Uploaded by Ömer Faruk CEYLAN

a

advertisement
Çavuşa acemiliğinden renk vermemek ve çapkın görünmemek için kaşlarını biraz daha çatarak çok
ciddi yapmak istediği sahte bir sesle:
“Getirin onu buraya!” dedi.
Ne yapacağını kendisi de pek iyi bilmiyordu. Lakin evvela şu kadını bir defa görecekti;
sonra da belki korkutacak surette ona bazı emirler verebilirdi. Dirseklerini masasına dayadı, önüne
tezkereyi çekti ve bekledi.
Burası Ankara’ya iki gün öte, ana yollardan aykırı küçük bir kasabaydı. İki gün bitmez
tükenmez yokuşlar çıkılarak bin zahmetle takatsiz ve ezilmiş bir halde gelindiği halde orada
oturulacak bir kahve, yatılacak bir han bulunmaz; şu çıplak kuru memlekete varmak için neden bu
kadar yolar aşıp zahmetler çekildiğini insan bir türlü anlamazdı. Soğuk, barınılmaz bir kışı; susuz,
dayanılmaz bir yazı vardı.
Civara nispetle o kadar yolsuz ve yüksekti ki sanki buraya insanlar yokuşları tırmana
tırmana değil, gökten serpilerek gelmişler ve inmeye iz bulamayarak öyle, dünyadan alakasız bir
küme halinde kalmışlardı. Haymana Ovası’nın ortasında, en yüksek bir yerde gözcü gibi bekleyen
kasaba, kerpiç evler ve ağaçsız sokaklarıyla ne kadar zevksiz, kasvetliydi… Bütün ömürlerini netice
vermeyen davalar arkasında büyük ümitlerle koşa didişe geçirip nihayet umduklarını bulamadan
meyus, yıkılıp ölen adamlar gibi buraya nihayet tırmananlar da hiç şüphesiz arayıp beklediklerini
bulamamaktan ileri gelme bir kederle düşüp kalmışlardı.
İlk insanlar o, yanık ovaları, sarp dağları aşarak buraya çıkmaya neden lüzum
görmüşlerdi? Tufan gibi müthiş, nasıl bir tehlike önünden kaçarak buraya yerleşmişlerdi?
O, şimdi bilinmiyordu, fakat her halde, bu derece fedakarlığa katlanabilmek için mühim sebepler
olmalıydı.
Zaten civardaki halk ile kolayca buluşup münasebete girişememek yüzünden bu kasaba
gayet geri, gayet uyuşuk, şevksiz kalmıştı. Ne gençlerinde hayatın ilk tatlarını duymaktan gelen bir
iştah, bir hareket; ne de ihtyarlarında rahat bir yaşlılığın verdiği çubuklu, hikayeli bir keyif…
Kadınlar ise taş gibi hissiz, kütük kadar hareketsiz ve donuktular; fakat hepsinin de ne
kadar gürbüz, ne dinç ve sağlam vücutları vardı… Sıtmaların tırmanamadığı, hastalıkların
barınamadığı bu dağ sırtında çınarlar gibi gelişe genişleye uzun, bıktırıcı bir ömür sürüyorlardı.
Lakin ne kadar heyecansız, ne derece uyuşuk bir ömür!
Hayatın aşağı tabakalarda insanları kasıp kavuran, çarpışıp didiştiren fırtınaları burasını
tutmuyordu. Burada maneviyat itibarıyla da durgun, tahavvülsüz bir hava, karları lapa lapa yağan,
sakin bir dağ havası vardı. Köylerinde ahali apaçık, kaç göçsüz gezip yaşadıkları halde bu kasabada
kadınların bir gözünü görmek imkansızdı. Gelin bir evde kayınbabasından kaçar, güvey baldızının
yüzünü tanımazdı. Sazsız sözsüz, düğünsüz, derneksiz bir felaket hayatı geçiriyorlardı.
Bol bol evlenmekten ve sık sık doğurmaktan başka ömürlerinin tadı, acısı yoktu.
Kadınlarında ne bir oynaklık, erkeklerinde ne bir haşaralık… Kaçma, sevişme gibi hadiseler
enderdi, ahlaksızca vakalara da binde bir tesadüf edilmezdi.
İşte vilayet merkezinde bitip tükenmez uygunsuzluklara sebebiyet veren Yanık Emine -ahlakını
ıslah etmek için- bu donuk beldeye gönderilmişti.Jandarma kumandanı kapının önünde sesler
duyunca tavrını büsbütün ciddileştirdi. İçeri, arkasında rengi atmış bir siyah bol çarşaf, yazma
pençesi inik, elleri pelerininin altında saklı ufak tefek, mahcup ve korkak bir kadın girdi; hemen
oracıkta, eşiğin yanında durdu.
Mülazım bunu beklemiyordu. O zannediyordu ki İstanbul sokaklarında neferlerle
giderlerken rast geldiği gibi cıgarası parmaklarında, allıkları yüzünde, peçesi açık, dişleri çürük,
yürüyüşü kıvrımlı, tıknaz bir kadın girecek, yayvan yayvan hemen konuşmaya başlayarak nihayet
jandarmalarla tutturulup dışarı attıracaktı.
Karşılıklı duruyorlardı. Mülazım bekleyip hazırlandığının çıkmamasından dolayı
büsbütün durgunlaşıp kızardı; neden sonra, okur gibi yaptığı kağıda başını eğerek sordu:
“Emine sen misin?.. Yanık Emine!..”
Öbürü hiç cevap vermedi; kımıldanmıyordu bile.. Sıkı sıkı yüzüne çekip altından iğnelemiş olduğu,
üzeri mor ve beyaz dallı yazma peçesinin arkasında gözlerinin canlılığı, dikkatli dikkatli baktığı
fark olunuyor, bu gergin tülbentin bastırdığı burnunun ucu da beyaz, toparlak bir benekle yüzünün
tam ortasında göze çarpıyordu. Sabri şimdi yan gözle onu tetkik ediyordu; fakat o kadar kapalı,
şekilsizdi ki insana ne iğrenme, ne beğenme, hiçbir his vermiyordu. Ökçeleri çarpık, uçları kalkık
yumru yumru ayakkabıları toz içindeydi; çarşafının kumaşı da yer yer akmış ve buruşmuştu.
Download