a A VITAL WORDS YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST extinct extinct (n): nesli tükenmiş | sönmüş (yanardağ) extinction (n): nesli tükenme extinct species: nesli tükenmiş türler go extinct: nesli tükenmek almost extinct: neredeyse nesli tükenmiş extinct volcano: sönmüş yanardağ mass extinction: toplu yok oluş Collocation ● Dinosaurs went extinct a very long time ago. Dinozorların nesli çok uzun zaman önce tükendi. ● Once a species goes extinct, it's gone forever. Bir türün nesli tükendiğinde sonsuza dek kaybolur. ● Some wild animals are on the verge of extinction. Bazı vahşi hayvanların nesli tükenmenin eşiğindedir.v evidence evidence (n): kanıt, delil evidence for: ...için kanıt evidence against: ...nın aleyhine kanıt Preposition look for evidence: kanıt aramak come up with evidence: kanıt bulmak gather evidence: kanıt toplamak conclusive evidence: kesin kanıt destroy evidence: kanıtı yok etmek Collocation ● I can't find any evidence to support your accusation. Suçlamanı destekleyecek hiç kanıt bulamıyorum. ● There was no conclusive evidence against him. Onun aleyhine hiç kesin kanıt yoktu. Evidence, that SVO alabilen bir isimdir. evidence that SVO: ...olduğuna dair kanıtı ● He has found the evidence that bees can communicate with each other. Arıların birbiriyle iletişim kurabildiğine dair kanıt buldu. Synonyms evidence = proof www.remzihoca.com 2 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST research research (n): araştırma researcher (n): araştırmacı research into: ...hakkında araştırma research on: ...üzerine araştırma Preposition carry out research: araştırma yapmak conduct research: araştırma yapmak previous research: önceki araştırmalar subsequent research: sonraki araştırmalar Collocation ● Research on the causes of cancer is very expensive. Kanserin nedenleri üzerine araştırmalar çok pahalıdır. ● The scientists are conducting medical research. Bilim insanları tıbbi bir araştırma yapıyor. ● The researchers were given a budget of $10,000. Araştırmacılara 10.000 dolarlık bir bütçe verildi. Synonyms research, study, inquiry, analysis, investigation lack lack (n): eksiklik lack (v): eksik olmak, yoksun olmak lacking (adj): eksik lack of: ...eksikliği lack in: ...bakımından eksik olmak laciking in: ...bakımında eksik Preposition lack of appetite: iştahsızlık lack completely: tamamen yoksun olmak Collocation ● A lack of sleep affected the singer's performance. Uyku eksikliği, şarkıcının performansını etkiledi. ● What we lack in talent, we make up for with enthusiasm. Beceri bakımından eksiğimizi coşkuyla telafi ediyoruz. ● He is totally lacking in experience. Tecrübe bakımından tamamen eksik. Synonyms lack, shortage, deficiency, absence, inadequacy, scarcity, shortness, insufficiency Synonyms lacking, deficient, absent, short, insufficient, inadequate 3 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST region region (n): bölge regional (adj): bölgesel in a region: bir bölgede in the region of: aşağı yukarı, civarında, yaklaşık rural region: kırsal bölge urban region: kentsel bölge surrounding region: çevre bölge abdominal region: karın bölgesi particular region: belirli bölge regional government: bölgesel hükümet regional distribution: bölgesel dağılım Preposition Collocation ● Food is still scarce in the region. Bölgede yemek hala az. ● Rice is grown in rainy regions. Pirinç yağışlı bölgelerde yetişir. ● The majority of the population supported the regional government. Nüfusun çoğunluğu bölgesel hükümeti destekledi. ● It will cost something in the region of 500 dolars. Yaklaşık 500 dolarlık bir fiyata mal olacak. Synonyms area, region, district, zone purpose purpose (n): amaç on purpose: kasten, bilerek for the purpose of: ...amacıyla without purpose: amaçsız Preposition main purpose: temel amaç original purpose: asıl amaç research purpose: araştırma amacı Collocation ● Atomic energy can be utilized for peaceful purposes. Atom enerjisi, barışçıl amaçlar için kullanılabilir. ● He bought the land for the purpose of building a house on it. Araziyi üzerine bir ev inşa etmek amacıyla aldı. ● Jack broke his mother's valuable vase, but he didn't do it on purpose, so she wasn't angry. Jack annesinin değerli vazosunu kırdı, ama bunu bilerek yapmadı, o yüzden sinirlenmedi. ● It is better to remain silent, than to talk without purpose. Sessiz kalmak amaçsız konuşmaktan daha iyidir. Synonyms purpose, aim, goal, target, intention, ambition, objective, aspiration www.remzihoca.com 4 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST maintain maintain (v): devam ettirmek | bakım yapmak | ifade etmek maintenance (n): bakım | nafaka in maintenance: bakımda Preposition maintain peace: barışı devam ettirmek maintain control: kontrolü sağlamak maintain health: sağlığı korumak maintain family: aileye bakmak carry out maintenance: bakım yapmak annual maintenance: yıllık bakım pay maintenance: nafaka ödemek Collocation ● He has to maintain a large family on a small salary. Küçük bir maaşla büyük bir aile bakması gerekiyor. ● The smoke alarm has never been maintained. Duman alarmına hiç bakım yapılmadı. ● He maintains that all occupations should be open to women. Tüm mesleklerin kadınlara açık olması gerektiğini iddia ediyor. “iddia etmek” anlamında kullanıldığında sonrasında “that SVO” gelebilir. ● The accused maintained his innocence. Sanık masum olduğunu iddia etti. ● The website was down for maintenance. Bakımdan dolayı internet sitesi kapalıydı. improve improve (v): gelişmek improvement (n): gelişme on the improve: gelişmekte improvement in: ...da gelişme Preposition improve rapidly: hızla gelişmek improve dramatically: çarpıcı biçimde