Feodalizm Feodalizm: (Derebeylik) Latince- Feodum(tımar) kelimesinden türemiş. -Koruyan x Korunan ilişkisine dayanan hiyerarşik örgütlenme -Merkezi otorite zayıf, yerellik görülür! Feodal Ekonomi, kendi kendine yeterlilik üzerine kuruludur. -Roma imparatorluğunun yıkılmasından ulusal monarşilerin ortaya çıkmasına kadar olan sürede hakim. -Cermen istilalarının yarattığı Roma sonrası istikrarsızlığın ürünü. ROMA’DA tarımsal üretim -toprak sahibi Roma vatandaşlarının geniş çiftliklerinde köle emeği kullanılarak yapılıyordu. -imparatorluğun ticaret hatlarındaki hakimiyeti kullanılarak çeşitli pazarlara yönelik olarak -işbölümünün geliştiği; zanaatlerin şehirlerde toplandığı, kırsalda tarım yapıldığı bir düzen. -fetihler ile Roma vergi kaynak yaratıyor, yağma gelirleri ile yaşıyordu. Fetihlerin durması ile savaşlar maliyetli savunma savaşlarına dönüştü. Maliye zorlanmaya başladı. - Vergiler arttı. Köylü zora düşerken, köyden şehre göç başladı. -Köylünün alım gücü düşünce, köy ve kent arasındaki ilişki zedelendi. Şehirli zanaatkar köyden talep bulamadı. Kentle ticaret yapamayan Latifundia(Köle emeği ile işleyen çiftlikler) zora düştü. Roma’yı yok edecek olan kısır döngü başladı. - Kölelerin üretim dönemleri dışında beslenmesi bir maliyet unsuruna dönünce, kölelerin bir kısmı azad edildi, ve belirli bir toprak kirası karşılığında geçimlik toprakları işleme hakkı verildi. Azat edilmiş bu yeni küçük çiftçiler tümüyle özgür değillerdi, kendilerine tahsis edilen toprakları terk etmeleri durumunda toprak sahibinin gelir kaynağı da ortadan kalkacaktı. Topraklarından ayrılmayan kira ödeyen bu yeni sınıf, FEODAL SERFLERDİR. KENT-KÖY bağlantısı kopunca “latifundia”lar kendi ihtiyaçlarını karşılamaya gitti. YERELLİK arttı. Roma düzeninin son zamanlarından oluşmaya başlayan FEODAL yapı, istilalar sonrası iyice yaygın olarak kendini gösterdi. KURUMSALLAŞMASI-YAPISALLAŞMASI Kurumsallaşarak tipik şeklini alması 9. ve 10.yy.’a gider. İki yeni buluş, feodal yapının Avrupa’nın hakim düzeni olmasını sağlamıştır. “AĞIR SABAN” + “ÜZENGİ” Kuzey Avrupa çok yağış aldığından, drenaj yetersiz nüfus az…Güney Avrupa makul yağış, nüfus yoğun… AĞIR SABAN tarımsal verimi arttırarak askeri sınıfın istilalardan koruyucu olarak beslenmesine imkân sağlamış. “ŞÖVALYELER” diye adlandırılacak olan bu askeri sınıf, üretici, üretici köylünün üzerine koruyucu soylular olarak yerleşmiştir. “serfler soyluların toprağını işlemiş KARŞILIĞINDA DA soylular serfleri korumuştur.” ÜZENGİ dönemin savaş tekniklerinin değişmesine yol açmış, piyade ile durdurulması çok güç olan ağır süvarileri, yani zırhlı şövalyeleri ortaya çıkarmıştır. KALIN VE AĞIR ZIRHA RAĞMEN AT ÜSTÜNDE DURMAYI KOLAYLAŞTIRAN BİR İCAT OLARAK ÜZENGİ!!!!!! (Topun/ ateşli silahların yaygınlaşmasına kadar…) FEODALİTENİN YAYGINLAŞMASI Fransa feodalizmin anavatanı sayılabilir. Frank Karolenj İmparatorluğu bünyesinde “feodalizm” “tipik haliyle” ortaya çıktı. Britanya Adasını istila eden Normanlar feodalizmi İngiltereye taşıdı. Diğer bölgelerin aksine feodalizm İngiltere’de yukarıdan aşağıya doğru bu sebeple yayıldı. Feodalizm, Roma ve Germen uygarlıklarının bir sentezi olarak ortaya çıktığından, Roma uygarlığının bir parçası olmayan ALMANYA’DA geç oluştu.(12.yy) İspanya’daki ROMA düzeninin bozulmasıyla İspanya’nın Müslümanlarca ele geçirilmesi arasında sadece 2 asır olduğundan İspanya’da FEODALİZM’in kurumları gelişemedi. (Katalonya hariç, Frank Katolonj imparatorluğunun etkisi altında olduğundan! ) iTALYA, en farklı örnek!!! Kuzey İTALYA’da ROMA mirasının çok güçlü olması şehirlerin ortadan kalkıp kırsalın egemen olmasını engelledi. Aksine, Kentlerin kırsala egemen olduğu bir düzen ortaya çıktı. FEODALİTENİN ÖZELLİKLERİ En üstte KRAL KRALA bağlı SOYLULAR En alt en geniş sınıf olarak SERFLER KRALIN MUTLAK EGEMENLİĞİ YOKTUR!!! FEODAL düzende KRALIN yetkisi çok sınırlıdır. ÇÜNKÜ idare tek merkezli değil!!! Toprak, feodal beylere dağıtılmış. Bu FEODAL BEYLER gerekirse zor kullanarak KRALA iradelerini dayatabiliyorlar. 1215 ‘MAGNA CARTA’ haklar bildirgesi, İngiliz Feodalitesinin Kral Yurtsuz JOHN’a dayatmasıdır. Sadece üretim araçları değil, askeri güç de FEODAL BEYLER arasında dağıtılmıştır. Çünkü, MERKEZİ ordu kurmak MASRAFLI!!! Feodalizmin en önemli özelliği BÖLÜNMÜŞLÜK ve YERELLİK. TİCARET GELİŞMEDİĞİ İÇİN UZMANLAŞMIŞ BİR EKONOMİ VE GELİŞMİŞ BİR İŞBÖLÜMÜ YOKTUR. ÜRETİM TOPRAKTA YAPILDIĞI İÇİN ZENGİNLİĞİN KAYNAĞI VE ÖLÇÜSÜ TOPRAKTIR. EKONOMİK YAPI Ticaret gelişmediği için uzmanlaşmış bir ekonomi ve gelişmiş bir işbölümü yoktur!!! Üretim kaynakta yapıldığı için zenginliğin kaynağı ve ölçüsü toprak!!! ROMA düzeninin sağladığı ortamda gelişen ticaret, CERMEN istilaları ile durma noktasına gelince, her feodal beylik kendine yeter bir ekonomi kurmuştur. Taşınabilir servet olgusu gelişmemiştir. Dışa kapalı topluluklar haline gelmemişler. FEODAL SÖZLEŞME: Koruyan(süzeren_KRAL) ve korunan(VASSAL) ilişkisi hukuki, mali, askeri ilişkileri kapsayan bir sözleşme var aralarında. Vassal senyör ile savaşa gider. Biri esir düşerse diğeri fidye parasına katkı sağlar. Vassal ölürse ailesine katkı sağlanır. Vassalın varisi yoksa senyör ona varis olur. FEODALİTEDE TOPLUMSAL SINIFLAR i) SOYLULAR SINIFI-Senyörler sınıfı…..Kendi içlerinde bir hiyerarşik yapı oluşturmaktadırlar. Dük –Marki—Kont—Vikont—Baron— Şövalyeler— ii) RUHBAN SINIFI…….. örgütsel karakteri feodal olmamasına rağmen feodalizmin şekillenmesinde rol oynamıştır. Kilise, geniş toprak sahibidir. Dindar, ve varisi olmayan soylular tarafından bağışlanan topraklar feodal yükümlülükler içermektedir!!!! Böylece kilise feodal sistemin bir parçası oluvermiştir!!!!! iii) Köylüler(SERFLER) ……………….Soylunun toprağında üretim yapar, bir kısım hariç üretimin arta kalanını soyluya teslim eder. Şato tamiri gibi işlerde de çalışır. Siyasal hakları yoktur, başka toprağa GÖÇ HAKKI yoktur. FEODALİZMİN YIKILMASI Avrupa’daki ekonomik dengelerin değişmesiyle yıkılmıştır. 10.yy sonrası gelişmeye başlayan ticaret, feodalizmi kıracak bir dinamik oluşturmuştur. 9.yy. itibariyle feodal düzenin kurumsallaşmasıyla beraber güvenlik az da olsa sağlandı. Göçebe istilaları durduruldu. Ticaretin tekrar canlanmasında etkili diğer sebep HAÇLI SEFERLERİ. Venedik, Genova, Pisa gibi İtalyan kentleri Akdeniz’de İslam uygarlığı ile ticarete başlamış oldu, bu vesile. Akdeniz’de hakim olan, denizaşırı imparatorluklar kuran bu devletler, ticaretten gelen artı-ürün ile zenginleştiler!!! Ticaret ile zenginleşen KENTSOYLULARA(Burjuvazi) sırtını dayayan KRALLAR feodal beyler karşısında güç kazanmaya başladı. Feodal beylerin ekonomik güç üzerindeki hakimiyeti kalktıkça, KRALLAR güç kazandı. KRALLAR, ticaret vergileri ile merkeze bağlı ordular kurabilir hale geldiler. FEODAL BEYLER daha sıkı denetlenebilir hale geldi. Ateşli silahların yaygın kullanımı, topun surları yıkabilen gücü şato, kaleler arkasına sığabilen yerel unsurları geriletti.( İSTANBULUN FETHİ.örn.ve milad) Değişen iktisadi koşullar altın/parayı taşınabilir servet olgusu olarak öne çıkardı. (TOPRAK yerine!!!) Ticaret yoluyla mal elde edebilmek için serflere özgürlükleri para ile satılmaya başladı. 16.yy. itibariyle hukuksal olarak olmasa da fiili olarak Avrupa’da serflik kalktı. Hukuksal olarak kalkması NAPOLYON SAVAŞLARINI bekledi. MERKANTALİZM 1500-1800 yılları arasını kapsar İlk Merkantilist Çalışma1613Antonio Sera --“Maden kaynağına sahip olmayan ülkelerde Altın ve Gümüş Bollaştıran Nedenler Üzerine Kısa Bir İnceleme” Son Merkantilist Takdim 1767 Sir James Steuart… “Politik Ekonominin İlkeleri Üzerine İnceleme” “Batı Romanın çöküşü” MS.476 ile “Doğu Romanın çöküşü” MS.1453 arasını kapsayan 1000 yıllık ORTAÇAĞ…. “Summa theologica” ile özetlenebilecek olan “rasyonel düşünce”[aritoteles] ve “inancın”[incil] Avrupa düşüncesinde tam olarak örtüşmesi… Tıp beden sağlığı için… Hukuk mülkün sağlığı için... İlahiyat ruh Dolayısıyla epistemolojik olarak sorunsuz dingin yıllar. sağlığı için tahsil ediliyor. Ekonomi, düşünceye odak değil!!! 1500-1800 arası sürede Ortaçağı temsil eden “doğal ekonomi anlayışı”, “Feodalizm” ve “Skolastisizm” tümüyle ortadan kalkmamış, az-çok her ülkede farklı oranlarda kendini göstermiştir. MERKANTİLİSTLER Ortaçağ düşüncesini reddedip yenine daha rasyonel ilkeler oluşturmaya yönelmişlerdir. 16.yy.’da yeni düşünceler, Skolastizm’den kopuş olarak ortaya çıkar. Bunlar: i) ULUSAL DEVLETLERİN ÇIKIŞI: fakirlere yardım, işsizlere iş ORTAYA vermek gibi bazı “bireysel ahlak” işleri “modern devlet” ile birlikte devletin sorumluluğuna verilmiştir. Merkezi otoritenin ortaya çıkışıyla beraber “politika”nın sosyal bilim olarak ortaya çıkması söz konusudur. Machiavelli’nin din/ahlak ile politikayı ayırması daha sonraları başta “iktisat” olmak üzere diğer sosyal bilimlere örnek olmuştur. Böylece; “kişisel çıkar” motifine verdiği önem; “amaçlar ve araçlar” arası ilişkiye vurgu iktisadi düşüncede yerini bulmuştur. ii) YENİ DİNİ GÖRÜŞLER: Erasmus, Luther ve Calvin “reform” diye anılan Katolik dünya görüşüne dayalı düzenlemeleri reddeden değişime öncülük etmiştir. Protestanlık böylece doğmuştur.(bkz.PROTEST-O) Protestanlık ile birlikte “bireycilik” önem kazanmıştır. “bireysel sorumluluk” ve “bireysel özgürlük” kavramları da böylece gündeme gelmiştir. Martin Luther büyük ölçüde Almanya’da etkili olurken, John Calvin etkisini Fransa, İsviçre, Hollanda, İskoçya, İngiltere ve Amerika’da(New England) göstermiştir. Bu yeni eğilimlere göre, hâlihazırdaki dünya üzerindeki başarı ile insanlar gerçek değerlerini gösterirler, ahirette bu dünyada başarısız olan hesap verir. Dünyevi başarı iyi kul olmanın şartıdır. Bu dönüşümlerle Aristo’nun yüzlerce yıllık egemenliği de son bulmaktadır. iii) RÖNESANS İNSANCILIK(HÜMANİZMA): VE Hümanizma, bireyin haklarına öncelik vermiş ve güçlü iktidarı toplum refahını sağlayacak bir araç olarak tanımlamıştır. “Bireycilik” ve “doğal hukuk” tohumları ile Fransız ihtilali ve Klasik İktisatın doğumuna öncülük edecektir. Böylece Plato ve Aristo dini temellere gönderim yapılmadan yeni bir yaklaşımla ele alınmıştır. iv) DEĞİŞEN EKONOMİK YAPI: Kendi kendine yeterli feodal yerleşim birimleri yerini hızla gelişen bir mübadele ekonomisine bırakıyordu. Kentler ortaya çıkıyor ve kentler arasında yabancı uluslarla ticaret yapılmaya başlıyordu. Burjuva bir kentsoylu olarak böyle ortaya çıktı. Tarım sektörü yanısıra imalat sektörü “domestic system”/ “putting out system” diye bilinen “ücretli işçi kullanımına dayalı bir yöntemle” payını ve alanını arttırıyordu. Hammadde ticareti “yarı işlenmiş/işlenmiş mal” ticaretine dönüşüyordu. Ücretli bir işçi sınıfı ortaya çıkmaya başlamış, loncalar önemini kaybetmeye başlamış. Bankacılık sektörü gelişmeye başlamış, Amerika’dan gelen altın/gümüş artan ticaret için gerekli para stokunu oluşturmuş. Vergiler daha sık ve yüksek oranda büyüyen devlet mekanizması nispetinde uygulanmaya konulmuş. v) İŞ ADAMLARININ TEORİK KATKISI: 17. Ve 18.yy.’lar ekonomi üzerine yayınların sayısında bir patlamanın olduğu zamanlardır. 16.yy.’da yazılan yaklaşık 200 kitap/broşür…17.yy.’da yazılan yaklaşık 2000 kitap/broşür. A.Smith’in “MilletlerinZenginliği” öncesi sayı:5000. Yazarlar genellikle ve özellikle işadamları. Josiah Child17.yy’ın en zengin işadamı. Thomas MunEast India Company yöneticisi ve tüccar. İşadamlarının ilgisi politika önerilerini parlemento ve bürokrasiye empoze etmeye sebep olmaktaydı. Bu pragmatizm; sebep-sonuç ilişkisini sadece zaman içinde takip etmek gibi bir metodolojik hatayı üretmekteydi. “Post hoc Ergo Propter Hoc”[bundansonra bundan dolayı] İşadamlarının kendi çıkarları çerçevesinde ortaya koydukları önerilerden doğan güvensizlik sayısal verilerle kamuoyunun iknası amaçlı “kantitatif yaklaşımın” da önünü açmıştır. vi) MATBAANIN YAYGINLAŞMASI: eskiden el yazmasıyla çıkan bir kitap, bir kişinin yaklaşık 18 aylık geçim masrafına denk düşmekteydi. Dolayısıyla alıcılar sadece Kilise ve Saray idi. Matbaa ile bilgi tavandan tabana indi. İktisadi bilgi de üniversitelerde profesörler ve devlet adamlarının ötesine tüccarlar, spekülatörler ve bankacılara yayıldı. (kitap----gazete----radyo-----TV-----İnternet)(editöryel süreç ve sonrası post modernite tartışması post truth) Feodalizmin çözülmeye başladığı aşamadan, Sanayi devriminin oluştuğu döneme değin uzanan süre, kapitalist sistemin ilk aşaması olan TİCARİ doldurulmaktaydı. ve KURALCI Model BU Model: ------------ MERKANTİLİZMDİR. tarafından Ticari-Mali Kapitalizm= Merkantilizm. Kurulan anonim şirketlerin, borsaların varlığı altında KAR-KAZANÇ birikimi aracılığıyla SERMAYENİN giderek büyümesini doğurmuştur. Büyük keşifler, teknik gelişmeler, kolonyalizm, eski ticaretin merkezinin AKDENİZ’DEN ATLANTİK’E KAYMASI bu dönüşümü hızlandırmıştır. 1520-1620 arasında Avrupa’daki altın ve misli” artarken, fiyatlar da“6 kat” yükselmiştir. gümüş para “5 Parasal devrim ile birlikte “borçlular” oluşan enflasyondan karlı çıkmışlardır. Burjuva müteşebbisi, yatırım için borçlanan bu yeni sınıf, söz konusu sınıfsal yapı içerisinde öne çıkmıştır. 16-18.yy. arası egemen olan bu sistem bir yönüyle ticari, bir diğer yönüyle de devlet müdahalesiyle damgalanmıştır. MERKANTİLİSTLER “ulusal devletin” zenginliğini arttıracaklarını incelemişlerdir. Devletin gücü: NASIL 1) Uzun savaşlara dayanabilmesinde (DÜZENLİ ORDU) 2) Ülkeler fethetmesinde (HARAÇ-VERGİ) 3) Koloniler sahibi olabilmesindedir. (KOLONİZASYON) 1600-1667 yılları arasında savaşssız geçen yıl yok!!!!!!!!!!!!!! İngiltere, İspanya, Hollanda ve Fransa arasında yapılan savaşlarda genellikle kazanan taraf İNGİLTERE. Bu yüzden İngiltere’nin gelişimi PARALEL olmakta. gelişimiyle MERKANTALİZMin Ortaçağ’da DEREBEYİ savaş için gerekli malzemeyi ve askeri kendi imkanları ve bölgesinden toplardı. MODERN DEVLET ise, HÜKÜMDAR tarafından beslenen düzenli ordulara sahip ve savaşabilmek için PARAYA ihtiyacı var!!!! HÜKÜMDAR için hazinenin büyümesi bunun için de dış ticaret dengesinin pozitif olması gerekliydi. İşte bu HÜKÜMDAR ile TÜCCAR arasında bir ÇIKAR BİRLİĞİ doğuruyor. Yani MERKANTİLİZM, bir yönüyle DEVLET İDARESİDİR ve hem EKONOMİNİN hem de DEVLETİN birlikte büyümesini sağlayacak politikaların arayışıdır. 