradually: yavaş yavaş azalmak/gerilemek
declining profit: azalan kâr
declining health: gerileyen sağlık
Collocation
● The value of the dollar declines as the rate of inflation rises.
Enflasyon oranı arttıkça doların değeri düşmektedir.
● I had to decline the invitation because I was ill.
Daveti reddetmek zorunda kaldım, çünkü hastaydım.
● His health has declined since the accident.
Kazadan beri sağlığı geriledi.
● Nobody anticipated such a sharp decline in interest rates.
Hiç kimse faiz oranlarında bu kadar ani bir düşüş beklemiyordu.
● Oil consumption is on the decline.
Petrol tüketimi düşüşte.
● The government has failed to halt economic decline.
Hükümet, ekonomik çöküşü durduramadı.
● Declining housing prices are another cause of slow economic growth.
Düşen konut fiyatları yavaş ekonomik büyümenin bir başka nedenidir.
Synonyms
(decline: azalmak): fall, decrease, drop, decline, shrink, diminish, lessen
Synonyms
(decline: reddetmek): refuse, reject, turn down, decline
Synonyms
(decline: gerilemek): deteriorate, fade, weaken, decline, worsen
Synonyms
(decline: azalma): fall, decline, reduction, decrease, drop
25
www.remzihoca.com
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
counterpart
counterpart (n): emsal, muadil, denk
Açıklama: başka bir yerde aynı değerde olan, aynı amacı olan kişi veya eşya
● The female counterpart of a king is a queen.
Bir kralın kadın dengi, bir kraliçedir.
● More expensive calculators will typically have more dedicated functions than cheaper counterparts.
Daha pahalı hesap makineleri genellikle daha ucuz muadillerine göre daha özel işlevlere
sahiptir.
rapid
rapid (adj): hızlı
rapidly (adv): hızlıca
rapid progress: hızlı ilerleme
rapid decline: hızlı düşüş
rapid growth: hızlı büyüme
rapid increase: hızlı artış
spread rapidly: hızla yayılmak
collapse rapidly: hızla çökmek
occur rapidly: hızlıca meydana gelmek
Collocation
● The growth in population is very rapid in developing countries.
Nüfustaki büyüme gelişmekte olan ülkelerde çok hızlıdır.
● A child develops rapidly between the ages of 13 and 16.
Bir çocuk 13 ile 16 yaş arasında hızla gelişir.
claim
claim (v): iddia etmek | talep etmek | can almak
claim (n): iddia | talep
back up claim: iddiayı desteklemek
prove claim: iddiayı kanıtlamak
support claim: iddiayı desteklemek
claim right: hak talep etmek
claim discrimination: ayrımcılık talep etmek
claim responsibility: sorumluluk almak, üstlenmek
claim citizenship: vatandaşlık talep etmek
claim life: can almak
Not: claim “that SVO” alabilen bir kelimedir.
Not: claim infinitive (to V1) ile kullanılabilen bir kelimedir.
● He claims to be a socialist, and yet he has two houses and a Rolls Royce.
Sosyalist olduğunu iddia ediyor, ancak iki evi ve bir Rolls Royce'u var.
● He claimed that he had discovered a new comet.
Yeni bir kuyruklu yıldız keşfettiğini iddia etti.
www.remzihoca.com
26
Collocation
YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST
● The typhoon claimed many lives.
Tayfun birçok can aldı.
● There is no scientific basis for these claims.
Bu iddiaların bilimsel bir temeli yoktur.
● She has a claim on her deceased husband's estate.
Ölen kocasının mülkünde bir talebi var. (onun olduğunu iddia ediyor)
certain
certain (adj): kesin, emin | belli, belirli, bazı
certainly (adv): kesinlikle, elbette
uncertain (adj): belirsiz, karasız
certainty (n): kesinlik
uncertainty (n): belirsizlik
certain about: ...konusunda emin
uncertain about: ...konusunda karasız
with certainty: kesinlikle
almost certain: neredeyse emin
certain amount: belirli miktar
certain distance: belirli mesafe
certain number: belirli sayı
deserve certainly: kesinlikle hak etmek
certainly true: kesinlikle doğru
remember certainly: kesin olarak hatırlamak
uncertain future: belirsiz gelecek
Not: certain “that SVO” alabilen bir sıfattır.
● Death is certain, only the time is uncertain.
Ölüm kesindir, sadece zaman belirsizdir.
● Certain religions are against organ donation.
Bazı dinler organ bağışına karşıdır.
● Governments usually resort to price control when inflation has reached a certain level.
Enflasyon belli bir seviyeye ulaştığında, hükümetler genellikle fiyat kontrolüne başvururlar.
● I'm almost certain that Jack will get into the university of his choice.
Jack'in istediği üniversiteye gireceğinden neredeyse eminim.
● Certainly he is handsome and intelligent, but there is something about him that I can't like.
Kesinlikle yakışıklı ve zeki, ama onun hakkında sevemediğim bir şey var.
● The uncertainty about the weather has had a definite effect upon the Englishman's character.
Hava durumu hakkındaki belirsizliğin İngilizlerin karakteri üzerinde kesin bir etkisi oldu.
3
www.remzihoca.com
YDS DERSLERİ
Çeviri, kelime, okuma çalışmaları ve soru çözüm stratejileri ile
seviyeniz ne olursa olsun sizi YDS’ye eksiksiz hazırlayacak internetin
olduğu her yerden istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz online eğitimler
sunuyoruz.
YÖKDİL DERSLERİ
Sosyal Bilimler, Sağlık Bilimleri ve Fen Bilimleri alanlarına yönelik
çeviri, kelime, okuma çalışmaları ve soru çözüm stratejileri ile
seviyeniz ne olursa olsun sizi YÖKDİL’e eksiksiz hazırlayacak internetin
olduğu her yerden istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz online eğitimler
sunuyoruz.
ÇEVİRİ DERSLERİ
İster sınav için ister akademik kariyeriniz için katılabileceğiniz
Akademik Çeviri Dersleri ile kısa sürede İngilizce'den Türkçe'ye çeviri
bilginizi geliştirebilirsiniz. Çeviri dersleri aracılığıyla çeviri bilginizin
yanı sıra hem okuma-yazma becerinizi hem de kelime bilginizi ileri
seviyeye taşıyabilirsiniz.
KİTAPLAR
YDS ve YÖKDİL’e yönelik titizlikle hazırladığımız kitaplarımızı, internete
erişiminizin olmadığı zamanlarda YDS ve YÖKDİL sınavlarına eksiksiz
hazırlanmak için rehber olarak kullanabilirsiniz.
ONLINE UYGULAMALAR
İnternete bağlanabilen tüm cihazlarda rahatça kullanabileceğiniz
İngilizce öğrenme uygulamalarımızla, öğrenmeyi hem zevkli hale
getiriyor hem de bireyselleştiriyoruz. Üstelik tüm uygulamalarımızı
online derslere katılan kullanıcılara ücretsiz sunuyoruz.
Rh Pozitif Yayıncılık Danışmanlık ve Eğitim, Öğretim Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti.
Ertuğrulgazi Mahallesi Ceylanbeyli Sk. No:29 Pk:26140 Tepebaşı | Eskişehir
0(850) 532 74 74 |
0(532) 365 01 08
iletisim@remzihoca.com
www.remzihoca.com
Download