geliştirmek remarkable improvement: dikkate değer gelişme show improvement: gelişme göstermek noticeable improvement: göze çarpan gelişme Collocation ● Practice is the best way to improve your English. Pratik, İngilizcenizi geliştirmenin en iyi yoludur. ● Improvements in technology helped them succeed. Teknolojideki gelişmeler onların başarılı olmalarına yardımcı oldu. Synonyms improve, enhance, upgrade, better, amend Synonyms improvement, advance, progress, enhancement, amendment 5 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST allow allow (v): izin vermek | olanak sağlamak, mümkün kılmak allow time: zaman tanımak allow access: erişimine izin vermek Collocation Not: Allow, infinitive (to V1) ile kullanılabilen bir fiildir. allow sb to do sth: birinin bir şey yapmasına izin vermek / olanak sağlamak ● Her higher salary will allow her to live comfortably. Maaşının yüksek olması rahatça yaşamasına olanak sağlayacak. ● Minors aren't allowed to enter. Küçüklerin girmesine izin verilmemektedir. ● Her father didn't allow her to go to movies alone. Babası yalnız sinemaya gitmesine izin vermedi. Synonyms (izin vermek): allow, permit, let Synonyms (olanak sağlamak): allow, enable, permit expose expose (v): ortaya çıkarmak, maruz bırakmak exposure (n): maruz kalma exposed (adj): maruz kalmış overexposure (n): aşırı maruz kalma expose sth to sth: bir şeyi bir şeye maruz bırakmak to be exposed to sth: bir şeye maruz kalmış exposure to sth: bir şeye maruz kalma overexposure to sth: bir şeye aşırı maruz kalma Preposition expose truth: gerçeği ortaya çıkarmak, expose corruption: yolsuzluğu açığa çıkarma chemical exposure: kimyasala maruz kalma brief exposure: kısa bir süre maruz kalma avoid overexposure: aşırı maruz kalmaktan kaçınmak Collocation ● Don't expose your skin to the sun for too long. Cildinizi güneşe uzun süre maruz bırakmayın. ● Embarrassing details of their private life were exposed to the public. Özel yaşamı ile ilgili utanç verici detaylar halka açıklandı. ● The inhabitants have been exposed to radioactive rays. Sakinler radyoaksitf ışınlara maruz kalmış durumda. ● Mercury exposure has been linked to several types of cancer. Civaya maruz kalma birçok kanser türüyle ilişkilendirilmiştir. ● Overexposure to ultra-violet rays from the sun can lead to skin cancer. Güneşten gelen ultraviyole ışınlarına aşırı maruz kalmak cilt kanserine neden olabilir. www.remzihoca.com 6 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST component component (n): bileşen, parça chemical component: kimyasal bileşen integral component: ayrılmaz bileşen common component: ortak bileşen key component: önemli bileşen genetic component: genetik bileşen Collocation ● The components of this equipment are easily replaceable. Bu ekipmanın bileşenleri kolayca değiştirilebilir. cause cause (n): sebep cause (v): sebep olmak cause of: ...nın sebebi caused by: ...dan kaynaklanmak Preposition cause of death: ölüm sebebi determine cause: sebebini belirlemek cause trouble: soruna sebep olmak cause pain: ağrıya sebep olmak cause pollution: kirliliğe sebep olmak Collocation ● A lot of human deaths are caused by smoking cigarettes. Birçok insan ölümü, sigara içmekten kaynaklanmaktadır. ● Absence of rain caused the plants to die. Yağmurun olmaması bitkilerin ölmesine sebep oldu. ● Car exhaust causes serious pollution in towns. Araba egzozları şehirlerde ciddi kirliliğe sebep olur. ● Common causes of stress are work and human relationships. Stresin yaygın sebepleri, iş ve insan ilişkileridir. ● Drinking alcohol during pregnancy can cause birth defects. Hamilelikte alkol içmek, doğum kusurlarına sebep olabilir. Synonyms (n): cause, reason, grounds, motive, motivation, justification Synonyms (v): cause, lead to, bring about, result in, induce, give rise to almost almost (adv): neredeyse, yaklaşık, hemen hemen 7 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST almost extinct: neredeyse nesli tükenmiş almost never: neredeyse hiçbir zaman/asla almost completely: neredeyse tamamen almost the same: neredeyse aynı almost inevitable: neredeyse kaçınılmaz almost half: neredeyse yarısı almost forget: neredeyse unutmak Collocation ● Almost all of the passenger in the bus were asleep when the accident happened. Kaza meydana geldiğinde otobüsteki yolcuların neredeyse hepsi uyuyordu. ● By the time my father retires, he will have worked for almost thirty years. Babam emekli olduğunda, neredeyse otuz yıl çalışmış olacak. ● It is almost impossible to learn a foreign language in a short time. Yabancı bir dili kısa bir sürede öğrenmek neredeyse imkansızdır. Synonyms almost, nearly, virtually, practically invention invent (v): icat etmek | uydurmak invention (n): icat, buluş inventor (n): mucit invent a machine: bir makine icat etmek invent an excuse: bir mazeret uydurmak come up with an invention: bir icat bulmak Collocation ● Edison invented the electric lamp. Edison elektrikli lambayı icat etti. ● No one know who invented the wheel. Tekerleği kimin icat ettiğimi hiç kimse bilmiyor. ● Necessity is the mother of invention. İhtiyaçlar icatların anasıdır. ● Language is one of the most important invention of mankind. Dil, insanlığın en önemli icatlarından biridir. ● Douglas Engelbart is the inventor of the computer mouse. Douglas Engelbart, bilgisayar faresinin mucididir. production produce (v): üretmek product (n): ürün production (n): üretim producer (n): üretici productive (adj): üretken www.remzihoca.com 8 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST produce light: ışık üretmek produce energy: enerji üretmek produce solution: çözüm üretmek waste product: atık ürün commercial product: ticari ürün