1600 yılında “East India Company” karşımıza çıkıyor. Devletten faaliyetleri için imtiyaz almak şartıyla işadamları ve bürokrasi/parlemento arasında iyi ilişkiler bir zorunluluk olarak beliriyor!!! faaliyetleri için imtiyaz alan 1553- Company of Merchant Adventurers to New Lands 1602- Dutch East Indian Company Merkantilist düşünür-zengin tüccar J.Child’ın dediği gibi: “dış ticaret zenginlik, zenginlik kuvvet yaratır ve kuvvet de ticaretimizi ve dinimizi korur.” Adını İtalyanca “MERCANTE” (tüccar) deyiminden alan İspanyol, İtalyan, Fransız ve İngiliz düşünürlerce kurgulanan MERKANTALİZM kapitalizmin ilk doktrinini olmaktadır. Bu dönemi MERKANTİLİZM olarak tanımlayan kişi ADAM SMİTH’tir. A.Smith merkantilizmi eleştirmiştir. korumacı sistem olarak kıyasıya Aksine Alman TARİHÇİ OKUL’dan G.Schmoller ise ulusal birliği sağlayan ve Ortaçağ koşullarını sonlandıran bir sistem olarak övmüştür. A.Smith “Merkantilizm, tüccar ve imalatçılarımız tarafından yiyici parlementoya, “zenginliğin paraya bağlı olduğu yönündeki popüler düşünce” temelinde yutturulan bir korumacı yanılsamalar demetinden başka bir şey değildir. “ A.Smith: (….T.Mun ve J.Locke’a atıfla…) ; “Bir ülkenin zenginliğinin yalnızca altın ve gümüşten ibaret olmadığını, o ülkenin topraklarının, evlerinin ve her türlü tüketilebilir mallarının da zenginlik olduğunu gözleyerek yola çıkıyorlar; ancak muhakemeleri esnasında topraklar, konutlar ve tüketilebilir mallar hafızalarından uçup gidiveriyor ve sık sık bütün zenginliğin altın ve gümüşten ibaret olduğunu varsayıyorlar.” MERKANTALİSTLERİN VARSAYIMLARI: - İktisadi faaliyetin durağan bir şekilde, sıfır toplamlı bir oyun olarak kabulü. - (Bir kişi/ülkenin kazancını diğerinin kaybı görülmesi zero sum game) - Örtük biçimde isteklerin sınırlı olduğu görüşü - Sürekli olarak esnek olmayan talebin varlığı. engellesek de ihracatımız engellenemez düşüncesi. İthalatı - Zayıf maddi teşvikler (weak pecuniary incentives) MERKANTİLİZM: Servetin özü olarak külçe altın ve her türlü mücevheratı ele alır. Dış ticaretin altın ve gümüş girişi sağlayacak şekilde düzenlenmesini önceler. Ucuz hammadde ithalatının teşviki yoluyla sanayinin desteklenmesini esas alır. İthal mamul mallara getirilen korumacı gümrük vergileri ile korumacılık politikası güder. İhracatın-özellikle de nihai mal ihracatının teşvik edilmesi esastır. Nüfus artışına ve ücretlerin düşük tutulmasına yapılan vurgu ile öne çıkar. MERKANTİLİZM için [ANAHTAR KELİMELER] 1) Nationalist: Bireyin değil devletin faydası gözetilir. Altın biriktirmek için diğer ülkelerin altınlarının eksilmesi gerekir. Uluslararası çatışma kaçınılmazdır. Esas olan işbirliği değildir. (“Win-win” değil “Win”) Devletin gücü çoğaltılmalı. 2) Metalist: Altın ve gümüş esas zenginlik olduğundan bunları biriktirmeyi öğüt veren parasal-metalist bir doktindir. 3) Interventionist: Kamunun-ulusal ekonominin etkisini çoğaltmak için devletin geniş müdahalesi, koordinasyonu şart. MERKANTİLİZMİN ÖZÜ Ulusal refahı yaratan lehte dış ticaret dengesidir!!!!! BUNUN İÇİN DE: -Zenginliğin artması isteniyorsa, tıpkı bireyler gibi daha az harcanmalı daha çok kazanılmalıdır. DOLAYISIYLA: merkantilistler için “para” “nervus rerum”dur. (YANi: En önemli husus) Thomas Mun’un kitabının başlığı: “Dış Ticaret ile İngiltere’nin Hazinesini Ya da Dış Ticaretimizin Dengesi Hazinemizin Kuralıdır.” --- 1664---(uzun başlıklar dönemin modası) ticaret dengesiyle ilgilenmenin hatalı bir yanı bulunmamaktadır. Elbette dış Merkantilist kuramı ayırt eden şey, dış ticaret dengesi ve uzun vadede bile dış ticaret dengesizliğinin sürdürülmesi amacıyla ilgili saplantıdır. İspanya, kolonileri sebebiyle, diğer Avrupa ülkelerine nazaran altın ve gümüş biriktirmekte üstündü. Diğer devletler “ispanya”nın üstünlüklerine sahip olamadığından “ticaret” ile üstünlük biriktirmeye Örneğin mecburdular. Mümkün olduğunca ihracat yapıp, olabildiğince az mal satın almak esastır. Bu durumda; ödemeler dengesi ülke yararına fazlalık verecek ve ihracat ile ithalat arasındaki fark, ülkeye sağlayacaktır. maden girişini KISACA Bir ülke; 1) Görünür meta ihracatıyla 2) Görünmeyen hizmetlerin ihracatıyla 3) Değerli madenlerin ihracatıyla 4) Yurtiçinde yapılan yabancı yatırımlarla [veya] yurtdışında yaptığı yatırımların karlarını aktarmakla [veya] yabancılardan alınan borçlar biçiminde sermaye ithali yoluyla DÖVİZ elde eder!!!! Bir ülke; 1) Görünür mal ithalatıyla 2) Görünmez hizmet ithalatıyla 3) Değerli maden ithalatıyla 4) Yabancılar üzerindeki alacakların edinilmesi genel biçimi altındaki sermaye ihracıyla DÖVİZ harcar!!!! Bu dört kalem daima DENGEDEDİR, çünkü ilk üçü dengede olmadığında aradaki fark sermaye ithali ya da ihracı olarak görünür. FAKAT; Merkantilistin “dış ticaret dengesi”nden kastı sadece ihracat fazlasıdır!!!! BU SEBEPLE ÖNCELİK: ihraç edilebilir mallar üretimi + ulusal ekonominin kendi kendine yeterli olması + nüfus artışı(=üretim ve savaş gücü) MERKANTİLİZM’de ithalatın sermaye yoğun yöntemlerle üretilmiş hammadde ve yarı mamul mallardan, ihracatın ise emek yoğun yöntemlerle üretilen nihai mallardan oluşması gerektiği ve sonuçta ortaya çıkan net işgücü çıkışının yurtiçinde istihdamı ayakta tuttuğu ve yabancılar tarafından ödenen gelirleri arttırdığı görüşü hakimdir. MERKANTİLİZM’de (Locke’un deyişiyle) “zenginlik” sadece altın veya gümüş anlamına değil, diğer ülkelere göre daha fazlasına sahip olmak anlamına da gelir. Bir ülkenin kendi devletini güçlendirmesiyle olduğu kadar, komşularının iktisadi gücünü zayıflatmasıyla da ilgilendiği söylenebilir. İktisadi çıkarlar çatışma halinde görülüyor ve ulusların iktisadi büyümelerinin sıfır toplamlı bir oyun olduğu görüşü hakim oluyordu. Klasik iktisatçılar, öncüllerinin(merkantilistlerin) kronik ihracat fazlasını savunan argümanlarının baştan sonra entelektüel kafa karışıklığına bağlı olduğundan asla kuşku duymamıştır. NİHAYETİNDE; Merkantilistler lehte bir dış ticaret dengesi ile her ne elde etmeyi umuyorlardı ise bunun kısa ömürlü olması kaçınılmazdı. Dış ticaret ve altın birbirine bağlı iki kapta bulunan ve sürekli olarak ortak bir düzeye kavuşmaya çalışan suya benzediği için, lehte dış ticaret dengesini amaçlayan bir politika, kısaca kendi kendini engellemeye mahkumdu!! “Kendi kendini düzenleyen sikke dağılımı teorisi” “sikke akımı mekanizması” DA BUNU SÖYLÜYORDU: tedavüle ilave altın çıkması i) Herhangi bir ülkede ii) ülkedeki fiyat düzeyini diğer ülkelere göre yükseltir. Bunun sonucunda, ithalat fazlası doğar ve bu sikke akışıyla finanse edilmelidir. o iii) iv) Bu durum, altının yöneldiği ülkede de aynı tepkiye sebep olur. Süreç, ticaret yapan tüm ülkeler yeni bir denge kurana kadar devam eder. John Locke, 1690’larda yazdıklarıyla fiyatların dolaşımda bulunan para miktarlarıyla belirli bir oran içinde değiştiğini ifade etmişti. Öncesinde T.Mun dış ticaret hacminin farklı ülkelerdeki nispi fiyat düzeylerine bağlı olduğunu göstermişti. A.Smith her ne kadar ders notlarında tartışmış olmasına rağmen “sikke akım mekanizması”na “Milletlerin Serveti”nde değinmedi. Klasik Okulun merkantilist hataları ele almasıyla ortaya konulan sert kınama bir yüzyıl kadar herhangi bir itiraz görmemiştir. ANCAK, Merkantilizmin görece yorumu, Avrupa’da korumacılığın yeniden canlanmasına ve kadar beklemiştir. Alman Tarihçi Okulun yükselişine Roscher ve Schmoller(sonrasında İngiliz öğrencileri Cunningham ve Ashley) merkantilist politikaların bazı istenir sonuçlarını savunmuştur. KEYNES ise, genel teori’nin “Merkantilizm üzerine notlar” bölümünde, şöyle diyordu: “Bir ekonomik sistemin otomatik olarak tam istihdam durumuna eğilim göstermediği anlaşıldığı anda, uluslararası işbölümünün avantajlarına dayanarak korumacılığa karşı çıkan klasik görüş gücünü yitirir.” Keynes, merkantilistlerin altın girişleriyle bu denli meşgul olmalarının çocukça bir takıntı olmadığını, bunun para bolluğuyla düşük faiz oranları arasındaki bağlantıya dair sezgisel bir kavrayışa işaret görüyordu. Doğrudan kamu yatırımları ya da para politikasının kullanılması söz konusu olmadığında(-ki modernite öncesi böyle idi-) yapılacak en şey lehte dış ticaret dengesi vasıtasıyla edilmesidir. enflasyonun iyi teşvik İhracat fazlası yüksek fiyatlar Altın girişifaiz oranlarında düşme Para arzının artmasıyatırım ve istihdam artışı……. Dolayısıyla enflasyonla beraber faiz oranlarında düşme yaşanacak. Bu durumdan da ençok faydalanacak. borçlu olan sınıf yani tüccarlar (Nomimal faiz – enflasyon= reel faiz ) Özetle: Ticari çıkarlar para arzının genişlemesini gerektirmektedir. Banka sisteminin yokluğunda, para birimi altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerdir ve ancak ticaret fazlası ile ülkeye değerli maden girişi sağlanmaktadır. Para arzı daralması: Genel fiyat seviyesi düşer reel faizler yükselir ve alacaklılar kazanır, borçlular kaybeder. Para arzı genişlemesi: Genel fiyat seviyesi yükselir reel faizler düşer ve borçlular kazanır, alacaklılar kaybeder. M.V=P.T Merkantilistlerin ‘M’nin “P” üzerindeki değil, “T” üzerindeki etkisine vurgu yapmaları para arzındaki bir artışı para talebindeki bir artışın izleyeceği, dolayısıyla da sikke girişinin fiyatları değil doğrudan ticaret hacmini etkileyeceği düşüncesine dayanmaktaydı. (Merkantilistler Hume’un otomatik düzenleyici sikke akım mekanizmasını dikkate almamıştır!!!!) Miktar teorisi, J.Locke tarafından ilk defa formüle edildiğinde yalnızca fiyatlar düzeyinin paranın miktarıyla orantılı olacağını anlatıyordu. İki akımı, paranın miktarını(M) ve ticarete konu olan malların toplam hacmini karşılaştırıyor, böylelikle para stokunun mutlak büyüklüğünün ulusun zenginliği için hiçbir öneminin olmadığını ortaya koyuyordu. YANİ; paranın hiçbir “içsel” değere sahip olmadığı tezi merkantilistler için yıkıcı bir biçimde belirmekteydi!!!!! HALBUKİ, Merkantilistler para arzındaki artışı para talebindeki bir artışın izleyeceğini, dolayısıyla da sikke girişinin fiyatları değil doğrudan doğruya ticaret hacmini etkileyeceğini düşünmekteydi!!!!!!! MERKANTİLİST İKİLEM: Sikke akım argümanından ileri gelir. Halbuki -MERKANTİLİSTLERİN umduklarının aksine- altın miktarı artınca yurtiçi fiyatlar yükselir, ithalat ucuzlar ve ticaret dengelenir!!! Diğer taraftan, CANTİLLON ETKİSİ olarak bilinen mekanizmaya da gözatmakta fayda vardır. Örneğin, akışı yatırım veya tasarrufa dönüştürülmek üzere yeni para girişimcilere ulaştıysa faiz haddi muhtemelen düşecektir. ANCAK para ilk olarak toprak sahiplerinin eline geçtiyse tüketime harcanacak ve tüketim talebindeki artış girişimcilerin daha yüksek faiz ödemeye razı olmalarını sağlayacaktır. [ faiz haddinin sadece para arzı ile ilişkili olmadığına dair bir tespit)] Bu tespitin temelinde kanaatkar tüccar ile müsrif toprak sahibi arasındaki karşıtlık resmedilmektedir ki; A.SMİTH dahil olmak üzere 18.yy. kuramlarının tipik özelliğidir. AYRICA: Merkantalistlerin külçe arzının Hindistan’a akan kısmından ötürü endişe duymak konusunda haklı nedenleri olduğu da söylenebilir. ZİRA; - İNGİLTERE dünyanın bu bölgesine ihraç edecek hiçbir şey üretmiyordu. İNGİLTERE, Baltıklardan gelen buğdayı ve Hint baharatlarını elde etmek için sömürge ticaretini değerli maden temin edecek şekilde SIKMAK durumundaydı. T.Mun, “Doğu” ile ticaretin genellikle tek yönlü olmasına rağmen teşvik edilmesini savunmuştur. ÇÜNKÜ; ayırmak icap eder. 1) ÖZEL TİCARET BİLANÇOSU. Birincisi; bir iki ayrı BİLANÇOSU ticaret bilançosunu birbirinden GENEL TİCARET açık sayesinde genel ticaret 2) ülkeyle ticareti içerir. İkincisi, bütün dünya ile olan ticareti içerir. “Özel ticaret bilançosunda ortaya çıkan bilancosunda fazlalık oluşuyor olabilir!!! MERKANTİLİST DOKTRİNİN GELİŞİMİ İspanya, İngiltere, Hollanda, Portekiz ve Fransa tarafından farklı uygulanmıştır. Fransız Merkantilizmi –Kolbertizm- olarak anılır. Laisser-faire, laissez Passer ilkesinin doğuşuyla dolaylı ilişkisi olduğundan ötürü özel önemi vardır. Portekiz, büyük denizciler-amiraller yetiştirmiş olmasına rağmen merkantilizm alanında düşünür yetiştiremediğinden bağımsızlığını da gücünü de yitirmiştir. İspanya ise 1600-1620 arasında, yeryüzünün en zengin altın servetine sahip ülkesi olarak üretim-ticarete yönelmemiş- tek amacını altını ülke içinde olarak belirlemiştir. Halkın %20’si devletten maaş alır. %30’u ruhban sınıfına dahildir. Lüks tüketim vardır. Üretim yoktur. Altın girişiyle birlikte fiyatlar yükselir, endüstri çöker. Altın ispanyayı terk eder. İspanyol devlet merkantilizmi iflas eder. ALTIN EFSANESİ ispanyayı bitirir. tutmak Merkantilist doktrin METALİST aşamadan ENDÜSTRİYEL aşamaya geçerken HOLLANDA liberal merkantalizmi, İNGİLTERE ticari merkantilizmi temsil eder. Hollanda-Liberal merkantilizm: Devlet müdahalesi, şirketlere ve kişilere yardımla ticareti geliştirmek ile sınırlıdır. Girişimci bireycilik esastır. Altın külçe ihracı bile serbesttir!!!!! Kredi vermek izni söz konusu. 1609, Amsterdam Bankası. İNGİLTERE-Ticari merkantilizm: Dış ticaret kaldıracı, ekonomik gelişmenin temelidir. 13.yy.-14.yy.’da feodalizm sonrası döneme görece geri kalmış bir ekonomi olarak giren İngiltere 17.yy öncesi Avrupa’dan teknoloji ithal eder konumdadır. ithal ikameci politikaları uygulamaya koymaya başlamasından neredeyse bir asır sonra I.Elizabeth(1587) döneminde ham yün VII. Henry’nin(1489) ihracatını yasaklayacak kadar yünlü mal imalatının uluslararası rekabet gücünden emin olabildi. I.Elizabeth yeni pazarlar bulmak için Papalığa, Rusya, Moğalistan ve İran’a ticaret kafileleri gönderdi. Temel kabul: Endüstri yabancı pazarlar için üretir. Dış ticaret fazlası ile ülke zenginleşir. T.Mun, J.Child, W. Petty, J.Steuart ünlü merkantilist düşünürler. “Act of Navigation” yasası ile ingiliz malları ingiliz gemileriyle taşınır. Bu da ingiliz gemi inşaatını gelişmek durumunda bırakır. 1660’daki “gümrük rejimi” ithalata yüksek vergi getirir. Ve ihracata vergi kolaylığı sunar. Kolonilerde üretim yasaklanır, hammaddelerin adada üretim yapılması esas alınır. İngiltere’ye getirilmesi ve Dünya rekabeti için “düşük faiz” politikası esas alınır. Bu yasa 1850 yılına kadar 200 sene geçerliliğini sürdürmüştür. 19.yy. ortasında teknolojik üstünlüğü şaşmaz/tartışılmaz bir hal alana kadar İngiltere sanayii teşvik etmeye yönelik politikalara devam etti. 1815’de çıkan tahıl yasası(Corn Law)’nın iptali 1846 idi. Bu tarih klasik liberal doktrinin MERKANTALİZM üzerindeki bir zaferi olarak görülmektedir. (A.Smith’in ‘Milletlerin Zenginliği’nden tam 84 yıl sonra!!!!!) Cobden-Chevalier Antlaşması olarak da bilinen İngiltere-Fransa Serbest Ticaret anlaşmasının imzalanmasıyla beraber 1850-1860 bütçesinden birçok tarife kaldırıldı. İngiltere’de 1848’de vergilendirilmiş ürün sayısı 1146 İngiltere’de 1860’da vergilendirilmiş ürün sayısı48 Alman Merkantilizmi- KAMERALİZM“KAMMER” Krallık veya prenslik hazinesi. Kralın gelirlerinin arttırılması politikasına dönüşmüştür. Maliye odaklıdır. Devlet önceliklidir. Kameralizm, devlet memurlarını eğitmek ve bu yoldan ekonomik kalkınmayı sağlamak için bir eğitim politikası niteliği kazanmıştır. Tüccarlar değil özellikle hukuk profesörleri öncü kadrodur. Eserler uzun derinlemesine detaylı metinler. Hukuk mantığını gözlemlemek mümkün. Fransız Merkantilizmi- KOLBERTİZM- Fransız doktrini “ulusal ekonomi” fikri etrafında oluşmaktaydı. Fransız merkantilistleri İngiltere’dekilerin aksine işadamı olmayıp resmi devlet görevlileriydi. Ülkeleri zengin ve gönençli yapan nesnelerin altın ve gümüş gibi değerli madenler değil de, insan yaşayışı için zorunlu olan malların üretimidir. Zira Fransız merkantilizmi KRAL 14.Louis’nin Maliye Bakanı (1619-1683)’dan adını aldı. 22 yıl görevini sürdürmüştür. Merkantilist pratiğin zirve ismi COLBERT’tir. Sanayinin devlet tarafından düzenlenmesi ve teşvik edilmesi onun Maliye bakanlığı zamanında zirveye ulaşmıştır. J.B.COLBERT Avrupa merkantilizminin en gelişmiş aşaması olan KOLBERTİZM uygulamaları sonucunda Fransanın endüstrileşme haritası çizilmiştir. Bu doğrultuda, i) ii) iii) Üretim metodlarını geliştirmek: üretimi eğitici ve geliştirici kurallarla geliştirmek esastır. Zanaatkarlara yeni teknik metodlar empoze edilir…. Kraliyet imalathaneleri kurulur. Devlet fonlarıyla fazla üretim yabancı piyasalara sevk edilecek ve koloniler oluşturulacaktır. Etkin-rasyonel gümrük koruyuculuğu: Hammadde ithalatını teşvik, hammadde ihracatına sınırlama konulmaktadır. Ayrıca işlenmiş madde ihracına teşvik sözkonusudur. Devlet müdahaleciliği: Ekonomik gelişmeyi engelleyen durumlara müdahale. Yararlı uygulamalar zorunlu hale getirilmektedir. Üretilen kumaşların CM2’ye düşen ilmik sayısı bile her bölge için belirlenmiştir. (ortalama 1408 düğüm) Meslek loncalarındaki patron-işçi ilişkileri, sanayideki üretim metodları, kalite kontrolleri-kısaca herşey- devletin eline geçti. Yoğun devlet işletmeciliği oluştu. Ülkeye kalifiye işçi getirerek ithalata bağımlılık azaltılmaya çalışıldı. Gemi yapıcıları ve gemiciler mali yardımla destekleniyordu. Colbert feodalizmin tüm kalıntılarını temizliyordu. Ya da bir başka yorumla; İNGİLİZ merkantilizmi loncalar ve devlet müdahalesi gibi ortaçağ kurumlarından kurtulmaya yönelmişken; Fransa Ortaçağ sisteminin millileştirmeye yönelmiştir. İngiltere ve Hollanda’da şirketler” dış ticaretle ilgilenen özel şirketler olduğu halde, Fransa’da “imtiyazlı devlet öncülüğü ve desteği ile kurulan şirketler bu işi yapmaktaydı. Sadece devlet güdümü esas değildi, girişimcilik ve kar arayışı dinamiği de önemsendi. Colbert güdümcülüğü, özendirici ve “bizzat kurucu” bir devletçiliktir. Karma ekonomili şirketler ile özel teşebbüsler kurulması özendirilmişdesteklendirilmiştir. Ancak işçi-köylü Colbert’in ilgi ve endişesi dışındadır. Merkantilist düşüncenin etkisiyle devletin bütün desteğiyle sanayiye yönelmesi tarımı ihmal etmiş, Bu da yeni arayışlar yaratarak FRANSAda FİZYOKRASİNİN ortaya çıkmasına sebep olmuştur. MERKANTİLİZMİN AŞINMALARI: - Paranın sadece bir “değer muhafaza” aracı olarak görülmesi. Bir değişim aracı olarak görülmemesi. - Dünya ticaretini durgunlaştıran ve ülkeleri çatışma eşiğine getiren bir sistem olması. - Fiyat artışları, enflasyonun ortaya çıkması. Merkantilist uygulamalar zaman geçtikçe sıkıcı, frenleyici, dondurucu süreçlere dönüşmüştür. Merkantilizmin düşünsel aşınması: Endüstrinin ihracata yönelebilmesi için fiyat avantajı gerekiyor, bunun için de maliyetleri kesmek için ücretler baskılanıyordu. Gerçek zenginliğin altın ve gümüşten daha ziyade, hayata rahatlık veren ürünlerde olduğunu ileri süren düşünceler TARIMA dikkat çekti!!!!!! ÖZELLİKLE, FİZİYOKRAT OKULU, tarımcı düşünce ile öne çıktı. Tarıma dayanan “asilzadeler” ekonomik durumunu, ticaret “DENGELEMEK” ve “ruhban sınıfı”nın kötüleşen sosyal “burjuvasının gelişimi” amacıyla tarım karşısında ürünlerinin serbestçe ticaretini önerecek, fiyatı yükseltecek bu malların bu sosyal grupları iyileştireceği öngörülmekteydi. eleştirmekte, sadece dış yetindiği için merkantilizmi DR. QUESNAY 1757 YILINDA COLBERT’İ ticaret ve imalat sanayiini düşünmekle mahkum etmekteydi. Bu eleştirilerle LİBERALİZMin öncü düşünceleri belirmekte, oluşumuna hizmet edilmektedir. A.SMİTH’in MERKANTİLİZM eleştirileri: - Hükümet müdahaleleri serbest bırakıldığı takdirde sermayenin en verimli kullanımını engeller. - İmalatı geliştirme adına komşu ülkeleri zayıflatma bir avantaj getirmez. - Üreticinin “bencil yararı” adına toplumsal yarar feda edilmektedir. Klasik Okul da MERKANTİLİZMİ zenginlik konusunda, para konusunda, ticaret konusunda tutarsız bulmuş sadece güçlü-zengin kişilerin yanında işleyen müdahaleye karşı çıkmıştır. Köylüler, işçiler ve soylular yoksullaşmaktadır. Merkantilizm en çok burjuva sınıfına yaramaktadır. AVRUPA’NIN EN GÜÇLÜ BURJUVA SINIFI İNGİLTERE VE FRANSA’DA OLUŞUR. - 1730-1775; fiyat artışlı Para stokunun büyümesi, Dış ticaretin özellikle kolonilerle gelişmesi - Tekstilde mekanik dokuma, buharlı makine gibi endüstriyel devrimler söz konusudur. SANAYİ KAPİTALİZMİ, anılan bu strüktürler içerisinde oluşmaya başlarken, Liberal Doktrin de düşünce alanında oluşacaktır. BÖYLECE; 1500’lerde başlayan “ticari kapitalizm” 1789 yılında yerini “SANAYİ KAPİTALİZMİNE” BIRAKACAKTIR!!!!! LİBERAL İKTİSADİ ÖĞRETİNİN DOĞUŞU Liberal iktisadi öğreti ya da laisser-faire, 18. yüzyıl sonunda Fransa'da ve İngiltere'de merkantilizme tepki olarak ve yeni doğan sınai kapitalizmin sözcülüğünü yaparak ortaya çıktı. Başlangıcında- Fransa'nın kendi iktisadi yapısına uygundu; tarımsal kapitalizmin sözcülüğünü yapıyordu. Daha sonra hem Fransa'da hem İngiltere'de yeni gelişen sınai kapitalizmin savunucusu oldu. Böylece yeni yükselen girişimci sınıf, toplumda kendi faaliyetini sınırlayacak bütün kısıtlara karşıydı. Merkantilizmin tekellerine, kamu denetimine, soyluların toprak mülkiyetinden doğan gücüne ayrıcalıklarına, karşı çıkarken kendi çıkarı için özgürlük, bireysel girişim ve bireysel denetim istiyordu. Bu süreçte dünya görüşünü haklı gösterecek yeni bir felsefenin oluşmasına yol açtı: Dünya görüşü ----------- "iktisadi liberalizm", politikası ---------------- da ------- laisser-faire oldu. İktisadi liberalizmin doğuşunu anlamak, merkantilizme tepkinin doğuşunu yaratan altyapı şartlarının ve felsefi görüşlerin anlaşılmasını gerektirir. Liberal iktisadi öğretiyi haklı göstermek üzere teoriler kuran iktisatçılar, üç iktisat okulunda toplanmaktadır: Fizyokratlar, Klasik Okul , Neo-klasik Okul. (Temel amaç Liberalizmin felsefi kaynaklarından elde edilen ilkelerin savunulması + belirli bir toplum düzeninin en iyi ve en adil düzen olduğunun ispatlanmasıdır.) I- ____MERKANTİLİZMDEN İKTİSADİ LİBERALİZME GEÇİŞİ HAZlRLAYAN ŞARTLAR____ 15- 18. yüzyıllar arasında Batı Avrupa ülkelerinin iktisat politikasına yön veren merkantilist görüşler, 17. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren yavaş yavaş değişmeye, ticari kapitalizmden geçiş aşamasını yansıtmaya başlıyordu. sınai kapitalizme 17. yy ikinci ve 18.yy birinci yarısında (1650-1750) eserlerini veren İngiliz ve Fransız düşünürlerin, bir ayağı merkantilizm, bir ayağı liberalizmdeydi. 17. yy.’ın ikinci yarısından itibaren(1650- …. ) doğuşunu sanayi kapitalizminin hazırlayacak şartlar ortaya çıkmaya başlamıştı. 1------ fiyat artışları, gelir bölüşümünü "kar" olarak gelirden pay alan kapitalist sınıf l e h i n e değiştirmişti. Bu sınıfın, yani burjuvazinin artmıştı. tasarruf gücü büyük ölçüde 2----- teknik buluşlar, insan gücünün makine ile ikame edilmesini ve ev-sanayiinden fabrika-sanayiine geçişi hazırlamıştı. 3---- yatırımların karlılığını sağlayacak geniş bir piyasa, gerek ülke içinde gerek denizaşırı ülkelerde Feodalizmin yıkılmasıyla geçimlik tarım üretimi üretime dönüşünce, iç piyasa genişlemişti. sağlanmıştı. piyasaya bağlı ticari Denizaşırı ülkelerde ticari ihracat kumpanyaları, sonra bunların yerini alan sömürge kumpanyalarıyla dış piyasa genişlemekteydi. 4-------Üretim girdileri piyasası oluşuyor, üretim faktörleri serbestçe piyasadan satın alınabiliyordu. (Karl Polanyi/B.D.) Feodal sistemin yıkılması ve tarımın ticarileşmesi toprağı, emek hizmetini ve hammaddeleri, serbestçe piyasadan satın alınabilir duruma getirmişti. Denizaşırı ülkelerdeki sömürgeler, gelişen sanayiye hammadde sağlayabiliyordu. (Reformasyonda Kilisenin topraklarının alınması da benzer etkiler yaratmıştı.) Bir üretim girdisi olarak işgücü hizmetlerinin piyasada serbestçe kiralanabilmesi ise, daha yavaş gelişen bir olay oldu. [ Feodalizmin çökmesi - -İngiltere'de çiftçileri ve araziyi , çitleme (enclosure) hareketinin işçileri topraktan sürmesi, - emeğin makine ile ikamesinin ev-sanayinde yarı bağımsız ustaları ücretli işçiye dönüştürmesi ücretli işçi sınıfının doğuşunu hazırlamaktaydı. ] Küçük ölçekte ve çok sayıda, hiçbiri malın fiyatını etkileyebilecek çapta üretmeyen firmalardan oluşan bir sanayi doğuyordu. İngiltere'de doğan pamuklu dokuma, kömür madenciliği, metal ve metalurji sanayiinde üretim, bu tür firmalarda yapılmaktaydı. Doğmakta olan sanayi kapitalizmi rekabet şartları altında mal üretiyordu. Üretim tekniği, henüz bütün piyasanın bir ya da birkaç firma tarafından paylaşılabileceği çapta üretime elverişli Buna karşılık, değildi. loncalar ve ayrıcalıklı ticaret kumpanyaları tekelci kuruluşlardı. Rekabet şartları altında doğan sanayi, bu bakımdan, tekellere karşıydı. Çünkü, ederken, kendisi(sanayici) rekabet şartları altında işgücü talep işgücü arzını kısıtlayan loncaların tekelci tutumu; sanayici aleyhine değiştiriyordu. Lonca kayıtlarından ve toprağa bağlı statüsünden kurtulan işgücünün tekrar örgütlenmesine karşı, İngiltere'de Parlamento "Birleşme"yi yasaklayan kanunlar çıkardı. Sanayii kısıtlayan kontroller kaldırıldı. Ticari ihracat kumpanyalarının yerini sömürge kumpanyaları alıyor; yeni kapitalist şirketler, tüccarlar ve yarı sanayici girişimcilerin egemenliğinde doğuyordu. Dış ticaretin serbestleşmesi, biraz gecikerek izledi. İktisadi çıkarlar güçlenince, 18. yüzyıldan itibaren koruyucu ve kısıtlayıcı ticaret anlaşmaları çözülmeye, serbest ticaret gelişmeye başladı. Dikkat ticaretten sınai üretime, tüccar ve maliyeciden kapital ve işgücüne yöneldi. Artık iktisadi faaliyetin temeli, sınai üretimdi. Servet ve karın mübadele ile elde edildiği söylenemezdi. Ücretli işçinin doğmasıyla bir arada, ücret de öncelikle incelenen konu oluyordu. -"Değer" konusunun İngiltere, Fransa ve İtalya'da iktisadi düşüncenin merkezini oluşturması, bir tesadüf değildi. Buna karşılık, geçerliğini ticari kapitalizmin çıkmazı da merkantilist düşüncenin azalttı. İhracat fazlasının iç piyasada fiyatları yükseltmesi dolayısıyla, yok edecek enflasyonist etkileri beraberinde getirmişti.(………merkantalizmin bir sonucu olarak) kendisini İKTİSADİ LİBERALİZMİN FELSEFESİ İktisadi liberalizmin okulların bağlı felsefesini kurdukları anlamaksızın teorileri anlamak; ve teorilerden çıkarılan politikayı kavramak mümkün olamaz!!!! Felsefe teori politika İktisadi liberalizmin yöntemi, özü, toplumun işleyiş biçimi konusundaki görüşü, bireysel davranışlarla ilgili varsayımları, laisser-faire deyiminde özetlenebilecek iktisat politikası, kaynağını ‘Tabii Kanun Felsefesi’nden alır… Fizyokratlar ve A. Smith bu felsefeden yararlanmıştır. 1)-------- Akılcı, Tümdengelimci, Soyutlayıcı Yöntemi (metodolojisi) 17. ve 18. yüzyılda Fransa'da ve İngiltere'de, fiziksel ve toplumsal bilimlerle ilgili bilgilerin artması, bu bilgilerin yayılması, insan aklına güveni artırmakta; insanın akılcı (rasyonel) bir yaratık olduğu kanısını uyandırmaktaydı. Akıl ya da tabii mantık, bütün fiziksel ve toplumsal bilimlerde tam ve yanılmaz bilgi edinilmesini sağlayabilir, kanunlar bulabilirdi. Bilgi bireylere iletilince, davranışları salt akılla yönetilecek, toplumsal kurumlara akılcı biçimler verilebilecekti. Kartezyen akılcılığın toplum bilimlerine girmesiyle ön plana alınan salt akılcılık, J.Locke'un "deneycilik”inden etkilenerek, akılcı gözlemciliğe dönüştü. Salt akılcılık insan aklının, deneyden önce gelen bütün gerçeklerin kaynağı olduğunu, akılla fiziksel evrenin ya da toplumun kanunlarının bulunabileceğini önermekteydi. Locke'un "deneycilik"i ise, fiziksel bilimlerde gerçeklerin gözlenmesi, kurulan teorilerin bunlara dayanarak sınanması ve ancak teoriler gerçeklerle destekleniyorsa kabul edilmesine dayanıyordu. İktisadi liberalizmin yöntemi hem salt akılcılık, hem de Locke'un "deneycilik"inden etkilendi. Bununla beraber, akılcı gözlemciliği salt akılcılıktan farklı olmadı Çünkü, günlük kişisel gözlemlere, sağduyuya veya kişisel yargılarla varılan ilkelere dayanarak varsayımlar yapılıyor, tümdengelimci bir yöntemle sonuçlara varılıyordu. Liberal iktisatçılar teorilerini kurarken kendi kişisel duyuları, mantıkları gözlemleri genelleştirip, varsayımlar yaptılar. ile yaptıkları insan davranışlarıyla ilgili Tümdengelimci yöntemle, sonuçlara vardılar. **Kurdukları teorilerin gerçekleri ne ölçüde açıkladığını sınamadan evrensel olarak geçerli kabul ettiler.