mass production: seri üretim Collocation ● Anyone can produce salt from seawater with a simple experiment. Herkes basit bir deneyle deniz suyundan tuz üretebilir. ● The factory produces thousands of bottles every month. Fabrika her ay binlerce şişe üretiyor. ● Cheese and butter are products made from milk. Peynir ve tereyağı sütten yapılmış ürünlerdir. ● China is the world's leading producer of rice. Çin, dünyanın önde gelen pirinç üreticisidir. ● Prices will go down if production increases. Üretim artarsa fiyatlar düşecektir. ● Uranium is used in the production of nuclear power. Uranyum nükleer enerji üretiminde kullanılır. ● The author is seventy, but he's no less productive than he was twenty years ago. Yazar yetmiş yaşında, ancak yirmi yıl önce olduğundan daha az üretken değil. experiment experiment (n): deney experiment (v): deney yapmak experimental (adj): deneysel experiment on: ...üzerinde deney (yapmak) experiment with: ...ile deney (yapmak) Preposition carry out experiment: deney yapmak conduct experiment: deney yapmak scientific experiment: bilimsel deney the result of the experiment: deneyin sonucu experimental research: deneysel araştırma experimental work: deneysel çalışma Collocation ● He is carrying out experiments in his laboratory. Laboratuvarında deneyler yapıyor. ● The experiment ended in failure. Deney başarısızlıkla sonuçlandı. ● Pasteur experimented with bacteria. Pasteur bakterilerle deney yaptı. He carried out an experimental work on colour discrimination in dogs. Köpeklerde renk ayırt etme üzerine deneysel bir çalışma yaptı. 9 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST pollution pollute (v): kirletmek pollution (n): kirlilik pollutant (n): kirletici (madde) polluted (adj) kirli, kirletilmiş pollute environment: çevreyi kirletmek pollute air/water/atmosphere etc: havayı/suyu/atmosferi vs kirletmek air/water etc pollution: hava/su vs kirliliği create pollution: kirlilik yaratmak combat pollution: kirlilik ile mücadele etmek environmental pollution: çevre kirliliği hazardous pollutant: tehlikeli kirletici emit/release pollutant: kirletici yaymak polluted water: kirli su heavily polluted: aşırı kirletilmiş Collocation ● Sewage often pollutes the water sources. Kanalizasyon genellikle su kaynaklarını kirletir. ● Environmental pollution is causing abnormal weather conditions. Çevre kirliliği anormal hava şartlarına sebep oluyor. ● This river is so polluted that fish can no longer live in it. Bu nehir o kadar kirli ki balıklar artık içinde yaşayamıyor. ● Diesel-powered cars emit less pollutants than gasoline-powered ones. Dizelle çalışan araçlar, benzinli olanlardan daha az kirletici madde yayar. Synonyms pollute, contaminate Synonyms pollution, contamination Synonyms polluted, contaminated emit emit (v): (gaz, ısı, ışık vb.) yaymak emission (n): emisyon, (gaz, ısı, ışık vb.) yayma, salınım emit radiation: radyasyon yaymak emit smoke/fumes: duman çıkarmak/yaymak emit light: ışık yaymak emit heat: ısı yaymak emit noise: gürültü çıkarmak, ses yaymak reduce emission: salınımı azaltmak greenhouse gas emission: sera gazı salınımı Collocation ● Lightbulbs emit heat. Ampuller ısı yayar. ● The radioactivity of a material refers to the rate at which it emits radiation. Bir materyalin radyoaktivitesi, radyasyon yayma oranı demektir. www.remzihoca.com 10 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST ● Global warming is directly related to carbon dioxide emissions. Küresel ısınma, doğrudan karbondioksit salınımları ile bağlantılıdır. Synonyms emit, give off, release, send out, send off observation observe (v): gözlemek observation (n): gözlem observer (n): gözlemci under observation: gözlem altında observation of: ... gözlemi Preposition observe galaxy: galaksiyi gözlemek observe the rules: kurallara uymak make observation: gözlem yapmak keen observation: keskin gözlem close observation: yakın gözlem send observer: gözlemci göndermek Collocation ● The change is too small to be observed. Değişim gözlenemeyecek kadar küçüktü. ● The students observed as the teacher demonstrated the science experiment. Öğretmen bilimsel deneyi gösterirken öğrenciler gözlediler. ● Science is based on very careful observations. Bilim çok dikkatli gözlemlere dayanır. ● The fact was apparent to most of the observers. Gerçek çoğu gözlemci için barizdi. environment environment (n): çevre | ortam environmental (adj): çevresel pollute environment: çevreyi kirletmek preserve environment: çevreyi korumak hostile environment: uygun olmayan/düşmanca ortam environmental consciousness: çevre bilinci environment threat: çevresel tehdit environmental pollution: çevre kirliliği Collocation ● We must create a safe environment for our children. Çocuklarımız için güvenli bir ortam yaratmalıyız. ● Young animals adapt quickly to a new environment. Yavru hayvanlar yeni bir ortama çabucak adapte olur. ● Environmental pollution is causing abnormal weather conditions. Çevre kirliliği anormal hava koşullarına neden oluyor. 