** 2) Tabii Mantık ve Bireysel Davranışlarla İlgili Varsayımlar: İnsan aklına aşırı güven liberal iktisatçıları nasıl bir yönteme götürdüyse, aklın bireysel davranışları yönetmekteki rolünü de abartmaya götürdü. Kişilerin çeşitli seçenekler arasında, tatminlerini maksimumlaştıran seçimi yaptıkları; itici gücün kişisel çıkar olduğu kabul edildi. Bir üstün akıl, tatmini maksimumlaştıran akılcı bireylerin arzularını birbiriyle uyumlaştırıyordu. Toplumsal refahının bu yoldan maksimumlaşacağı düşü, bundan çıkarılan inanç sistemini oluşturdu. Liberal iktisatçılar, salt akılcı yöntem sebebiyle olması gerekenin ne ölçüde var olduğunu araştırmadılar. AKILCILIK VARSAYIMI İLE BİR CENNET YARATILABİLECEĞİNİ VARSAYDILAR… Bireysel davranışların akılcılığıyla ilgili varsayım insanların salt akılcı yaratıklar olmadığı ispat edilmesine rağmen, iktisatta bugüne dek hala devametmekte… ----------------------------------------------Ahlaki Tabii Kanun felsefesi, bireylerin ve toplumların "doğru" davranışlarını tanımlayan kuralcı (normatif) ahlak düzeninin ilkelerini koymuştu. İnsanın, doğuştan aynı "insan tabiatı"nı taşıdığını, dolayısıyla aynı haklara ve özgürlüklere sahip olması gerektiğini kabul ediyordu. İnsanların tabii hakları arasında, -emeklerinin ürününü elde etmesi, -özel mülkiyet -tabii yeteneklerini en iyi biçimde geliştirmesi, -bireysel girişim vardı. Herkesin eşit hakları ve özgürlükleri olması gerektiğine göre, en iyi uyumu sağlayacak düzeni bulmak gerekiyordu. tabii kanun1ara riayet edildiği için tabii uyum Newton'un klasik fiziği, fiziksel evrene düzenli ve değişmez kanunlara tabi bir sistem görünüşünü veriyor, cisimlerin tabii kanun1ara göre hareketinin teorisini koruyor, bu sistemin işleyişini inceliyordu. Newton fiziği, fiziksel bilimler kadar, toplumsal bilimleri de etkiledi. Toplumlar da anlaşılabilir içsel kanunlara göre işleyen, tabii kanunları olan, düzenli sistemler olarak düşünüldü. Görünmeyen bir el tarafından yönetilen toplumun, belirli bir amaç ve bir içsel tutarlılık içinde bulunduğu varsayımı ortaya çıktı. İktisadi liberalizmin edilgen akılcılığı, toplumun tabii kanunlarının saptanıp, bunlara uyulmasını gerekli kılar oldu!!! Bu kanunlar, piyasa ekonomisinin kanunlarıydı. Tabii uyum, bireyin bireyle ve bireyin toplumla çıkarlarının uyuşmasını sağlıyordu. Toplumun işleyişindeki belirli amaç, toplumun maksimum refahıydı. Kanunların tabiiliği ise, bunlara hiç müdahale edilmemesi, müdahalenin faydasız olacağı sonucuna götürüyordu. Laisser-faire, devletin tabii kanunların en iyi işleyişini sağlayacak hukuk sistemini kurmak dışında piyasaya müdahale etmemesi, sadece, piyasa kanunlarının serbest işlemesini sağlamakla yetinmesi olmaktaydı. İktisadi liberalizme tepki olarak doğan sosyalist öğretinin ilk öncüleri de, liberalizmden esinlenmişti. Ne var ki onların (edilgen değil) etken akılcılığı, soruna başka bir açıdan bakmalarına götürdü. Toplum bu mantık düzenindeki mükemmelliğe göre değiştirilmek istendi. AYRICA: Toplumlarda tabii kanunların bulunduğu inancı, toplumların evrensel kanunlara bağlı olduğu sonucunu doğurdu. Fizik kanunları gibi, zaman ve mekandan bağımsız ve doğru olan kanunlar!!! Eğer insan tabiatı "tabii" olduğu için her yerde aynı ise toplum kanunları "tabii" olduğu gibi dolayısıylaevrensel olmalıydı. Tabiatta bulunan rekabet, en dayanıklı ve güçlü olanın yaşaması, dayanıksız ve güçsüz olanın tasfiye olması, eşitsizlik, tabii oldukları ölçüde evrensel kanunlardı. F İ Z Y O K R A S İ: TABİİ KANUNUN HAKİM OLDUĞU DÜZEN "Fizyokrasi" toplumların Tabii Kanunla yönetilmesi demekti. Ticari merkantilizmin, tarımı savsaklayan, sınırlayan, hatta mağdur eden politikaları karşısında Liberalizm tek çıkar yol olarak belirmektedir. Liberal doktrinin metafizikçi, tarımcı tabanı olarak fizyokratlar iktisadi düşünce açısından önemli bir okul konumundadır. Fizyokratlar Metafizikle yüklü ahlak inançlarını Tabii Kanun Felsefesiyle ortaya koydukları için, çağın olgucu (pozitivist) düşüncesinde önemli bir destek bulamadılar. Ardınca gelen, liberal iktisatçılar, kurdukları iktisat sisteminin gerisindeki felsefeyi daha gizli, daha bilimsel bir çerçeve içinde tekrarlamasını bildiler. Ancak A.Smith tarafından “marifetli” bulunan bu zümre kendilerine “iktisatçı”/“les economistes” diyen ilk zümredir. Fransa’da ortaya çıkmıştır. İktisadi düşünce alanında ilk okul/ekol olarak kabul edilirler. Önderleri “Avrupanın konfüçyüsü” olarak sundukları Dr.Quesnay’dir. Dr. Quesnay asıl olarak bir saray doktorudur ve ekonomi üzerine ilk eserini 62 yaşında vermiştir.[(***Her zaman umutlu olmak için güzel bir bilgi!!!***)] “Journal Oeconomique” adıyla İktisat üzerine bilinen ilk dergiyi çıkaran fizyokratlardır. [Pierre S. Dupont De Nemours] Ayrıca bir fizyokrat olarak eser veren (Fransız Maliye Bakanı) Turgot, Avusturyalı iktisatçı Böhm-Bawerk’e göre döneminin en önemli isimlerinden biridir. Fizyokratlar “doğal düzene” inanmaktadır. Bu yüzden metafizikçi-tarımcı bir düzlemde yer almışlardır. Tarım verimli olan tek sektördür. TARIM ezilmiştir. Merkantilizm politikaları altında endüstri ve ticarete karşı monarşiyi kurtarabilmek ve bozulan sınıfsal dengeyi yeniden kurabilmek için tarımsal egemenliği olan soyluların durumunu kuvvetlendirmek gerektiğini görmüştür. Quesnay, [(Aristokratik Soylular + Kilise) X (Burjuvazi)] Sarayın, bu sınıfsal karşıtlığın dengeleyici unsuru olarak görüldüğü söylenebilir. 18.yy.’ın ortalarına değin politik iktisatın temel niteliği pragmatik ve normatif olmasıydı. Fizyokrasi merkantalizm ile birlikte, gibi bir ampirik anlayış biçimi yerini bilimsel bir ekonomi hazırlığına bırakmaktaydı. Quesnay; teorik, analitik, soyutlaştırıcı ve model kurucu bir yaklaşımla ekonomik ilişkileri değerlendirmiştir. Quesnay’in ahlaki-tabii kanunlar sistemi üç başlık altında toplanabilir: Akılcı bireyler, kendi tatminini uzun dönemde maksimumlaştırmak amacıyla davranır. Tabii kanunlar ideal bir hukuk düzeninde uygulandığında toplumda maksimum toplumsal refahı sağlar. Eğer bu ikisine herkes boyun eğerse, toplumsal iktisadi süreç düzenli bir takım kanunlara göre işler. Tabii kanuna, “iktisat Söz konusu tabii teolojisi” de denilmektedir!!! kanun; özel mülkiyeti, anlaşma özgürlüğünü, iktisadi girişim özgürlüğünü, ticaretin her türlü engelden uzak kalmasını gerektirmektedir. Fizyokrasinin ÜÇ AŞAMASI; Pozitif analizleri içeren tarımcı düşünce Doğal hukuk düşüncesi Özgürlükler teorisi. Bu temelde: Zenginliğin kaynağı, gerçek zenginlik TARIM’dadır. Diğer faaliyet alanları (ticaret, toprak sahipliği) kısırdır. Net hasıla bırakan “fazla bir değer” yaratan sadece TARIM’dır. Quesnay için sorun bu söz konusu “net hasılanın” hangi tarzda ve nasıl dolaştığını saptamaktır. 1758’deki “Ekonomik Tablo”’sunda [Tableau économique] bu akımı anlatmaktadır. Dr. Quesnay’e göre “doğal düzen” insanlar tarafından yapay olarak yaratılmış bulunan düzenlerin tümünden daha iyidir... İş böyle olunca, insanlar için en iyi yönetim/yöntem onların faaliyetlerini dışardan, keyfi bir tarzda engellemeyen, onları SERBEST bırakandır. Böylece de, bir düşünce sistematiği olarak Liberalizm’e varılmaktadır!!!! Quesnay’e göre Toplum 1)üretken 2) mülk sahibi 3)kısır olmak üzere üç sınıftan oluşur. Üretken sınıf(toprak kiracıları) tarım ile uğraşırken, Aristokratlar mülk sahipleri olmakta, Kısır olan sınıf da tüccarları oluşturmaktadır. Her çiftçi kendi tarlasında, toprak niteliği ve kendi özel niteliklerinin dikte ettiği uygun ekim tipini seçmede ve uygulamada özgür olmalıdır!!!! Tarımsal ürünlerin, en iyi bir fiyata satılmasına olanak verecek serbest bir ticaret ve rekabeti savunmaktadırlar. Merkantalizmin ticari-sınai, kuralcı-müdahaleci (devletçi) düşüncelerine FİZYOKRASİNİN tarımcı ve özgürlükçü(liberal-bireyci) görüşleri karşılık gelmektedir. “doğal düzen” “doğal kanun” felsefesi, -bizi-, “laissez-faire, laissez passer” e götürmektedir. Her insan sahip olduğu psikolojik denge sonucu mümkün olan en büyük doyumu, avantajı, en az masrafla elde etmek istemektedir… Böylece ‘hedonizm’ ve ‘homo-economicus’ un da yolu açılmaktadır. Laissez-faire liberalizmi, -özel mülkiyet -özel çıkar -güvenlik/özgürlük dengesi -üretim özgürlüğü -fiyat/rekabet özgürlüğü esaslarıyla karşımıza çıkmaktadır. BUARADA, (A.Smith’in Fransa ziyaretinde Dr.Quesnay ile tanışıp biraraya geldiğini de tarihi bir not olarak hatırlamak gerekir.) Grubun genç üyelerinden Dupont de Nemours notlarından birinde A.Smith’ten DR.Quesnay’in Paris grubundaki öğrencilerinden biri olarak bahsetmektedir. A.Smith’in “Milletlerin Zenginliği”ni Quesnay’e ithaf etmek istediğini ama Quesnay’in ölümü sonrası bundan vazgeçtiğini biliyoruz. A.Smith “M.Z.”de Fizyokrasiden “belki de ekonomi politik konusunda yayınlanmış fikirler içinde gerçeğe en yakın olanı” olarak bahsetmiştir. Fizyokratların felsefe sistemini ve iktisat teorisini en iyi açıklayan Quesnay oldu. Nihayetinde; Devlet hukuk düzenini, Tabii Kanunların temel ilkelerini göz önünde tutarak hazırlamalıdır. ADAM SMİTH 5 Haziran 1723 (vaftiz tarihi) 1737 Glaskow Universitesi 1740 Glaskow’dan Oxford’a (burs ile) -Oxford’da 6 sene… “Oxford Universitesinde devlet profesörlerinin çok büyük kısmı yıllarca öylesine hocalık yapmayı bile tamamen bırakmıştı.” A.Smith. 1790_ A.Smith’in ölümü. İskoç aydınlanmacısı. (Hutcheson ve Hume ile birlikte) 1759 _ Ahlaki Duygular Teorisi[ADT] A.smith’in “ADT”de geliştirdiği sosyal teori işlevselci bir teoridir. İnsanlar içiçe geçmiş ilişkiler ağı içinde belirli bir sistemin parçaları olarak yer alırlar. Duygudaşlık kanunu(law of smpathy): İnsanlar başka bir kimsenin eylemlerini ve karakterini, kendilerini o insanın içinde bulunduğu pozisyona koyup kendi duygularını bireyin davranışını motive eden duygulara uydurabilirlerse onaylarlar. ADT (konusu) Ahlaki yargıların doğası(temeli) = sempati MZ(konusu) Ekonomik büyüme (temeli) = işbölümü MZ’deki “kişisel çıkar” duygusu ve ADT’deki “sempati” ilkesi birer birleştirici ilkedir. Ahlak dünyası sempati Ekonomi dünyası kişisel çıkar Her iki ilke de kendi özel alanında Newton’ın doğan düzenini sağlamaktadır. A.Smith’in ‘MZ’ de geliştirdiği ekonomik modelin anahatları şunlardan oluşur: -İşbölümü - ekonomik sistem politik sistem -doğal serbestlik - Bir ahlak felsefecisi olan Adam Smith Sanayi Devrimi'nin arefesinde eserini verirken, Fizyokratların Tabii Kanun felsefesinden ve bir ölçüde de, tarımcı eğilimlerinden etkilenmişti. Tabii Kanunlara uyulduğunda toplumun kendiliğinden optimal biçimde işleyeceğine, ulusal servetin artacağına, servetin bireyler arasında en iyi dağılımının sağlanacağına inanmıştı. A.Smith'e göre birey kendini sevmek, özgür olma, geleneklere uymak, çalışmak, duygudaşlık mübadele eğilimi olarak altı davranış ilkesiyle harekete geçer. Bu ilkelere göre; her kişi, kendi çıkarının en iyi yargıcıdır; dolayısıyla bunu izlemekte özgür olmalıdır. Her birey kendi çıkarını güderken “görünmeyen bir el” tarafından, kendi dileği olmaksızın toplum yararına da hizmet etmeye yöneltilir. Devletin iktisadi hayata karışmaması gerekir. Tabii düzende --- Devletin üç görevi vardır. Ulusal savunma; Adalet ve yönetim; Karlı olmadığı için birey tarafından yapılmayacak, fakat toplum ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli olan işlerin yapılması: Eğitim, yollar, limanlar, köprüler gibi, bugünkü deyimle sosyal sermaye yatırımları, - yani dıştan yararlar sağlayan yatırımlar - kamuya bırakılmalıdır. Bireysel güdülerin, Smith'e göre, en etkili olduğu alan iktisadi hayattır. Her birey kendisi için en büyük karı ancak tabii toplum düzeninde elde edebilir. İşbölümü sayesinde kendi verimliliğini yükseltirken, diğer bireylerden bağımsız olmaktan çıkar. Mübadele, iki bireyin çıkarının bir arada tatmin olması sağlar. Her birey kendi çıkarı için üretim yaparken mübadele amacıyla ürettiği için, diğer bireylerin belirlediği amaçlar için üretim yapıyor demektir. Mübadele kendisine bir fayda sağlarken, kendisi de diğerlerini faydalandırmış olur. Bir üretim alanını diğerine oranla teşvik edecek ya da engelleyecek bütün önlemler, maksimum çıkar sağlamak için çalışan bireyi engeller; toplumsal yararı azaltır. A.Smith, Fizyokratlardan daha ileri ölçüde laisser-faire'in sözcülüğünü yapar. **Sadece soyut ilkeler koymakla kalmıyor, bu ilkeleri önleyecek uygulamaları ortadan kaldırtmayı da amaçlıyordu.** İngiliz dış ticaretini ithal gümrükleri, kısıtlayıcı dış ticaret anlaşmaları, tekellerden kurtaran etmenler arasında (Ricardo ile beraber) Smith'in fikirleri de bir yer kapsar. A.Smith’e göre ise devletin görevleri: 1) milli savunma 2) adalet 3) altyapı 4) kurumlar [Milletlerin Zenginliği hakkında] : “Nihai sonuçlarına bakıldığında, daha önce eşdeğeri hiç yazılmamış belki de en önemli kitaptır, ve kesinlikle devletin esas alması gerken ilkelerin konulması konusunda o güne değin tek bir insan tarafından yazılmış en değerli katkıdır.” H.T. Buckle (TARİHÇİ) “Milletlerin Serveti”----1) Analizdir. Ekonominin işleyişine dair bir modeldir. 2) Serbest Ticarete dair bir politika önerisidir. İşbölümü Ekonomik hayatın en kayda değer yönünü işbölümü oluşturur. Servetin ve refahın gelişimi için zorunlu bir başlangıç noktasıdır. 18 basit işi paylaşan 10 adam, günde yaklaşık 50 bin iğne yapabilir. ÖRNEK : “Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının yardımseverliği yerine, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz.” A.Smith. A.Smith, gerçekte işgücü arzı üzerinde, iç piyasada, dış ticarette bulunan bütün kısıtların kaldırılması amacını güden sanayici-girişimcinin ağzıyla konuşuyordu. Bu sınıfın davranışını hakim gösteren bir görüş de getiriyordu. kendi kar güdülerinin topluma faydalı olduğunu ve bencilce olmadığını öğrenmekten hoşnuttu. Sanayiciler, İşadamı, teoride de gerçekte olmaya düzenin merkezi oluyordu. başladığı gibi iktisadi ve politik Kapitalizmin Sanayi Devriminin başında, sınırlanmayan yükselmesi için, İngiltere'de ulaştığı düzeyde rekabet, iktisadi gelişme için, bireyin refahının temel şart sayılıyordu. A.Smith, REKABETİN yerleşmesiyle bütün toplumda refahın yükseleceği savındaydı. A. Smith'in yazdığı dönemde İngiltere'de piyasa şeklinin rekabet modeline yaklaşık olduğu bir gerçekti. Bu şartlarda, gerçekten bireysel çıkarla toplumsal yarar arasında büyük çatışma olmayabilirdi. Ne var ki Smith teorisini evrensel olarak geçerli diye ifade etti. Tabii düzene inancı, Smith'i devlet müdahalesini eleştiriye götürmekle beraber, toplumsal "uyum" ve özel mülkiyet arasında bir çatışma olabileceği şüphesine götürmedi. Özel mülkiyetin dağılımındaki büyük eşitsizliklerin, ne baskı ne de sömürüye yolaçabileceğine inanıyordu. Serbest rekabet yoluyla toplum yararına uygun olmayan bütün şartların değişeceğini ileri sürüyordu. KLASİK OKUL Klasik Okul, Fizyokratların izinde laisser-faire ideolojisini sürdürürken, bunu destekleyecek iktisat teorisini kurmuştur. Bir yandan da, geliştirdiği tahlil araçları, bunları özellikle kendilerine ve genellikle kapitalist sisteme karşı kullanacak Marx'ı, daha sonra Marx'ı etkileyecek olan Marx-öncesi İngiliz sosyalistlerini, büyük ölçüde etkilemiştir. Böylece, Klasik Okul, iktisadi liberalizmi Neo-klasiklere devreden bir zincirin halkası olduğu kadar, bunu tümden reddeden Marx'ı ve izleyicilerini besleyen başlıca kaynaktır. İktisadi liberalizmi toptan yadsımamakla beraber, buna bazı noktalarda karşı çıkan görüşlerin kaynağı da, yine kısmen Klasik Okul olmuştur. KLASİK İKTİSATÇILAR Klasik Okulun başlangıcı A. Smith'in ‘Milletlerin Serveti’nin basıldığı 1776’yı, sonu da J.S. Mill'in öldüğü 1873 yılı kabul edilirse, öğreti olarak bir yüzyıl gibi uzunca bir süre egemenliğini sürdürdüğü görülür. Bu süre içinde, söz konusu okula dahil olan bellibaşlı iktisatçılar ve eserleri: A. Smith ( 1723- 1790) bir ahlak felsefecisi veya bugünkü deyimle toplumsal bilimcidir. İngiliz(İskoçyalı)'dır ve üniversite hocasıdır. Başlıca eserleri, ahlak felsefesini açıkladığı, "Ahlaki Duygular Teorisi" (Theory of Moral Sentiments) ve "Milletlerin Serveti" (Wealth ofNations)'dır. D. Ricardo ( 1772- 1823), zengin bir borsa komisyoncusu olarak meslek hayatına başlamış, sonra İngiliz Parlamentosuna üye seçilerek politikaya girmiştir. Başlıca eseri, "Politik İktisat ve Vergileme İlkeleri" (Principles of Political Economy and Taxation 1817)'dir. T. R. Malthus ( 1766- 1834) rahip ve üniversite hocasıdır. "Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme" (Essay on the Principle of Population - 1798) ve J.B.Say'in "Mahreçler kanunu"nu red nedenlerini açıkladığı "Politik İktisadın İlkeleri" (Principles of Political Economy-1829) başlıca eserleridir. J. B. Say ( 1 767- 1 832) Fransız’dır. Üniversite hocası ve sınai imalatçıdır. "Fayda" konusundaki görüşleriyle, Neo-klasik Okulun öncülüğünü yaptığı söylenebilir. Bugün, daha çok (Malthus hariç) Klasik Okulun benimsediği "mahreçler kanunu" teorisiyle tanınır. Başlıca eseri, Traite d'economie politique’dir ( 1803-A. Smith'den, büyük ölçüde yararlanmıştır.) N. W. Senior ( 1 790- 1 864) Oxford Üniversitesi hocalarından bir İngilizdir. "Fayda" konusundaki analiziyle, Neo-klasik Okula geçiş aşamasını temsil eder. Pek çok eseri arasında, "Politik İktisat İlminin Anahatları" (Outline of the Science ofPolitical Economy 1 836) zikredilebilir. J.S. Mill ( 1806- 1 873) Ricardo'nun arkadaşı ve ögretisinin fikir babası olan James Mill'in oğludur. Felsefe, mantık, politik felsefe, politik iktisat konusunda pek çok eser vermiştir. Başlıca iktisat eseri, Smith ve Ricardo geleneğini sürdüren, "Politik İktisadın İlkeleri" (Pripciples ofPolitical Economy 1848)'dir. "Faydacı Felsefe" (Utilitarian) geleneğinde yetiştirilmiştir. Eserleri, özü bakımından, Ricardo geleneginden ayrılmamış olan Mill, Saint-Simon ve Auguste Comte'un, çağındaki toplumsal eylemlerin etkisinde, hayatının sonuna doğru "sosyalist" eğilimli olmuştur. Rekabete dayanan bireycilikle sosyalizmi bağdaştırmaya çalışmış, Klasik Okul içinden yetişen bir reformcu olmuş tur. İngiliz Klasik İktisat Okulunun doğduğu 18. yüzyılın sonları, gerek İngiltere'nin gerek diğer bazı Batı ülkelerinin önemli iktisadi ve politik değişmelere sahne olduğu bir çağdır. Bir kere, daha önce yavaş seyreden teknik buluşlarla bunların sanayie uygulanması, bu yüzyıl sonunda yoğunluk kazanmıştır. Öyle ki, İngiltere'nin bu dönemi, "Sanayi Devrimi" çağı diye nitelenir. Sanayi Devrimiyle birlikte, "iktisadi adam" niteliklerini taşıyan kapitalist-girişimci ve üretim araçları mülkiyetinden yoksunlaşan işçi sınıfı doğmuştur. Ayrıca, Fransız İhtilali (1789) Ortaçağdan kalan kurumları silmiş, "bireycilik ve özgürlük" iktidara gelen burjuvanın sloganı olmuştur. Bu, yeni bir sınıfın siyasal egemenliği ele geçirme zaferi sayılır. İngiliz sömürgesi olan Kuzey Amerika'da bağımsız yeni bir devletin (ABD) doğması, merkantilizmin sömürgeciliğine önemli bir dayanağını kaybettirmiştir. Nasıl ticari kapitalizm merkantilizmi, Fransa'da tarımın kapitalistleşmesi Fizyokrasi'yi doğurduysa, İngiltere'de Sanayi Devrimi de Klasik İktisat Okulu'nu doğurmuştur!!! Ne var ki, Fizyokrasi her bakımdan Merkantilizmin karşıtı olduğu halde, İngiliz İktisat Okulu'yla Fizyokrasi arasında, kurdukları teorinin gerisindeki felsefi görüş açısından büyük benzerlik vardır. Laisser-faire ideolojisi, de egemendir. + serbest dış ticaret ilkesi, her ikisinde Bunun nedenine gelince: 18. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere hala, ayrıcalıklı sınıfların egemenliğindedir. Oysa, iktisadi adam(homo-economicus), Sanayi daha doğrusu onun öncüsü rolünde artık doğmaktadır. Devrimi'yle beraber, Yürürlükteki ayrıcalıklara, merkantilizmden artakalan dış ticaretteki ve işgücü arzı üzerindeki tekelci sınırlamalara karşı bu yeni doğan öncü sınıfın savunulması, bireyciliğin faydalarının ve iktisadi özgürlüğün savunulmasını gerektirir. Devlet gücü ayrıcalıklı sınıflardan yana olduğu için, amaç, devlet müdahalesini minimuma indiren laisser-faire'e ulaşmaktır. Dış piyasalardan ucuz sınai hammadde ithal edilebilmesi, sınai mamullerin serbestçe bu piyasalara satılması için, serbest dış ticaret uygulanmalıdır. A. Smith'in çağında ve onu izleyen 50 yıl, akademik ve politik çevrelerde Klasik Okul tartışmasız kabul edildi. Sanayi Devrimi'nin başında İngiltere'nin sahip olduğu şartlar, dünyanın hiçbir ülkesinde tekrarlanmadığı için (- ilk sanayileşen rakipsiz bir ülke olması, büyük kapital stokuna sahip olması, sömürgecilikle dış piyasaları ele geçirmesi gibi - ) laisser-faire, hiçbir ülkede, İngiltere'de 19. yüzyılda bulduğu uygulamayı bulamadı. KLASİK İKTİSADİ TAHLİLİN ANAHATLAR Klasik iktisadi tahlilin belli başlı nitelikleri şöyle açıklanabilir: a) "Politik iktisat"ı tanımları: Smith ve Malthus, politik iktisat'ı "servetin niteliğinin ve kaynağının araştırılması"; Ricardo, "ürünün yaratılmasına katılan sınıflar arasında ürünün bölüşüm kanunlarının araştırılması" diye tanımlar. Bugünkü deyimle, milli gelirin yaratılması, toplumsal sınıflar arasında bölüşümü ve değişmez bir değer ölçüsü ile ölçülmesi politik iktisadın temel uğraşısı olmuştur. b) İktisadi gelişmenin incelenmesi: Klasik iktisatçılar; kapital birikimi, nüfus artışı, teknik yenilikleri uygulanması, kurumsal yapıların gelişmeye etkisi gibi konular üzerinde durdular. İktisadi gelişmeyi incelerken tahlilleri, bugünkü deyimle "makro", zaman içinde değişmeyi incelemesi açısından "dinamiktir". Klasikler, gelişmeyle uğraşmalarına rağmen, sistem ya da iktisadi yapının değişebileceği üzerinde durmamışlar, serbest rekabete dayanan kapitalizmin aynen devam edeceğini varsaymışlardır. c) Klasik değer-bölüşüm teorisi: Amaç, "degerin değişmez ölçüsü" nü bulmak. Üretim girdileri fiyatlarındaki değişmeden etkilenmeyecek bir hesap birimi aramıştır. Mal fiyatlarını belirleyen etkenleri ve reel gelirin üç üretim girdisi (toprak sahibi, kapitalist-girişimci, işçi) arasında bölüşüm kanunlarını saptamaya çalışmışlardır. d) Kar teorisi: Klasik Okul, toplumu üç sınıftan oluşuyor kabul etmiştir!! ************(toprak sahibi, kapitalist-girişimci, işçi)----------------Bu sistemde, kapitalistle girişimci ayırımı olmadığı gibi, faiz-kar ayırımı da yoktur. *******Kar" kavramıyla kastettikeri, safi faiz haddidir.****** e) Paranın önemini küçümseme ve reel tahlil: parayı sadece mübadele aracı olarak düşünmüş, paranın iktisadi faaliyet hacmini etkileyebileceğini kabul etmemiştir. Klasikler, Klasik tahlil, paranın reel değişkenleri etkilemediğini varsayan, reel tahlil niteliğindedir. f)Metodolojileri: Klasikler teorilerini kurarken, iktisadi liberalizmin akılcı, soyutlayıcı, tümdengelimci yöntemini izlemişlerdir. g) Piyasa Modelleri: Tahlilde varsaydıkları piyasa şekli - kendi deyimleriyle - serbest rekabet, daha sonraki tanımlamaya göre, tam rekabettir. KLASİK DEĞER TEORİSİ İktisatta pek az kavram, klasik "değer" kavramı kadar anlaşmazlığa yol açmıştır. Bunun özünde, üretim maliyetini nakdi maliyetlerin gerisindeki "reel fedakârlık, çaba" ile açıklamak özlemi vardır. Emek, bu nitelikte bir reel maliyet öğesidir. A.Smith'in ve D. Ricardo'nun değer teorisinde, böyle bir çaba aranabilir. Fakat, Klasiklerin değeri bu yoldan açıklamak için kurdukları teoriler, laisser-faire ideolojisiyle çelişkiye düşmüştür. Bu çelişki, Marx-öncesi İngiliz sosyalistleriyle Marx'ın, klasik değer teorisini kapitalizmi yermek için kullanabilmeleri olanağını yaratmıştır. Nitekim, bu teorinin sistem aleyhine kullanılan bir silah haline gelmesi dolayısıyladır ki, yerini, Neo-klasiklerin marjinal fayda teorisine bırakmıştır. Emek-değer teorisi A.Smith, üretim maliyetini, toplumun geçirdiği iki ayrı aşama için ayrı olarak düşünmüştür: Birincisi, kapital birikimi olmazdan, topraklar özel mülkiyete geçmezden önceki aşamadır. İkincisi, kapital birikimi olduğu, üretim araçlarıyla toprak mülkiyetinin özel kişilerde bulunduğu kapitalist ekonomi aşamasıdır. A. Smith’e göre kapitalizm öncesi dönemde, bir avcı toplumunda olduğu gibi mallar, üretimlerine giren emek miktarına oranla mübadele edilir; emek, (nisbi fiyatları) mübadele değerini belirler. Bunun nedeni, emeğin bütün ürününün emeğe ait olması dır. Mübadeleye katılan taraflar, bu durumda, sahiplerinin emeğinin belirli miktarını içeren malların eşit sahipleridir. Bu miktarlar, mübadelede eşitlenir. A. Smith, emeğin mübadele değerini belirleyen tek etken olmasını, kapitalist ekonomiye uygulamaz Bütün malların kar ve ranta ayrılabileceğini; üç toplumsal sınıfın geliri değil, mübadele reel değerinin ücret, bunların, sadece değerinin üç ilksel kaynağı da sayıldığını gösterir. Böylece, Smith, üretim maliyetine dayanan değer teorisine geçer; emeği mübadele değerini belirleyen tek değişken saymaktan uzaklaşır. Emeğin ilave ettiği değerin birikimin kaynağı olduğu görüşü, A. Smith'in, verimli ve verimsiz işgücü ayrımında açıkça ortaya çıkar: "Bir tür emek vardır ki, harcandığı eşyanın değerine ilavede bulunur; diğerinin, böyle bir etkisi yoktur. Birincisi, değer yaratırken verimli, ikincisi verimsiz emek sayılabilir". (cilt I, s. 3 1 3). Nihayet, her ne kadar ekonomide mübadele değerini belirleyen tek değişkenin emek olmadığını söylüyorsa da, A. Smith yine de, emeğin, piyasadan satın alabileceği mal miktarının - bu malın mübadele edilebileceği altın veya diğer herhangi bir mal miktarından çok daha kesin bir ölçü olduğu görüşündedir. Smith, gerek zaman dönemleri arası, gerek mekân içinde karşılaştırmaya temel olacak, değerin sabit bir ölçüsünü aramaktadır. Mübadele değerini belirleyen tek değişken olmaktan çıksa da, kapitalist ekonomide de emeğin, değerin en temel ölçüsü olmaya devam ettiği kanısındadır. Ricardo, malların içerdiği emek miktarının, mübadele değeriyle mutlak anlamda değeri belirlediği görüşünü almış, bunu kapitalist ekonomiye de uygulamıştır. Malthus, mutlak veya tabii değer dediği zaman, malın piyasada satın alabileceği emek miktarını kastetmiştir. Neo-klasik teori de, üç üretim girdisine dayanan üretim maliyeti teorisini benimsemiştir. Ricardo, mübadele değerinin, ya "kıtlık" ya da emekten doğduğunu söyler: Çoğaltılamayan malların (örneğin sanat eserleri, antika eşya) değeri, içerdiği emek miktarıyla ölçülemez; bunların değeri kıtlıktan ve bunları satın alanların isteğiyle gelirinden doğar. Fakat, kapitalist ekonomide bunlar önemsizdir. Ricardo, bunlara ara sıra, ‘tekel malları’ demektedir. Çogaltılabilen mallar ise Bunların içerdiği emek miktarı hem mübadele değerini belirler, hem mutlak anlamda değeri ölçer. Mübadele değeri teorisi şöyle özetlenebilir: Rekabet şartlarında her malın üretiminde kullanılan (homojen veya türdeş) emeğin ücreti, dengede, eşittir. Tek üretim girdisi -emek- fiyatı belirlediğine göre, iki malın mübadele değerine, ücretler, eşit olduğu için girmez. Mallar, üretimleri için harcanan emek-zaman miktarıyla orantılı olarak mübadele edilir. Mübadele değeri, emek girdisi ile belirlenir; emek girdisi, harcanan emek demektir, işçiye ödenen ücret demek değildir. Yani, bir mal diğerine oranla bir katı emek girdisi içeriyorsa, mübadele değeri bunun bir katı olacak demektir. Ricardo da, diğerleri gibi toprak, emek ve kapital olarak üç üretim girdisinin varlığını kabul eder. Bununla emeğin mübadele değerini belirlediği savını bağdaştırabilmek için, gerçekçi olmayan varsayımlar yapar. i)Bir kere, emeğin türdeş olması veya farklar varsa, bunun miktara dönüştürülebilmesi gerekir. Fakat kendisi değişik emek türlerinin mübadele değerini arz ve talebin belirlediğinden başka bir şey söylemez. ii) İkincisi, kapitalin, mübadele değerini belirlemede bir rol oynamadığını kabul etmesi gerekir. Kapitali verimsiz saymadığı için, Ricardo, bütün üretim dallarında, kapital/emek oranını sabit varsaymıştır. ****Malthus, bu varsayımı eleştirmiş, Ricardo, bunun yetersizliğini kabul etmiştir.