11 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST predict predict (v): tahmin etmek prediction (n): tahmin predictable (adj): tahmin edilebilir unpredictable (adj): tahmin edilemez predict weather: hava tahmini yapmak predict future: geleceği tahmin etmek predict earthquake: depremi tahmin etmek accurate prediction: doğru tahmin make prediction: tahminde bulunmak entirely predictable: tamamen tahmin edilebilir Collocation ● It's hard to predict what the weather will be like tomorrow. Yarın hava nasıl olacağını tahmin etmek zor. ● The day will soon come when we will be able to predict earthquakes. Depremleri önceden tahmin edebileceğimiz gün yakında gelecek. ● I can provide you with some statistical predictions of expected revenues. Size beklenen gelirlerle ilgili istatistiksel tahminler sağlayabilirim. ● The result of the experiment was entirely predictable. Deneyin sonuçları tamamen tahmin edilebilirdi. diversity diverse (adj): çeşitli diversity (n): çeşitlilik racially diverse: ırksal olacak çeşitli diverse population: çeşitli nüfus biological diversity: biyolojik çeşitlilik genetic diversity: genetik çeşitlilik preserve diversity: çeşitliliği korumak Collocation ● Papua New Guinea is the world's most linguistically diverse country. Papua Yeni Gine, dünyanın dil bakımından en çeşitli ülkesidir. ● Biological diversity continues to decline each year. Biyoçeşitlilik her yıl azalmaya devam ediyor. ● Existing legislation does not take diversity of races into account. Mevcut mevzuat, ırk çeşitliliğini dikkate almamaktadır. species species (n): tür (canlı) www.remzihoca.com 12 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST plant species: bitki türleri animal species: hayvan türleri vulnerable species: hassas türler (nesli tükenme konusunda) threatened species: tehdit altındaki türler (nesli tükenme konusunda) endangered species: nesli tükenmekte olan türler extinct species: nesli tükenmiş türler Collocation ● Not all species of spiders are poisonous. Bütün örümcek türleri zehirli değildir. ● Environmental changes gave rise to new species. Çevresel değişiklikler yeni türler ortaya çıkarıyor. solid solid (adj, n): katı | güvenilir, sağlam solidify (v): katılaşmak solid matter: katı madde solid evidence: güvenilir/somut kanıt Collocation ● He hasn't been able to eat solid food since the operation. Ameliyattan beri katı gıda yiyemiyor. ● Ice is the solid form of water. Buz suyun katı halidir. artificial artificial (adj): yapay artificially (adv): yapay olarak artificial intelligence: yapay zeka artificial satellite: yapay uydu artificial fertilizer: yapay gübre artificial lake: yapay göl artificial leather: yapay deri artificial light: yapay ışık produce artificially: yapay olarak üretmek Collocation ● Today a large number of artificial satellites are revolving around the Earth. Bugün çok sayıda yapay uydu dünya etrafında dönüyor. ● Artificial silk tends to cost far less than real silk. Yapay ipek gerçek ipeğe göre çok daha az maliyetlidir. ● Irrigation is the process of artificially moving water to soil. Sulama yapay olarak suyun toprağa taşınması işlemidir. Antonym: natural X artificial 13 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST die out die out (pv): yok olmak species may die out: türlerin nesli tükenebilir custom/tradition may die out: bir gelenek kaybolabilir Collocation ● Dinosaurs died out millions of years ago. Dinozorlar milyonlarca yıl önce yok oldu. ● Most of the old traditions have died out with the passing of time. Eski geleneklerin çoğu zaman geçtikçe yok oldu. come up with come up with (pv): (çözüm yolu vs) bulmak come up with an answer: bir cevap bulmak come up with a solution: bir çözüm bulmak come up with an explanation: bir açıklama bulmak come up with an idea: bir fikir bulmak come up with an invention: bir icat bulmak Collocation ● It was impossible to come up with a really satisfactory solution. Gerçekten tatmin edici bir çözüm bulmak imkansızdı. ● Scientists will come up with new methods of increasing the world's food supply. Bilim insanları, dünyanın yiyecek tedarikini artırmanın yeni yöntemlerini bulacaklardır. build up build up (pv): birikmek pressure may build up: basınç birikebilir build up strength: güç toplamak build up resistance: direnç geliştirmek Collocation ● Carbohydrates can build up in the cells. Karbonhidratlar hücrelerde birikebilir. ● As fluid continues to build up in the brain, it increases the pressure inside. Beyindeki sıvı birikmeye devam ettikçe, içindeki basıncı arttırır. run out run out (pv): tükenmek, bitmek run out of (pv): tüketmek, bitirmek www.remzihoca.com 14 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST battery may run out: batarya tükenebilir patience may run out: sabır tükenebilir run out of time: zamanı bitirmek run out of supply: kaynağı bitirmek run out of money: parası bitmek Collocation ● If you run out of cash, you can fall back on your savings in the bank. Nakdiniz tükendiğinde, bankadaki birikimlerinize başvurabilirsiniz. ● Having run out of money, I had to return to home. Param bittiğinde eve geri dönmek zorunda kaldım. ● We will inevitably run out of oil, coal and natural gas. Kaçınılmaz olarak petrol, kömür ve doğal gazı tüketeceğiz. ● Fossil fuels will eventually run out. Fosil yakıtlar sonunda tükenecek. Synonyms run out, run out of, use up, deplete, drain lead to lead to (pv): yol açmak, sebep olmak lead to death: ölüme sebep olmak lead to disaster: felakete neden olmak lead to decrease: azalmaya yol açmak lead to extinction: neslinin tükenmesine yol açmak Collocation ● A chain of events led to the outbreak of the war. Bir olaylar zinciri savaşın patlak vermesine neden oldu. ● Reckless driving will lead to an accident. Dikkatsiz sürüş bir kazaya neden olacaktır. ● The slightest mistake may lead to a fatal disaster. En ufak bir hata ölümcül bir felakete yol açabilir. Synonyms (v): cause, lead to, bring about, result in, induce, give rise to resource resource (n): kaynak natural resources: doğal kaynaklar raw resources: ham kaynaklar deplete resource: kaynağı tüketmek finite resource: sınırlı kaynak abundant resource: bol kaynak adequate resource: yeterli kaynak renewable resource: yenilenebilir kaynak provide resource: kaynak sağlamak Collocation 15 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST ● Some