**** Çünkü, üretim marjında, kapitalle emek aynı oranda birleştirilmiyorsa, mübadele değerine, sadece emek girmeyecek demektir. Bu da, kendi emek-değer teorisini temelinden sarsar. Rant teorisiyle Ricardo toprağı, dolayısıyla rantı, mübadele değerinin dışında bırakır; hububatın mübadele değeri, buna göre, rant ödenmeyen marjinal topraklarda belirlenir. Ricardo, nisbi fiyatların oluşumunu açıklayabilmek için toplam ürünün bölüşümüyle ilgilidir; toplam ürünü ölçebileceği değişmez bir ölçü aramaktadır. Daima aynı miktar emek içeren varsayımsal mal, sabit değerde olacağı için, "değişmez değer ölçüsü" olabilecektir. Varsayımsal malın bu işlevi yerine getirebilmesinin nedenine gelince: Paranın değerini başlangıçtan itibaren sabit varsaydığına göre, sorun toplam gelirin üç sınıf arasında bölüşümünden doğar. Rant, fiyatların belirlenmesine girmez; öyleyse, bölüşüm sorunu (ürün eksi rantın) kapitalle emek arasında bölüşümüne dönüşür. Eğer üretim faaliyetleri arasında kapital/emek oranı farklıysa, nakdi ücretler veya kar haddindeki değişme, fiyat yapısını, dolayısıyla da "ürün eksi rant"ın değerini değiştirir. Ricardo, malın degerini belirleyen emeğin, sadece bugünkü değil, aynı zamanda geçmişteki emek olduğu kanısındadır. Bu sonuncu, bugünkü üretime giren üretim araçlarında somutlaşır; üretimde kullanılan teçhizat, birikmiş emeği temsil eder. Diğer bir deyişle, değeri belirleyen emek, üretime doğrudan giren dolaysız emekle birlikte, üretim araçlarında somutlaşan dolaylı emekten oluşur. Gerek A. Smith'in gerek Ricardo'nun teorisinin gerisinde, "Tabii Kanun felsefesi"nin mülkiyet teorisi yatar. Buna göre, mülkiyetin tabii kaynağı, mala harcanan emektir. Bireyin emeğinin ürününe sahip çıkması, tabii hakkıdır. Herkesin kendi emeğinin ürününe sahip çıktığı tabii mülkiyet sistemi tam özgürlük, dolayısıyla laisser-faire gerektirir. Nitekim A. Smith: "Her insanın emeğine sahip olması, diğer bütün mülkiyetin kaynağıdır; dolayısıyla, en vazgeçilmez ve Tanrısal hakkıdır." Emek-değer teorisinin, laisser-faire'le bağdaşmayan bir yönü de vardır: Bu da, kapital faizinin çalışma ile mülkiyet arasındaki dolaysız bağı ortadan kaldırmasıyla, emekle açıklanamayan mülkiyetin doğmasıdır. Bu sebepledir ki Klasik mübadele değeri ve mutlak değer teorileri, Marx-öncesi İngiliz sosyalistleriyle Marx'a kaynaklık edebilmiştir. KLASİKLERDE ÜRETİM FONKSİYONU VE RANT TEORİSİ Klasikler üretim fonksiyonuna emek, kapital, toprak-tabii kaynaklar olmak üzere üç üretim girdisinin girdiğini kabul eder; bütün ekonomi için geçerli üretim fonksiyonunun tabi olduğu getiri kanununu, ekonominin gelişme sürecinde inceler. A.Smith ve N. Senior artan getiri kanunlarının, oysa, Ricardo, tarımda geçerli azalan getiri kanununun, bütün ekonomiye hakim olacagını ileri sürmüş; J.S.Mill, Ricardo'nun bu görüşünü paylaşmıştır. Kasik Okul, içindeki farklı görüşlere rağmen, hemen daima, Ricardo'nun görüşüyle anılır. Nedeni, azalan getiri kanunu, rant teorisi ve bölüşüm teorisinin tutarlı ve mantıki bir bütün oluşturmasıdır. Ayrıca, kapitalizmin karşı çıktığı toprak sahibi sınıfın çıkarlarıyla ekonominin gelişmesi arasında bir çelişki bulunduğunu, toprak sahibinin çıkarının girişimci karı aleyhine olacağını göstermesidir. A.Smith, tarım ve sanayi arasında ayrım yapmadan, ekonomide geçerli üretim fonksiyonunun artan getiriye tabi olduğunu, dolayısıyla, ekonomi geliştikçe, üretimin reel maliyetinin düşeceğini söyler. Nedeni, işbölümü ile ve makineler ihtisaslaştıkça, verimin yükselmesidir. Ricardo'ya göre, üretim fonksiyonu azalan getiriye tabidir; nedeni, toprak arzının sabit ve toprağın tabii verimliliğinin türdeş olmayıp, topraktan toprağa farklı olmasıdır. Ekonomi gelişip nüfus ve kapital arttıkça, ister tabii verimi daha düşük topraklara gidilsin, ister verimli topraklar daha yoğun biçimde kullanılsın, tarımsal üretimde kullanılan kapital ve emek birimleri arttırıldıkça, bunların verimi gittikçe azalır. Kapital ve emeğin sabit oranlarda birleştiğini varsayarak, Ricardo bu birleşik birimin üretime yaptığı ilavenin her iki halde de azalacağını gösterir. Dolayısıyla, geçerlidir. gıda maddeleri üretiminde azalan getiri Üretim tekniğindeki değişmenin, azalan getirinin etkilerini giderebileceğinin farkındadır, ancak azalan getirinin etkilerini ancak geçici olarak giderebileceğini, dolayısıyla, tarımda üretim maliyetinin gittikçe yükseleceğini söyler. Ricardo'ya göre, toprağın - tekrar yaratılması olanaksız anlamında ilksel ve tüketilemez verim gücü, kıt bir üretim girdisidir. Ekonomi gelişirken, talep artarken, nüfus ile kapital miktarı da, bu kıt girdiye oranla artar. Bunun bir sonucu, üretimin tabii verimi daha düşük topraklara doğru (dış marjın) genişlemesi dolayısıyla, bu alanlarda üretim maliyetinin yükselmesidir. Ürünün fiyatı, bu en dıştaki/marjindeki topraklarda çalışan emek ile kapitali kapsayan birim maliyeti karşılayacak yükseklikte oluşur. Ürünün fiyat, tabii verimi daha yüksek topraklardaki üreticilerin birim maliyetinden daha yüksektir. Fiyat ile marjinal üstü topraklarda birim maliyet arasındaki fark, Ricardo'gil (veya farklılaşmış) rantı oluşturur. Marjinal topraklar ise, hiç rant getirmez. Rant üreticilere değil, tabii verimi marjinal topraklardan daha yüksek olan toprakların sahiplerine aittir. Ekonomi gelişirken talep arttıkça, daha önce ekilmekte olan topraklar daha yoğun olarak kullanılacak, yani, aynı miktar toprak üzerinde daha fazla emek ve kapital uygulanacaktır. Ricardo'nun rant teorisinin gerisinde, toprak sahiplerinin, toplum geliştikçe diğer girdi sahipleri aleyhine gelir elde ettiği görüşü yatar. Bunun için, dış ticaret serbest bırakılmalıdır; ranta konan vergi toprak sahibine yansıyacağı için, rant vergilendirmelidir. Bunlar, gelişen kapitalizmin sözcüsü olan Ricardo'nun toprak sahiplerine hücum nedenlerini açıklar. Ricardo, bulmuştur. rant teorisiyle, serbest ticaret teorisine bir destek - toplumun(girişimcinin) çıkarı gıda maddeleri fiyatının düşük olmasını gerektirir; çünkü, gıda maddeleri fiyatları, tarımda azalan getiri dolayısıyla reel ve nakdi olarak arttığında, işçi ücretleri de - reel olarak aynı kalabilmek için nakdi olarak yükselir. Bu ise karın aleyhinedir. Hububattan alınan ithal gümrükleri kaldırılmalı, gıda maddeleri, düşük fiyatla diğer ülkelerden ithal edilmelidir!!!! Ricardo, rant teorisinde, toprak sahiplerinin çıkarıyla toplum yararı arasındaki çelişkiyi ortaya koyar: Toplum yararı gıda maddeleri fyatlarının düşük olmasını gerektirir. Azalan getiri dolayısıyla, nüfus artarken tarımsal ürün fiyatları ve rant artar. Toplumun aleyhine olan ürün fiyatlar artışı, toprak sahiplerinin lehinedir. Ricardo, bir sınıfın çıkarıyla toplum yararının çatıştığını ortaya koyarken, "tabiidüzen" anlayışındaki çıkar uyumu varsayımını da bozar. Tabii düzen anlayışıyla çatışan bu görüşü daha sonra diğer mülkiyet çeşitlerine yönelten İngiliz sosyalistleri ve Marx, Ricardo'ya çok şey borçludur. KLASİK ÜCRET, NÜFUS VE ÜCRET FONU TEORİSİ Emek arzı nüfusa bağlıdır; nüfus da, bir içsel (endojen) degişken niteligiyle ücret haddine dayanır. Daha sonra F. Lassalle'in "Tunç Kanunu" diye niteleyeceği Klasik emek arzı ve ücret teorisi, düşük ücret hadlerini "haklı göstermek" gibi bir amaç taşır. Emek talebi teorileri "Ücret Fonu" ile ifade edilir. "Marjinal verim" teorisinin ilkel bir ifadesi olan bu teori, kapitalist-girişimcinin sağladığı kapital stoku ve buna bağlanan ücret fonu büyümeksizin ücret haddini artırmanın olanaksızlığını gösterir. Klasik sistemde, ücret dengesi ancak geçimlik düzeyde oluşur. "Her hayvan türü, tabii olarak, geçimlik vasıtalardaki artışa orantılı olarak artar ve hiçbir tür, hiçbir zaman, bundan daha fazla artamaz." ( MZ, cilt ı, s. 81 ) Ücret haddi nüfusun büyüklüğünü belirler; ücret haddi arttıkça nüfus artar, azaldıkça nüfus azalır. Ücretin artması erken evlenmeyi ve çocuk yapmayı teşvik yoluyla, doğum hadlerini yükseltir; çocuk ölümlerini azaltışı da ölüm hadlerini azaltır. Emek arzı artışı, ücretin haddindeki artışa bağlıdır. Ücret hadleri düştüğünde tersi geçerlidir. Ne var ki, fiili ücret haddinin altına düşmeyeceği, bir geçimlik ücret haddi vardır. Geçimlik ücret haddi, işçilerin sayıca artmak ya da azalmaksızın yaşamasını sağlayacak bir fizyolojik asgariyi gösterir. Fiili ücret geçimlik ücrete eşit olduğunda, nüfus sabit kalacaktır. Gerçekte, nüfus, dolayısıyla emek arzı ile diğer malların arzı arasında bir fark yoktur. geçimlik ve fili ücret yerine, tabii ve piyasa ücreti diye ayrım yapar. Diğer herhangi bir maldan farksız kabul edildiğini gösterir. Ricardo, RİCARDO-SMİTH FARKI ve MALTHUS: a) Smith, nüfus artışını geçimlik ve fili ücret haddi arasındaki farka doğru orantılı olarak bağlar; Ricardo, sadece, arada bir fonksiyonel ilişki kurmakla yetinir; b) Smith'in geçimlik ücreti bir fizyolojik asgaridir, dolayısıyla (azalan getiriyi de söz konusu etmediği için) zaman içinde değişmez. Oysa, Ricardo'nun tabii ücret haddi, bir tarihsel değişkendir. Reel olarak, sosyo-kültürel çevredeki değişmeyle birlikte artabileceği gibi, reel olarak aynı kalsa da, nakden tarımda azalan getirinin etkisi altında yükselir. c) Her iki düşünür değeri üretim maliyetine dayandırsa da, Smith, nüfus değişmesinin kapital miktarında değişmeyi bir gecikmeyle izlediğini, dolayısıyla, gelişen bir toplumda ücretlerin reel olarak geçimlik ücret üzerinde oluşabileceğini söyler; yani, daha iyimserdir. nüfusun, daima geçimlik vasıtaları aşmak eğiliminde olduğunu, ancak bazı engeller dolayısıyla aşamadığını öne sürer. Malthus Teori, dört temel ilke içinde özetlenebilir: a) Nüfus, kaçınılmaz biçimde geçimlik vasıtalarla sınırlanmıştır. b) Geçimlik vasıtalar arttığında, güçlü engellerle baskı altında tutulmuyorsa, nüfus da artar; c) Bu engeller, ahlaki kayıtlar, kötülük ve sefalet diye özetlenebilir: Pozitif etkenler harpler, açlık, sefalet, sefahat gibi ölüm hadlerini yükselten olaylar; önleyici (preventive) etkenler doğum hadlerini düşüren sefahat ve ahlaki kayıtlardır. d) Nüfus, geometrik bir diziye göre (1,2,4,8,16, 32...) , oysa gıda maddeleri üretimi, bir aritmetik diziye göre (1,2,3,4...) artmak eğilimindedir. Bu teorinin etkisi, ahlaki kayıtlar (evlenmelerin geciktirilmesi, çocuk sayısının bakılabilecek kadara indirilmesi gibi) yoluyla nüfus artışı sınırlanmazsa, ücretin bir geçimlik düzeye inmesinin kaçınılmazlığının kabulü oldu. ÜCRET FONU TEORİSİ A. Smith'den itibaren Klasiklerde, ücretlerin, her yıl ücret fonu olarak ayrılan; büyüklüğü ekonominin kapital stokuna bağlı olan bir fondan ödendiği; ve ücret haddini, nüfusun ve bu fonun büyüklüğünün belirlediği görüşü varoldu. Fakat, teorinin kesin ifadesi J. S. Mill'i bekledi. Kapitalistler üretim sürecinde işçileri, makineler ve aletlerle donatır; bunlar, sabit sermayeyi oluşturur. FAKAT, üretim dönemi boyunca işçilerin tüketeceği gıda maddesi, giyim eşyası ve diğer tüketim malları da bulunmalıdır; bunlar, nakdi ücretlerin mal karşılığıdır ve ekonominin kapital stokunun bir kısmıdır. İşçilere ödenen ücret, kapital stokundan yapılan bir "öndelik" (avans) niteliğindedir. İşçilerin üretim dönemi süresince geçimini sağlayacak malların oluşturduğu bu kaynak, "ücret fonu"dur; büyüklügü, ekonominin kapital stokunun büyüklüğüne bağlıdır. Ücret haddi ise, ücret fonunun işçi sayısına bölünmesiyle bulunur. Yeni ürünün üretimi tamamlandığı zaman, kapital stoku yenilenirken işçilere verilen bu öndelik, sonra, kapitaliste karla beraber geri döner. Yani, yeni ürünün toplam değeri, ücret fonu ve kapitalistin karını karşılayacak büyüklükte olmalıdır. "Ücretle yaşayanlar için talep, ücretlerin ödenmesine ayrılan fondaki artışla aynı oranda artar. " (MZ. cilt I, s. 70-71 ) ; Klasiklerin, düşük ücret hadlerini haklı göstermek için kurdukları bu teori, daha sonra sosyalist öğretide, kapitalist sistemin eleştirisine dönüşmüştür. Nüfus artışı gibi tabii bir olayın değil, sistemin kanunlarının işçi ücretlerini geçimlik düzeyde tuttuğu söylenmiştir. Gerçekte, kapitalizmin Batı ülkelerindeki gelişmesinde, ne Maltus'un nüfus kanunu doğrulanmış ne gerçek işçi ücretleri mutlak anlamda bir geçimlik düzeyde kalmıştır. Artık çağdaş iktisat teorisi, bu ülkeler için nüfusu reel ücrete bağlı içsel bir değişken saymaz; nüfus, iktisadi sisteme dışsal (egzojen) bir etken, kabul edilir. KLASİK KAPİTAL BİRİKİMİ VE KAR TEORİSİ Klasik sistemde, kapitalist-girişimciler -üretimi örgütlemeleri, -tasarruf-yatırım yapmaları dolayısıyla ekonominin en önemli sınıfıdır. Bunlar,(kapitalist-girişimciler) -toprak sahiplerinden toprak kiralar; -işçileri, (alet, teçhizat gibi) sabit sermayeyle donatır; -bir yandan da, işçilere gıda maddeleri, giyim eşyası vb. geçimlik mallardan oluşan ücret fonu üzerinden "öndelik" verir. Kapital, hem sabit kapitali hem değişken kapital niteliğinde ücret fonunu kapsar. Genellikle, ne toprak sahipleri ne de işçiler tasarruf-yatırım yaparlar. Kapitalleri için daima en karlı kullanma alanını aradıkları için kapitalistler, tarım ve sanayide kar haddinin eşitlenmesini, böylece üretim girdilerinin en etkin dağılımını sağlar. ***Bu, kar hadlerinin eşitlenmesi kanunudur.