countries suffer from "the curse of natural resources." Bazı ülkeler “doğal kaynakların laneti” nden muzdariptir. ● The country is rich in natural resources. Ülke doğal kaynaklar bakımından zengindir. ● One of the main causes of scarcity is poor distribution of resources. Kıtlığın temel sebeplerinden biri kaynakların kötü dağılımıdır. determine determine (v): belirlemek, karar vermek determination (n): kararlılık, karar determined (adj): kararlı determine outcome: sonucu belirlemek determine precisely: tam olarak belirlemek determine future: geleceği belirlemek determined effort: kararlı çaba have determination: kararlı olmak Collocation ● The doctors couldn't determine the cause of death. Doktorlar ölüm sebebini belirleyemedi. ● The lives of most people are determined by their environment. Çoğu insanın hayatı, çevreleri tarafından belirlenir. ● I am determined to give up smoking. Sigarayı bırakmaya kararlıyım. ● No matter what happens, my determination won't change. Ne olursa olsun kararlılığım değişmeyecek. sustain sustain (v): sürdürmek sustainable (adj): sürdürülebilir unsustainable (adj): sürdürülemez sustain growth: büyümeyi sürdürmek sustain life: hayatı sürdürmek sustainable energy sources: sürdürülebilir enerji kaynakları sustainable economy: sürdürülebilir ekonomi sustainable production: sürdürülebilir üretim sustainable development: sürdürülebilir gelişme ● We need food and water in order to sustain life. Yaşamı sürdürmek için suya ve yiyeceğe ihtiyacımız var. ● The sun is one of the most commonly used sustainable energy sources. Güneş, en yaygın kullanılan sürdürülebilir enerji kaynaklarından biridir. ● Life on Earth will become unsustainable unless population growth is held in check. Nüfus artışı kontrol altında tutulmadıkça, Dünya üzerindeki yaşam sürdürülemez hale gelecektir. www.remzihoca.com 16 Collocation YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST disaster disaster (n): felaket disastrous (adj): feci natural disaster: doğal felaket disaster zone: felaket bölgesi prevent disaster: felaketi önlemek survive disaster: felaketten sağ kurtulmak disaster relief: afet yardımı disastrous failure: feci başarısızlık disastrous result: feci sonuç disastrous impact: feci etki Collocation ● Events that occur in unpopulated areas are not considered disasters. Nüfus olmayan alanlarda meydana gelen olaylar felaket sayılmaz. ● The earthquake was the greatest disaster the country had ever experienced. Deprem, ülkenin yaşadığı en büyük felaketti. ● The use of military force by either country would prove disastrous. Her iki ülke tarafından da askeri gücün kullanılması felaket olur. Synonyms disaster, catastrophe, calamity Types of Disasters earthquake (n): deprem storm (n): fırtına flood (n): sel avalanche (n): çığ lanslide (n): toprak kayması drought (n): kuraklık famine (n): kıtlık tornado (n): hortum hurricane (n): kasırga hazard hazard (n): tehlike hazardous (adj): tehlikeli hazardous for: ...için tehlikeli hazardous to: ...için tehlikeli Preposition fire hazard: yangın tehlikesi serious hazard: ciddi tehlike pose a hazard: bir tehlike teşkil etmek environmental hazard: çevresel tehlike hazardous chemical: tehlikeli kimyasal potentially hazardous: potansiyel olarak tehlikeli hazardous journey: tehlikeli yolculuk 17 Collocation www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST ● Nuclear waste disposal has tremendous health hazards associated with it. Nükleer atık imhasının onunla ilişkili çok büyük sağlık tehlikeleri vardır. ● The nuclear reactor has a lot of hazardous waste. Nükleer reaktörün birçok tehlikeli atığı vardır. contamination contaminate (v): kirletmek contamination (n): kirlilik contaminated (adj): kirli, kirletilmiş contaminated with: ...ile kirlenmiş Preposition contaminate water: suyu kirletmek contaminated soil: kirletilmiş toprak heavily contaminated: aşırı kirletilmiş chemical contamination: kimyasal kirlilik pesticide contamination: haşere ilacı kirliliği Collocation ● Food poisoning is an illness caused by eating contaminated food. Gıda zehirlenmesi, kirlenmiş yiyecekleri yemekten kaynaklanan bir hastalıktır. ● People are suffering from the contamination of the water supply. İnsanlar su kaynağının kirlenmesinden muzdariptir. ● Salmonella contaminates an egg when the egg is passed through the hen’s ovaries. Salmonella, yumurta tavukların yumurtalıklarından geçerken yumurtayı kirletir. transform transform (v): dönüşmek, değişmek transformation (n): dönüşüm, değişim transform into: ...ya dönüşmek transform from sth into sth: bir şeyden bir şeye dönüşmek transformation into: ...ya dönüşüm transformation from sth into sth: bir şeyden bir şeye dönüşüm Preposition transform radically: kökten değişmek transform industry: endüstriyi değiştirmek transform system: sistemi değiştirmek cultural transformation: kültürel değişim undergo transformation: dönüşüm geçirmek Collocation ● The Internet has transformed the way people communicate. İnternet, insanların iletişim şeklini değiştirdi. ● Our body transforms calories into energy. Vücudumuz kalorileri enerjiye dönüştürür. ● Digital transformation is the integration of digital technology into all areas of a business. Dijital dönüşüm, dijital teknolojinin bir işletmenin tüm alanlarına entegre edilmesidir. www.remzihoca.com 18 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST layer layer (n): tabaka, katman layered (adj): katmanlı layer of: ...tabakası in layers: kat kar under/beneath a layer: bir tabakanın altında Preposition ozone layer: ozon tabakası outer layer: dış tabaka thin layer: ince tabaka thick layer: kalın tabaka protective layer: koruyucu tabaka Collocation ● The atmosphere of the Earth consists of a number of layers, each with its own distinct properties. Dünyanın atmosferi, her biri kendine özgü özelliklere sahip olan birkaç katmandan oluşur. ● We need the ozone layer because it protects us from the sun’s ultraviolet rays. Ozon tabakasına ihtiyacımız var, çünkü bizi güneşin morötesi ışınlarından koruyor. ● The flood deposited a layer of mud. Sel bir çamur tabakası bıraktı. ● To stay warm in winter, dress in layers. Kışın sıcak kalmak için kat kat giyinin. adjust adjust (v): ayarlamak | uyum sağlamak adjustment (n): ayarlama, ufak değişiklik | uyum adjustable (adj): ayarlanabilir adjust to: ...ya uyum sağlamak Preposition adjust size: boyutu ayarlamak adjust voltage: voltajı ayarlamak fine adjustment: ince ayar structural adjustment: yapısal ayarlama Collocation ● Give me five minutes to finish the last adjustments. Son ayarlamaları bitirmek için bana beş dakika ver. ● It took my eyes a moment to adjust to the darkness. Gözlerimin karanlığa alışması biraz zaman aldı. ● He sat in the driver's seat and adjusted the rearview mirror. Sürücü koltuğuna oturdu ve dikiz aynasını ayarladı. ● Though belts are adjustable in size, the adjustment is limited. Kemerlerin ölçüleri ayarlanabilir olmasına rağmen, ayarlama sınırlıdır. 19 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST discover discover (v): keşfetmek, bulmak discovery (n): keşif discover accidentally: kazara keşfetmek discover error: hata bulmak sicentific discovery: bilimsel keşif make a discovery: keşifte bulunmak Collocation ● A German scientist discovered X-rays. X-ışınlarını Alman bir bilim insanı keşfetti. ● His lie got him into trouble when his boss discovered the truth. Patronu gerçeği keşfettiğinde yalanı onu belaya soktu. ● Louis Pasteur discovered that germs cause most infectious diseases. Louis Pasteur, mikropların çoğu bulaşıcı hastalığa neden olduğunu keşfetti. ● The discovery of the magnetic compass spread to Europe from China. Manyetik pusulanın keşfi Çin'den Avrupa'ya yayıldı. ● The discovery of electricity gave birth to an innumerable number of inventions. Elektriğin keşfi sayısız icat doğurdu. obvious obvious (adj): bariz, açık, net obviously (adv): bariz, açık, net bir şekilde obvious difference: bariz fark obvious similarity: bariz benzerlik obviously related: bariz bir şekilde ilişkili obviously true: bariz bir şekilde doğru Collocation ● It was obvious that he was lying. Yalan söyledi barizdi. ● Jack is mad because Mike obviously does not intend to return the money. Jack çok kızdı çünkü Mike açıkça parayı geri verme niyetinde değil. hardly hardly (adv): neredeyse hiç, zar zor barely (adv): neredeyse hiç, zar zor scarcely (adv): neredeyse hiç, zar zor Not: hardly, barely scarcely zarfları eş anlamlıdır ve şekil olarak olumlu görünmelerine rağmen olumsuz bir anlamları vardır. Daima olumlu cümlede kullanılır ama cümle olumsuz çevrilir. www.remzihoca.com 20 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST hardly ever: neredeyse asla remember hardly: neredeyse hiç hatırlamamak hardly sufficient: neredeyse hiç yeterli değil hardly likely: neredeyse hiç olası değil hardly visible: neredeyse hiç görünmeyen affect barely: neredeyse hiç etkilememek breathe barely: zar zor nefes almak scarcely distinguishable: zar zor ayırt edilebilir scarcely surprising: neredeyse hiç şaşırtıcı değil Collocation ● He was so tired that he could hardly walk. O kadar yorgundu ki neredeyse hiç yürüyemiyordu. ● I have hardly any money left. Neredeyse hiç param kalmadı. ● After the disaster, there was scarcely any water left on the island. Felaketten sonra adada neredeyse hiç su kalmadı. ● Because of the heavy fog, we could barely see the road in front of us. Yoğun sis nedeniyle önümüzdeki yolu neredeyse hiç göremiyorduk. occur occur (v): meydana gelmek, olmak an explosion may occur: bir patlama meydana gelebilir an earthquake may occur: bir deprem olabilir an accident may occur: bir kaza olabilir usually occur: genellikle meydana gelmek Collocation ● A major earthquake could occur in Istanbul at any moment now. İstanbul'da her an büyük bir deprem meydana gelebilir. ● As soon as the accident occurred, a police car rushed to the scene. Kaza meydana gelir gelmez, olay yerine bir polis arabası geldi. ● I will do my best to ensure that such mistakes do not occur in future. Gelecekte bu tür hataların olmamasını sağlamak için elimden geleni yapacağım. Synonyms occur, happen, take place, come about adverse adverse (adj): olumsuz adversely (adv): olumsuz bir şekilde adverse effect: olumsuz etki adverse result: olumsuz sonuç adverse condition: olumsuz (ters) durum affect adversely: olumsuz etkilemek respond adversely: olumsuz cevap vermek react adversely: ters tepki vermek Collocation 21 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST ● Television has adverse effects on small children. Televizyonun küçük çocuklar üzerinde olumsuz etkileri vardır. ● Some patients may experience an adverse reaction to the anesthesia. Bazı hastalar anesteziye ters tepki verebilir. ● Litter adversely affects the environment. Çöp, çevreyi olumsuz yönde etkiler. carry out carry out (pv): yerine getirmek, yapmak, uygulamak carry out experiment: deney yapmak carry out research: araştırma yapmak carry out excavation: kazı yapmak carry out exploration: keşif yapmak carry out maintenance: bakım yapmak carry out order: emri yerine getirmek Collocation ● He has the ability to carry out big plans. Büyük planlar yürütme yeteneğine sahip. ● Admittedly your plan makes sense, but I still think it will be very hard to carry out. Kuşkusuz planınız mantıklı, ama yine de gerçekleştirmenin çok zor olacağını düşünüyorum. ● He is carrying out experiments in his laboratory. Laboratuvarında deneyler yapıyor. rely on rely on (pv): bel bağlamak, güvenmek, muhtaç olmak reliance (n): güvenme, bağımlı olma reliable (adj): güvenilir unreliable (adj): güvenilmez rely on instinct: iç güdüye güvenmek rely on aid: yardımına bel bağlamak reliable source: güvenilir kaynak reliable result: güvenilir sonuç reliable measure: güvenilir ölçüm unreliable weather: güvenilmez hava (değişken) ● Plants rely on the soil, water, and the sun for energy. Bitkiler enerji için toprağa, suya ve güneşe muhtaçtır. ● This organization relies entirely on voluntary donations. Bu organizasyon tamamen gönüllü bağışlara bel bağlamıştır. ● Jack hardly ever relies on other people for help. Jack, yardım için diğer insanlara neredeyse hiç güvenmez. ● Increasing reliance on solar energy will save both jobs and lives. Güneş enerjisine olan bağımlılığı arttırmak, hem iş hem de hayat kurtaracaktır. www.remzihoca.com 22 Collocation YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST ● It seems that our sense of direction is not always reliable. Yön duygumuz her zaman güvenilir değil gibi görünüyor. ● He's the last person I would ask help from, because he is completely unreliable. Yardım isteyeceğim son kişi o, çünkü tamamen güvenilmez. repair repair (v): tamir etmek repair (n): tamir repairable (adj): tamir edilebilir irreparable (adj): tamir edilemez under repair: tamiratta beyond repair: tamir edilemez durumda Preposition undergo repair: tamirden geçmek make repair: tamir yapmak repair damage: hasarı tamir etmek repair properly: düzgünce tamir etmek repairable damage: tamir edilebilir hasar irreparable harm: onarılamaz zarar Collocation ● I didn't know how much it would cost to get my car repaired. Arabamı tamir ettirmenin ne kadara mal olacağını bilmiyordum. ● Since the machine is beyond repair, you can't use it. Makine tamir edilemez durumda olduğu için, kullanamazsınız. ● The shop will be closed while the air conditioning is under repair. Klima tamirattayken dükkan kapalı olacak. ● The car received irreparable damage in the accident. Araba kazada tamir edilemez bir hasar aldı. ● Tempered glass is not repairable but laminated glass is. Temperli cam tamir edilemez ancak lamine cam edilir. exceed exceed (v): aşmak excess (n): fazlalık excessive (adj): aşırı excessively (adv): aşırı şekilde excess of: ...fazlalığı in excess: aşırı derecede to excess: aşırı derecede in excess of: ...dan daha fazla Collocation 23 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST exceed speed limit: hız sınırını almak exceed budget: bütçeyi aşmak avoid excess: aşırıdan kaçınmak excessive consumption: aşırı tüketim excessive expenditure: aşırı harcama excessive exposure: aşırı maruz kalma excessive heat: aşırı sıcak excessively long: aşırı uzun Collocation ● The population of China has already exceeded 1.3 billion. Çin'in nüfusu zaten 1.3 milyarı aşmış durumdadır. ● Some soft drinks have very high sugar content and can cause obesity and tooth decay if consumed to excess. Bazı alkolsüz içecekler çok yüksek şeker içeriğine sahiptir ve aşırı tüketildiğinde obezite ve diş çürümesine neden olabilir. ● The load of the truck was in excess of three tons. Kamyonun yükü üç tondan fazlaydı. ● Excessive supply leads to a drop in prices. Aşırı arz, fiyatlarda düşüşe yol açar. ● She smokes excessively. Aşırı derecede sigara içiyor. concern concern (n): endişe concern (v): endişelendirmek | ilgilendirmek concerned (adj): endişeli | ilgili concerning (adj): endişe verici concerning (prep): ...ile ilgili concern about: ...konuda endişe concern over: ...konuda endişe concern for: ...için endişe concerned with: ...ile ilgili concerned about: ...konuda endişeli concerned over: ...konuda endişeli concerned for: ...için endişeli Preposition ● News of his death caused great concern throughout the country. Ölümünün haberi ülke genelinde büyük endişe yarattı. ● This problem concerns all the people living there. Bu problem orada yaşayan bütün insanları ilgilendiriyor. ● He is concerned about the result of the exam. Sınavın sonucundan endişeleniyor. ● This book is chiefly concerned with the effects of secondhand smoking. Bu kitap başlıca pasif sigara içmenin etkileri ile ilgilidir. ● I have received a letter concerning our proposal. Teklifimiz ile ilgili bir mektup aldım. www.remzihoca.com 24 YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST ● The increase in air pollution in urban areas is very concerning. Kentsel alanlarda hava kirliliğindeki artış çok endişe vericidir. decline decline (n): azalma | gerileme, çöküş decline (v): azalmak | reddetmek | gerilemek declining (adj): azalan | gerileyen decline in: ...da düşüş/azalma/gerileme on the decline: düşüşte in decline: düşüşte Preposition rapid decline: hızlı düşüş sudden decline: ani düşüş mental decline: zihinsel çöküş economic decline: ekonomik gerileme decline dramatically: önemli ölçüde azalmak decline politely: kibarca reddetmek decline offer: teklifi reddetmek decline gradually: yavaş yavaş azalmak/gerilemek declining profit: azalan kâr declining health: gerileyen sağlık Collocation ● The value of the dollar declines as the rate of inflation rises. Enflasyon oranı arttıkça doların değeri düşmektedir. ● I had to decline the invitation because I was ill. Daveti reddetmek zorunda kaldım, çünkü hastaydım. ● His health has declined since the accident. Kazadan beri sağlığı geriledi. ● Nobody anticipated such a sharp decline in interest rates. Hiç kimse faiz oranlarında bu kadar ani bir düşüş beklemiyordu. ● Oil consumption is on the decline. Petrol tüketimi düşüşte. ● The government has failed to halt economic decline. Hükümet, ekonomik çöküşü durduramadı. ● Declining housing prices are another cause of slow economic growth. Düşen konut fiyatları yavaş ekonomik büyümenin bir başka nedenidir. Synonyms (decline: azalmak): fall, decrease, drop, decline, shrink, diminish, lessen Synonyms (decline: reddetmek): refuse, reject, turn down, decline Synonyms (decline: gerilemek): deteriorate, fade, weaken, decline, worsen Synonyms (decline: azalma): fall, decline, reduction, decrease, drop 25 www.remzihoca.com YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST counterpart counterpart (n): emsal, muadil, denk Açıklama: başka bir yerde aynı değerde olan, aynı amacı olan kişi veya eşya ● The female counterpart of a king is a queen. Bir kralın kadın dengi, bir kraliçedir. ● More expensive calculators will typically have more dedicated functions than cheaper counterparts. Daha pahalı hesap makineleri genellikle daha ucuz muadillerine göre daha özel işlevlere sahiptir. rapid rapid (adj): hızlı rapidly (adv): hızlıca rapid progress: hızlı ilerleme rapid decline: hızlı düşüş rapid growth: hızlı büyüme rapid increase: hızlı artış spread rapidly: hızla yayılmak collapse rapidly: hızla çökmek occur rapidly: hızlıca meydana gelmek Collocation ● The growth in population is very rapid in developing countries. Nüfustaki büyüme gelişmekte olan ülkelerde çok hızlıdır. ● A child develops rapidly between the ages of 13 and 16. Bir çocuk 13 ile 16 yaş arasında hızla gelişir. claim claim (v): iddia etmek | talep etmek | can almak claim (n): iddia | talep back up claim: iddiayı desteklemek prove claim: iddiayı kanıtlamak support claim: iddiayı desteklemek claim right: hak talep etmek claim discrimination: ayrımcılık talep etmek claim responsibility: sorumluluk almak, üstlenmek claim citizenship: vatandaşlık talep etmek claim life: can almak Not: claim “that SVO” alabilen bir kelimedir. Not: claim infinitive (to V1) ile kullanılabilen bir kelimedir. ● He claims to be a socialist, and yet he has two houses and a Rolls Royce. Sosyalist olduğunu iddia ediyor, ancak iki evi ve bir Rolls Royce'u var. ● He claimed that he had discovered a new comet. Yeni bir kuyruklu yıldız keşfettiğini iddia etti. www.remzihoca.com 26 Collocation YÖKDİL FEN VOCABULARY LIST ● The typhoon claimed many lives. Tayfun birçok can aldı. ● There is no scientific basis for these claims. Bu iddiaların bilimsel bir temeli yoktur. ● She has a claim on her deceased husband's estate. Ölen kocasının mülkünde bir talebi var. (onun olduğunu iddia ediyor) certain certain (adj): kesin, emin | belli, belirli, bazı certainly (adv): kesinlikle, elbette uncertain (adj): belirsiz, karasız certainty (n): kesinlik uncertainty (n): belirsizlik certain about: ...konusunda emin uncertain about: ...konusunda karasız with certainty: kesinlikle almost certain: neredeyse emin certain amount: belirli miktar certain distance: belirli mesafe certain number: belirli sayı deserve certainly: kesinlikle hak etmek certainly true: kesinlikle doğru remember certainly: kesin olarak hatırlamak uncertain future: belirsiz gelecek Not: certain “that SVO” alabilen bir sıfattır. ● Death is certain, only the time is uncertain. Ölüm kesindir, sadece zaman belirsizdir. ● Certain religions are against organ donation. Bazı dinler organ bağışına karşıdır. ● Governments usually resort to price control when inflation has reached a certain level. Enflasyon belli bir seviyeye ulaştığında, hükümetler genellikle fiyat kontrolüne başvururlar. ● I'm almost certain that Jack will get into the university of his choice. Jack'in istediği üniversiteye gireceğinden neredeyse eminim. ● Certainly he is handsome and intelligent, but there is something about him that I can't like. Kesinlikle yakışıklı ve zeki, ama onun hakkında sevemediğim bir şey var. ● The uncertainty about the weather has had a definite effect upon the Englishman's character. Hava durumu hakkındaki belirsizliğin İngilizlerin karakteri üzerinde kesin bir etkisi oldu. 3 www.remzihoca.com YDS DERSLERİ Çeviri, kelime, okuma çalışmaları ve soru çözüm stratejileri ile seviyeniz ne olursa olsun sizi YDS’ye eksiksiz hazırlayacak internetin olduğu her yerden istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz online eğitimler sunuyoruz. YÖKDİL DERSLERİ Sosyal Bilimler, Sağlık Bilimleri ve Fen Bilimleri alanlarına yönelik çeviri, kelime, okuma çalışmaları ve soru çözüm stratejileri ile seviyeniz ne olursa olsun sizi YÖKDİL’e eksiksiz hazırlayacak internetin olduğu her yerden istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz online eğitimler sunuyoruz. ÇEVİRİ DERSLERİ İster sınav için ister akademik kariyeriniz için katılabileceğiniz Akademik Çeviri Dersleri ile kısa sürede İngilizce'den Türkçe'ye çeviri bilginizi geliştirebilirsiniz. Çeviri dersleri aracılığıyla çeviri bilginizin yanı sıra hem okuma-yazma becerinizi hem de kelime bilginizi ileri seviyeye taşıyabilirsiniz. KİTAPLAR YDS ve YÖKDİL’e yönelik titizlikle hazırladığımız kitaplarımızı, internete erişiminizin olmadığı zamanlarda YDS ve YÖKDİL sınavlarına eksiksiz hazırlanmak için rehber olarak kullanabilirsiniz. ONLINE UYGULAMALAR İnternete bağlanabilen tüm cihazlarda rahatça kullanabileceğiniz İngilizce öğrenme uygulamalarımızla, öğrenmeyi hem zevkli hale getiriyor hem de bireyselleştiriyoruz. Üstelik tüm uygulamalarımızı online derslere katılan kullanıcılara ücretsiz sunuyoruz. Rh Pozitif Yayıncılık Danışmanlık ve Eğitim, Öğretim Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti. Ertuğrulgazi Mahallesi Ceylanbeyli Sk. No:29 Pk:26140 Tepebaşı | Eskişehir 0(850) 532 74 74 | 0(532) 365 01 08 iletisim@remzihoca.com www.remzihoca.com