*** -Kapital birikiminin kaynağı tasarruftur. Klasikler, kapitalisti toplumun öncü sınıfı, kar haddini de birimi belirleyen başlıca değişken yapmıştır. Böylece, kar haddindeki düşüşü ya da yükselişi, ekonominin durgunluğa yönelmesi veya genişlemesinin başlıca nedeni sayabilmiştir. Bu tutumları, kapitalist-girişimcinin çıkarı ve laisser-faire ideolojileriyle bağdaşır niteliktedir. Klasik Okulda, (bugünkü deyimle) ex ante, yani, tasarlanan tasarrufun tasarlanan yatırıma eşit oldugu görüşü hakimdir. Bu sistemde, gömüleme (iddihar) ve gömüleme çözümü yoktur. Paranın, sadece, mübadele işlevi göz önünde tutulmuştur. Düzenin merkezindeki "akılcı" iktisadi adamın, atıl para tutmayacagı varsayılır. "Hiç kimse, birikimini verimli yapmak dışında bir amaçla birikim yapmayacaktır." diyen Ricardo'nun görüşü, diğerleri tarafından paylaşılmıştır. Sadece Malthus, "aşırı tasarruf"un bulunabileceğini ve bunun, bir "genel aşırı üretim" nedeni olacağını söylemiştir. Fakat, Malthus'un Say'in Mahreçler teorisini reddeden görüşü, Klasik öğretide kabul edilmemiştir. Kapitalistin tasarruf işleviyle toplum yararı arasındaki çelişkiyi gösterdiği için, öğretiye karşı etkisiz bir çıkış olarak kalmıştır. A. Smith'e göre zenginlik, refah ve nüfus artınca, kar oranları iki nedenle azalır: i) Kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabet; ekonominin kapital stoku büyüdükçe, işgücü kullanımı için rekabet ederek, işçi ücretlerini yükseltirler. Ücretleri yükselten kapital stoku büyümesi, karı azaltmak eğilimindedir. ii) En karlı yatırım alaları önce tüketilmiş olacağı için, kapital stoku büyüdükçe kar oranları azalır. Ricardo'nun, "karları, ücretteki artış kadar olumsuz etkileyecek hiçbir şey yoktur.'' diye ifade ettiği bölüşüm kanunu, şöyle özetlenebilir: Rant, marjinal topraklarda, kapital ile emeğin belirlediği üretim maliyetiyle, hububat fiyatı arasındaki farka eşittir. Toplam üründen ranta giden pay çıktıktan sonra, geri kalan ürün, tarım ve sanayide sabit oranlarda birleştirildiği varsayılan emekle kapitale aittir. Tarımda, azalan getiri kanunu dolayısıyla, emekle kapital biriminin verimi gittikçe azalır. Oysa, emeğin reel ücreti, uzun dönemde, geçimlik düzeyde dengededir. Nüfusla beraber bu ücret, ürünün emeğe giden payını belirler. Tarımda emek-kapital biriminin verim azalışı hububat fiyatını yükseltse de, bu artış, ranta gider; sanayide ise, mamul mal fiyatları artmaz, mübadele değeri hububat lehine değişir. Hububat fiyatı artışı karşısında reel ücretlerin aynı kalması için, nakdi ücretler yükselir. Bu yükseliş, hububat fiyatı artsa da tarımda, mamul fiyatları artmayan sanayide, karı düşürür. Öyleyse, kar ve ücret arasında açık bir çelişki vardır: Birinin artışı diğerinin aleyhinedir. Gerçekte, bu karamsarlığın gerisinde, ideolojik bir neden yatar: Amaç, ücret artışının önlenmesi ve serbest dış ticaretin gerektiğini, kar haddiyle ekonominin yararının özdeşliğini belirtmektir; toprak sahibiyle, bu çıkar özdeşliğinin bulunmadığını kabul ettirmektir. kapitalist-girişimcinin karını savunma için kurduğu bölüşüm teorisinden çıkan kar haddinin azalışı kanunu, daha sonra, Ricardo'nun Marx ve Marksisterde sistemin çöküşünü hazırlayan bir neden sayıldı; Keynes ve Keynes Okulu yandaşlarınca laisser faire'in yerine, kamunun, yatırım hacmini değiştirmek için ekonomiye müdahale gereğini savunma için kullanıldı. KLASİK PARA TEORİSİ Merkantilizme her bakımdan tepkiyle beliren Klasik Okul paranın önemini küçümsemiş, servetin kaynağını değerli madenler yerine emekte bulmuş; paraya, mübadeleleri kolaylaştıran bir araç diye bakmıştır. Devletin iktisadi hayata müdahalesini en aza indirmek amaçları, parayla ilgili görüşlerini büyük ölçüde belirlemiştir. Ne var ki teoride paranın ve değerli madenlerin rolünü küçümsemelerine rağmen, gerçekte para ve değerli madenler (altın), kapitalist ekonomiye çağlarında her bakımdan egemen olmuştur. Klasiklerde, paranın, içerdiği değerli madenden ayrı bir değeri yoktur. Paranın mal olduğu, dolayısıyla, diğer mallarla aynı kanunlara tabi olduğu görüşündedirler. paranın değerini üretim maliyetine bağlamış, malların değerini açıkladığı emek-değer teorisini, para biriminin esasını oluşturan değerli madenlere de uygulamıştır' . Ricardo, Klasik öğretide para, bir örtüdür; servetin yaratılmasında hiçbir rolü yoktur; üretim ve mübadeleyi kolaylaştıran bir araçtan ibarettir. J. B. Say "para, bizden, iktisadi gerçekleri saklayan bir peçedir; gerçek para malların kendisidir" J. S. Mill "Paradan daha az verimli olan hiçbir şey yoktur" Smith, dünyanın servetinin satın alınmasını sağlayan ilksel kaynağın altın ya da gümüş olmayıp, emek olduğunu belirtir. parayı devlet müdahalesinden bağımsızlaştırmak için buldukları yol şöyledir: Para birimi belirli miktar altın ağırlıgıyla tanımlanınca, nasıl devlet bir uzunluk ölçüsünü değiştiremezse, bu ağırlığı da değiştiremez, böylece, paranın bağımsızlıgı korunabilir. Klasiklerin, Dolanımdaki para miktarı, kendiliğinden piyasanın ihtiyaçlarına uyar; devletin paraya müdahalesi gereksizdir. Bu kendiliğindenliğin rahat işleyebilmesi, paranın bağlantısız, "nötr" ve sağlam olmasını gerektirir; altına bağlanması ihtiyacını doğurur. İlgi çekicidir ki, Merkantilizmin değerli madenci görüşüne karşı çıkan paranın sağlamlığı, yani, enflasyonist etkilerden ekonomiyi koruyabimek için, yine, değerli-maden yanlısı olmuştur. Klasikler, Bu çelişik durumun nedeni, İngiltere ve Fransa'da 19. yüzyılın başındaki, şiddetli enflasyondur. KLASİK OKULDA EKONOMİNİN GENEL DENGESİ Liberal öğretide Fizyokratlarda Quesnay'nin "Tableau economique"inde; Klasik Okulda (Malthus dışında) J, B. Say'nin mahreçler kanununda; Neo-klasiklerde L. Walras'ın genel denge analizinde, ekonomi, rekabet sayesinde fiyat mekanizmasıyla kendiliğinden genel dengeye yönelir. Tabiattaki dengeyi gözleyerek topluma uygulamaları, bunların, çok sayıda bireyin faaliyetinin fiyat mekanizması sayesinde toplumda uyum içinde bulunduğunu söyleyebilmelerini sağlamıştır. Klasik düşünce dizgesinde, efektif talep yetersizliği söz konusu değildir; piyasa güçleri efektif talebi, daima, tam kapasite kullanımı için gerekli düzeye yüseltebilir. Buna karşılık, Malthus, sistemde efektif talep yetersizliği bulunabilecegini, "genel aşırı üretim"in söz konusu olabileceğini ileri sürerek Keynes'e öncülük etmiştir. Ne var ki, Klasik Okulun genel felsefi görüşüyle bağdaşmayan Malthus'un sav kabul bulmamış, J.B.Say'nin iddiaları Okul'a hakim olmuştur. Ricardo'nun üzerinde durdugu teknolojik işsizlik ise, Marx'ın "yedek sanayi ordusu"na kaynaklık etmiştir. Sosyalist düşüncenin temelleri eski zamanlara kadar uzanır. Antik çağdan itibaren ahlaki kaygılarla düşsel toplum düzenleri üzerinde durulmuştur. Ancak, 19.yy. sosyalist öğretisi daha önceki düşüncelerden ayrılır. Sosyalizm de Fransa'da Pierre Leroux ve Marie Roch Louis Reybaud'a atfedilirken, İngiltere'de kooperatif hareketinin babalarından biri olan R.Owen ile ilişkilendirilmiştir. Andrew Vincent'a göre, "sosyalizm" kelimesi Latince ‘Sociere’ kelimesinde kökünü bulur, bu da birleştirmek veya paylaşmak anlamına gelir. Roma ve sonrasında Ortaçağ hukukunda daha bağlantılı, teknik terim ‘societas’ idi. Bu kelime, yoldaşlık ve arkadaşlık anlamında geçerken, daha ziyade özgür kişiler arasında uzlaşmalı bir sözleşmeye de karşılık gelebilmekteydi. Sosyalizm ise daha sonra “ütopik sosyalizm” olarak adlandırılacak hareketin kurucularından olan Henri de SaintSimon tarafından icat olundu. Simon, sosyalizm sözcüğünü, bireyin ahlaki değerini vurgulayan ve bireylerin birbirlerinden soyutlanmış gibi davrandıklarını ya da davranmaları gerektiğini vurgulayan bireyciliğin liberal doktrininin bir tezatı olarak ortaya çıkardı. Özgün ütopyacı sosyalistler, söz konusu bireysellik doktrinini Sanayi Devrimi sırasında ortaya çıkan -yoksulluk, baskı ve zenginlikteki büyük eşitsizlikleri gibi- toplumsal kaygıları ele almadıkları için mahkum ettiler. Toplumu rekabete dayandırmak yoluyla toplumsal yaşama zarar verildiğini gördüler. Kaynakların ortak mülkiyetine dayanan Sosyalizmi, liberal bireyciliğe bir alternatif olarak sundular. Saint-Simon ekonomik planlama, bilimsel yönetim ve anlayışın toplumun örgütlenmesine uygulanmasını önerdi. Buna karşılık Robert Owen, kooperatifler aracılığıyla üretim ve sahiplik düzenlemeyi önerdi. 1860'lar itibariyle sosyalizm tanım ve kullanımı yerleşirken, eşanlamlı olarak kullanılan dernekçilik, kooperatifçilik ve birlikte-yaşamcılığın yerini almıştır. Komünizm bu dönemde kullanım dışı kalmıştır. Komünizm ve sosyalizm arasındaki erken bir ayrım, ikincisinin(sosyalizm) yalnızca üretimi toplumsallaştırmayı amaçlaması, birincisinin(komünizm) ise hem üretimi hem de tüketimi (nihai mallara serbest erişim şeklinde) kamulaştırmayı amaçlamasıydı. 1888'de, Marksistler komünizm yerine sosyalizmi kullandılar çünkü komunizmi sosyalizmin modası geçmiş bir eşanlamlısı olarak gördüler. Bolşevik Devrimi'nden sonra Vladimir Lenin tarafından sosyalizm, kapitalizm ve komünizm arasındaki bir aşamaya olarak tanımlanıyordu. Bu tanımı, Rusya'nın üretici güçlerinin komünizm için yeterince gelişmediği yönündeki Marksist eleştiriler karşısında Bolşevik programını savunmak için kullandı. İngiliz ahlak filozofu John Stuart Mill, liberal sosyalizm olarak bilinen liberal bağlamlı bir tür ekonomik sosyalizmi tartışır oldu. Mill, ‘Politik İktisadın Prensipleri’nin (1848) daha sonraki baskılarında, "iktisat teorisi göz önüne alındığında, ilkesel olarak iktisat teorisinde sosyalist politikalara dayalı bir ekonomik düzeni dışlayan hiçbir şey olmadığını" savunurken, kapitalist işletmeleri de işçi kooperatifleri ile ikame etmeyi önerdi. Sosyalizm üretim araçlarında özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyeti getirmeyi amaçlar. Üretim kar için değil fakat toplumsal ihtiyaçların tatmini için planlı şekilde yapılmalı, kişi özgürleşmelidir. Kapitalist düzeni/sistemi düzeltmek değil onun yerine yeni bir toplumsal iktisadi düzen getirmek özlemiyle hareket edilmektedir. 19.yy Avrupa’sında kapitalist sanayinin yarattığı toplumsal bozukluklara başkaldırma niteliğindedir. Serfliğin kalkmasına rağmen iktisadi eşitsizlik feodal lordun zulmünden daha büyük bir zulüm yaratmıştır. Makineleşme ve teknik yeniliklerin yarattığı işsizlik bu eşitsizliğe başka bir boyut katmıştır. Topraktan koparılmış, geçimlik aktivitelerden uzaklaştırılmış ve şehirlere yığılmış yedek sanayi ordusu ortaya çıkmıştır. Ortaçağın işçiye sunduğu iş güvenliği kaybolmuştur. (loncalar ve serflik) Bu nedenle, sosyalist eleştirinin üzerinde durduğu başlıca iktisadi sorunlar, “iktisadi krizler” ve “kapitalist mülkiyet ilişkileri” olmuştur. Özetle sosyalist ekonominin temel prensipleri şunlardır: 1. Üretici güç olarak emek öne çıkar. 2. Devletçi ekonomi (üretim araçlarında devlet mülkiyeti) esastır. 3. Merkezi planlama vardır. 4. Kamu Yararının (genel hukukun / kamu hukukunun) ön plana çıkması çok belirgindir. 5. Tek partili siyaset tercih edilir, çünkü sınıflı toplumlarda olan burjuva siyasetinde olan siyasal yapının işçileri böldüğü görüşü savunulur. Sosyalist sistemler kurulduktan sonra : 1. Önce üretim araçları devletleştirilir. Özel sektör üretimden dışlanır. 2. Yabancı sermaye dâhil, tüm özel sektör kamu kurumuna dönüştürülmüştür. 3. Daha sonra gayrimenkuller (evler, arsalar, araziler) devletleştirilir. Sömürüye yol açtığı için özel mülk sahibi olunamaz. Liberalizmin ortaya koyduğu özgürlük, eşitlik, adalet, en büyük sayı için en büyük mutluluk gibi sloganlar sosyalizmi de etkilemiştir. Liberalizmin temelindeki akılcılık, sosyalizmin de temelini oluşturmuştur. Ancak liberalizmin pasif akılcılığı yerine aktif akılcılık sosyalizmde öne çıkarılmıştır. Yeni bir insan yaratmak ideali liberalizmden alınmıştır. Alman düşüncesi, bireye karşı devletin üstünlüğünü ve varlık felsefesine karşı “oluş” felsefesini benimsediği ölçüde, sosyalizmin yorumlanmasında etkili olmuştur. Kant, halkın temsilcisi olarak devleti övmekte; Fichte devlette aklın ifadesini görmekteydi. Hegel’in diyalektiği ise “varlık”a karşı “oluş” felsefesiyle devleti tarihte “ide”nin gerçekleşmesi olarak gördü. Hegel’in diyalektiği sosyalist felsefeye zemin oldu. Marx ise kapitalizmin teorik bakımdan tutarlı ve sistemli eleştirisini; sosyolojik kanunlarla kapitalizmin sosyalizme evrilmesini ortaya koymuştur. Marx, teorisini düşünsel bir boşlukta geliştirmiş değildir. Bir ayağı Klasik iktisatta, diğer ayağı Fransız ve İngiliz sosyalistlerindedir. Felsefesi temelleri Hegel’e dayanmaktadır. Fransız sosyalizminin romantik, hayalci boyutu eleştiri konusu olmuştur. Öncü Sosyalist Düşünürler a) Kapitalizmin ilk eleştirisi: SİSMONDİ Sismondi’ye göre toplum “burjuva” ve “proleter” olarak iki sınıfa ayrılır; bu iki sınıfın çıkarları çelişiktir; liberal öğretinin tabii uyum anlayışı yanlıştır. Üretim ve servet temerküzü bu sınıfsal ayrımı şiddetlendirir. (toplumsal sınıflar ve temerküz teorisiyle Marx’a öncülük etmiştir.) Kapitalist üretim tarzı, üretim kapasitesini ve malları arttırır, fakat üretimdeki toplumsal ilişkiler tüketimin gelişmesine set çeker. Makineleşme işçinin işsiz kalmasına ve satın alma gücünün yok olarak devresel üretim fazlasının doğmasına sebep olur. İşçiler daha uzun çalışma saatlerini ve daha düşük ücreti kabul etmek zorunda kalır!! Sismondi, laisser-faire’in anlamsızlığını devletin müdahale gereğini ileri sürer. İktisat politikası amacı üretim–tüketim dengesizliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Çözüm Özel mülkiyetin yok edilmesi değil, küçük çiftçi, zanaatkar gibi “küçük burjuva”nın yaratılmasıdır. b) İngiltere, Fransa, Almanya’da ilk sosyalistler. (William Thompson, John Gray, John Francis Bray, Thomas Hodgskin) [İNGİLTERE] Ricardo’nun emek-değer teorisine ve faydacı felsefeye bağlı olarak sosyalist sonuçlara vardılar. Anarşişt-idealist William Goodwin’in Meksika’da kurduğu komünist koloniler başarısız oldu. Hayalci-sosyalist Robert Owen kooperatif hareketin öncüsü olarak dayanışmacı yapılar oluşturdu. (mübadele bankasıLondra) “Burjuva ihtilali” sayılan Fransız ihtilali sosyalist düşüncenin ilk habercisi sayılır. Henri de Saint-Simon, (1760-1825): August Comte’u, Proudhon’u ve Rodbertus’u etkilemiştir. Güdümlü ekonomi ve teknokrasinin öncülüğünü yapmaktaydı. Öğretisi “saint-simonism” olarak anıldı. P.J.Proudhon, (1809-1865): Devletten nefreti ve özgürlüğe bağlılığı ile bilinir. Fikirleri, özgürlüğü korumak istemesi açısından liberal felsefeye bağlıdır, fakat erişmeyi düşündüğü dengenin kendiliğinden veya tabii olmayıp bilinçli olarak gerçekleştirilebileceğine inancı açısından sosyalist eğilimlidir. Faiz ve rantı reddeder. Mülkiyet konusunda Sismondi’ye benzer görüşleri vardır. Karl Rodbertus, (1805-1875): İhtilale de karşıdır, kapitalizme de… Devlet sosyalizmini ve Alman toplumsal kanunlarını teşvik etmiştir. F.Lassale, (1825-1864) Klasik ücret teorisini “tunç kanunu” diye nitelemesiyle, Alman işçi sendikalarının kurucusu ve Alman Sosyal Demokrat partinin örgütleyicisi olmasıyla bilinir. Sosyalizme, ihtilal olmaksızın oy mekanizması ile geçilebileceğine inanır. MARX öncesi SOSYALİSTLERİN etkisi. Tutarlı teoriler kuramamış, kapitalizmin sistemli bir eleştirisini yapamamışlardır. Marx ve Engels, bunların bir kısmını (Saint-Simon, Fourier, R.Owen) “hayalci(utopist)sosyalist” diye nitelemiştir. Buna rağmen, -sefalete dikkat çekmeleri, -öncü olmaları önerileri ile Marx’a malzeme sağlamışlardır. Engels de, “Anti-Dühring”de bu hayalciliği “kapitalist üretimin bu kadar azgelişmiş olduğu bir dönemde başka türlü olamazlardı” diye yorumlar… MARKSİZM veya MARKSİST SOSYALİZM Marksizm üç temelden beslenir. a)felsefesi b) iktisat sistemi c) ihtilal teorisi Felsefesi: Hegel’den alınan “diyalektik felsefe” “diyalektik maddeciliğe” dönüşmüş “tarihi maddecilik” buradan doğmuştur. -Praksis, eylem felsefesi: Marksizmin felsefi temeli tamamıyle Alman kaynaklıdır. İktisat sistemi: Marx, Klasik okulla bir arada incelenecek kadar ‘Klasik”tir. Fransız ihtilalci geleneği ve hayalci sosyalizm geleceğin yorumlanmasında Marx’a temel oluşturmuştur. Marx’ın eserleri: K.Marx (1818-1883); F.Engel(1820-1895) Marx, derin ve sistematik, Engels açık ve berrak yazmıştır. Feuerbach üstüne tez- 1845’te yazılmıştı. Engels tarafından 1888’de bulunup basıldı. Marx’ın felsefeyle uğraştığı, Feuerbach’ın maddeciliği tesiri altında kaldığı döneme aittir. Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi”ne “Felsefenin Sefaleti”1847 tarihlidir. cevap olan eseri “Komunist Manifesto”-1848-Engels ile beraber yazılmış, 1947’de kurulmuş komunist liginin teorisi(ve bildirisidir)ve programıdır. Kapitalizmin çökeceğini söyler ama nedenlerini söylemez. (AYNI yıl basılmış bir diğer önemli eser için bkz. J.S. Mill Principles) Teorik iktisadın eleştirisine katkı-1859….tarihi maddecilik tezini ve değer teorisini açıkladığı için önemli sayılır. Ama yine kapitalizm neden çökeceğini açıklamaz. Kapital(1)-1867-… “Marksizmin kutsal kitabı” da denilir. Sadece birinci cilt Marx’ın sağlığında basılabilmiştir. (Kapital(2)-1885….Kapital(3)-1894) ‘İktisadi Öğretiler Tarihi” – “Artı-değer teorileri adıyla Karl Kautsky tarafından 1904’de yayınlandı(Engels’in de ölümü sonrası) 1848 Sınıf mücadeleleri ve ihtilallerinden etkilenerek yazdığı “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” 1871 Paris Komününden esinlenerek yazdığı “Fransa’da İç Harp” önemlidir. “Gotha Programının Eleştirisi”- 1875 ….. Gelecekteki sosyalist toplum konusundaki görüşlerini belirtmiştir. Marksist öğretinin doğuşunu hazırlayan ortam *çağın süregiden sosyal olayları ve hakim düşünce akımları -İktisadi krizler -işsizlik -işçi sefaleti -1848 ihtilaliyle genel oy hakkının tanınması kitlelerin politik gücünü ortaya çıkardı. “Tabii hukuk” yerini “bilimsellik” iddiası alırken Marksizm “bilimsel sosyalizm” olarak kendini niteledi. Marx, Darwinism’de sınıf çatışmasının biyolojik temelini buldu. Hegel için, insan beyninin yarattığı düşünce süreci gerçekteki madde dünyasına egemendi. Hegel buna “idéè” der. Tanrısal aklın cisimlenmesi olarak Hegel bunu şöyle açıklar: “akılcı olan herşey gerçek, gerçek olan herşey akılcıdır.” Hegel “idealist”tir. Dünya tarihinin evrimini bu “idéè” nin büyük çatışması olarak görür. Marx ise, düşünceyi maddi dünyanın yansıması olarak tanımlar. Marx, Klasikler gibi kapitalizmde evrensel ve sonsuz bir düzen görmeyip, bunun geçiciliğini toplumun evrim kanunlarını arayarak ispatlamaya çalışır. Böylece, Marksizmin üç tarihsel dayanağı da ortaya çıkar. ALMAN----- Tarihsel materyalizm felsefesi İNGİLİZ-----Emek-değer teorisi FRANSIZ-----İhtilalci politika Marksizmin felsefesi -Marksist diyalektik -tarihi materyalizm -eylem felsefesi(praxis) Oluş- felsefesi oluş mantığına göre gelişen varlık kendi içinde karşıtını da taşır ; “A” karşıtı olan “ A’ ” ile verimli bir birleşme içinde yeni bir varlığa “ A’ ” ya yol açar. (evrimsel bir gelişmenin tarihsel mantığı) Bu düşünce fikir, kurum ve toplumlara da uygulanabilir. Böylece “tez” “antitez” “sentez” şeklinde ilerleyen toplumsal yapıda “kavga - mücadele – ihtilal - çatışma” da eksik olmayacaktır. “diyalektik yöntem” tarihi yapan karşıt güçleri inceler!!! Hegel’den diyalektik mantığı almakla beraber “idealist” temeli reddetmektedir. Marksist felsefe “materyalist”tir. *“Tez” insanlık tarihinde üretim araçlarında özel mülkiyetin ortaklaşa olduğu “ilkel toplum” olurken, **“karşıt tez”, üretim araçlarında özel mülkiyetin yerleştiği aşama olurken- “kapitalizm” bunun zirvesi olmaktadır. ***Bu sınıf çatışmasıyla kusursuz bir “sentez”e sınıfsız topluma varacaktır. Yani “komunizm”e varacaktır. Hegel’in idealizminden Marx’ın materyalizmine geçişte L.Feuerbach’ın felsefi anlamdaki “yabancılaşma” kavramı etkili olmuştur. Feuerbach felsefede “idéè” yerine insanın hakimiyetini ileri sürmüştür. Marksizm, Feuerbach’ın felsefi-dini anlamda kullandığı yabancılaşma kavramını politik, iktisadi ve toplumsal alana nakletmektedir. Böylece, inanan/mümin din ile yabancılaşırken, vatandaş devletle, asker bayrakla, proleter de kapitalle yabancılaşmaktadır. İnanan kulluğu ile iradesini terkederken, işçi de kapitalizmle artı-değeri kaybetmektedir. Yabancılaşma bir taraftan düşünsel bir boyutu ortaya koyarken diğer taraftan da maddi ilişkileri ortaya koymaktadır. Yabancılaşma, böylece felsefenin olduğu kadar tarihin de anahtarını verir. Felsefi materyalizm marksizmde “tarihi materyalizm”e dönüşmektedir. Tarihi maddecilik(materyalizm) toplumda insanlararası ilişkiye, “diyalektik maddeciliğin” uygulanmasından ibarettir. Toplumsal değişmenin nihai belirleyicisi insanın toplumsal adalet veya ebedi gerçek gibi fikirleri değil fakat üretim ve mübadele tarzındaki değişmedir. Üretim araçlarındaki(güçlerindeki) değişim üretim ilişkisinde değişim yaratır. Nihayetinde üretim ilişkileri iki düşman sınıfın ilişkilerine dönüşür. Çatışma kapitalist toplumdaki burjuva x proleter çatışmasıyla son aşamasına erişir. Toplumun tümüyle üretim şartları iktisadi yapısını oluşturur. Toplumun, iktisadi sistemi, “altyapısı” yani gerçek maddi temelidir. Din, hukuk, ahlak gibi kurumlar “üstyapı”ya aittir. “Üstyapı” “altyapı” tarafından kurulmuş; onun tarafından belirlenmiştir. “Üstyapı” daima egemen sınıfların çıkarını yansıtır. Toplumsal gelişme “üstyapı”daki değişmelerle değil, üretim güçlerindeki değişmenin neticesinde ortaya çıkar, yani “altyapıdaki” değişimlerle… Ortaçağda hem üretim hem mülkiyet özeldir. (UYUM) Kapitalizm’de üretim kolektif(fabrikalar) ama mülkiyet özel(üretim araçlarında) (sonuç: UYUMSUZLUK) *Üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki uyum bozulunca “ihtilal” üstyapıdaki değişmeyi sağlayacaktır!!!! Üstyapıdaki değişmelerin belirleyicisi altyapıdaki değişmeler görüldüğünden “tarihi maddecilik” aynı zamanda “iktisadi gerekircilik”(determinizm) içerir. İnsanlık tarihinin sosyo-ekonomik gelişiminde şu aşamalar öngörülür. a) Üretim araçları mülkiyetinin toplumsal olduğu ilkel toplumlar. b) Esirliğe dayanan toplumlar: esir diğer üretim araçlarıyla beraber mülkiyet konusudur. c) Feodal lordun kısmen üretim araçlarına sahip olduğu serflerin de bir miktar üretim aracına sahip olabildiği feodal toplum. d) Üretim araçları mülkiyetinin tümüyle kapitalistin olduğu, kapitalist toplum. e) Üretim araçları mülkiyetinin işçilere ait olacağı henüz gerçekleşmemiş sosyalist toplum. Sınıf Çatışması Üretim güçleri her dönemde kendilerine uygun üretim ilişkileri yaratır. Bu ilişkiler, toplumu sınıflara ayıran “sömürü” ilişkileri olarak görülür. Sınıflar (nihai olarak) üretim araçlarını kontrol eden ve üretim araçları kontrolünden yoksun olan-olarak ikiye ayrılır. Bu ayrıştırmanın yarattığı çatışma ilerlemeyi yaratan gücü oluşturur. düşüncesinin aksine dünya tarihinin arkasında ulusların çatışması değil sınıfların çatışması vardır. Hegel Ulusal çıkarın yerini sınıf çıkarı alır, ulusal çıkar hakim sınıfların çıkarı olarak tanımlanır. (Aksine Bkz. II.Enternasyonel) Kapitalizm, insanlık tarihinden karşıt-tezin en geliştiği sınıfsal çatışmanın zirve noktasıdır. Bu iktisadi gerekircilik (determinizm) içinde, insan faaliyetinin yeri çok sınırlı olmakla birlikte etkin insan faaliyeti de eylem(aksiyon) felsefesi ile birlikte yer tutmaktadır. Praxis: Eylem insana kendisini tanıtır. Eylem felsefesi emeğin yüceltilmesiyle sonuçlanır. Praxis, insana eylemi ile kurtuluş yolunu göstermek iddiasındadır. **İnsanın kurtuluş yolunu tıkayan kapitalizmin çökmeye mahkum olduğu açıktır. ** Marx, çağının “burjuva iktisadı” diye nitelediği teorilerini ideolojik saymış olsa da, kendisinin kurduğu iktisat teorileri de aynı ölçüde ideolojiyle yüklüdür, bu ideoloji de felsefesinden doğar!! Marksizmin iktisadi analizi Kapitalist sistem iki açıdan incelenir. 1) İnsan sömürüsüne bağlı bir sistem olarak 2) Bu gayrimeşru dinamik sebebiyle çökmeye mahkûm olarak… Marksizm, felsefede “yabancılaşma” kavramı ile, iktisatta emek-değer, artı-değer ve kar teorisiyle kapitalizmi eleştirir. Marksist analizde; Toplam safi-ürün (hasıla): değişken kapital + artıdeğer -değişken kapital -artıdeğer (v) değişken kapital= ücret fonu (s) artıdeğer= rant, kar ve faiz’den oluşur. Toplam gayrisafi ürün - toplam safiürün= sabit kapital(c) (c) sabit kapital= amortisman, hammadde, enerji. Toplam gayrisafi ürün= c+v+s s/v = artıdeğer haddi veya sömürü haddidir. --Rant, faiz, kar/ ücret fonu c/v = kapitalin organik birleşimidir. --İşçi başına kullanılan kapital miktarı c/v=Sabit kapital/ücret fonu c/v üç şekilde değişebilir. i)istihdam düzeninin düşmesi ii) kapital birikimi iii)teknik ilerleme ve nispi fiyatlardaki değişme Marksist analizde, girdiler arasında ikame yoktur(üretim tekniği veri iken) Kapital ve işgücü sabit oranlarda birleşir. Kapitalin daima tam kapasite kullanıldığı varsayılır. Faiz oranındaki değişme bu kullanım seviyesini etkilemez. s/c+v = kar haddidir. (p) Tam rekabet şartları altında (çeşitli üretim dallarında amortisman haddi ve stok devir haddi eşit ise) bu oran çeşitli üretim dalları arasında eşitliğe yönelir. Neoklasik okul, mikro düzeyde statik denge tahliline dayanırken, Marx, makro düzeyde dinamik tahlil yapar, iktisadi büyüme ve değişim sürecini inceler. Neoklasik okul tam rekabet piyasalarında etkinlik sorununu incelerken Marx firmaların-kapitalin büyümesi ve temerküz olayını incelemektedir. Marksist analizde “marjinal analizin” yeri yoktur; çünkü “marjinal analiz” ürünü bütün girdilerin ortaklaşa yarattığını savunur. Birikim, Marksist sistemde kar veya faiz haddinin fonksiyonu değildir; kapitalistin birikim güdüsüne bağlıdır. Nispi girdi fiyatlarındaki değişmelerin Marx’ın sisteminde yeri yoktur. İstihdam hacmi o anda var olan kapital stoku tarafından belirlenir; üretimin sınırı emek değil kapitalin tam kullanım sınırıdır. Marx, mavi yakalıların yerine beyaz yakalıların nispi öneminin artacağını, işçilerin orta sınıfın bir bölümünü oluşturacağını öngörememiştir. Marx, temerküz olayı ve tekelleşmenin üstünde durmuş olsa da, emekdeğer, artıdeğer ve kar haddinin eşitlenmesi teorileri tam rekabet varsayımına dayanır. (nispi fiyat= bir malın diğer mal cinsinden değeri, reel fiyat) Marksist emek-değer, artı-değer, kar teorisi En büyük eleştiriler emek-değer teorisine yönelmiştir. Emek-değer teorisi Emeğin iki yönü ayırt edilebilir. a) Belirli kullanma-değerlerini yaratan emek b) Toplumun ihtiyacı olan bütün kullanma değerlerini yaratan bireysel emeklerin toplamı olarak “emek.” Kapitalist üretimde her metanın iki niteliği vardır: i) maddi nitelikleri dolayısıyla “kullanma değeri” ii) toplumsal emeğin bir bölümünün buna harcanmış olması dolayısıyla “mübadele değeri” Bir metanın mübadele değeri olmaksızın kullanma değeri olabilir, fakat mübadele değeri kullanım değerinin olduğunu varsayar, kullanım değeri de yoksa aksi halde o mal hiçbir değer taşımaz. “emek-zaman” belirli bir işçinin belirli bir metaya harcadığı zaman demek değildir. Öyle olsaydı en tembel işçi en pahalı malı üretirdi. Mübadele değerinin ölçüsü “toplumsal bakımdan gerekli emekzaman” dır. (makro düzeyde analiz) Diğer bir deyişle; değerin belirleyicisi olan emek-zaman, bir metanın üretimine giren dolaysız emek ve hammadde ile teçhizatta içerilmiş dolaylı emek harcamalarını birlikte kapsar. Marx, Ricardo’nun emekdeğer teorisini sistemleştirir; kullanma değeri ile mübadele değeri arasında ayırım yapar. Fakat Ricardo emek-değer teorisini nispi fiyatları açıklamak için kullanmasına rağmen, Marx dar anlamda böyle bir hipotezi ileri sürmemektedir. Metaların içerdiği emek, Marksist teoride onların değerini belirlemeyip değerin özünü oluşturur!!!!??? bu özcülük durmaktadır!!) (ki marksizmin kendi felsefesiyle çelişik Ricardo nispi fiyatları emek-değerle açıklamak için her alanda kapital-emek oranının eşit olduğunu varsayarken eleştirilmektedir. Marx ise üretim fiyatı teorisini kurarken bu varsayımı terketmektedir. Ricardonun emekdeğer teorisi bir nispi fiyat teorisi sayılabilir. Marx ise, değişen piyasa değerinin gerisinde metaların beşeri “öz”ünü, kapitalist ekonominin ekonominin idealini arar!!!!!!!!! gerçeklerini, toplumsal Bir yoruma göre Marx, emekdeğer teorisinin bu niteliği ile değerin iktisadi değil METAFİZİK açıklamasını yapar(!) Artı değer teorisi Marx artı-değer teorisiyle serbest rekabetçi kapitalizmde mübadele kanunlarının sömürüye nasıl yol açtığını ortaya koymak ister. Emekçi ürettiği değeri değil fakat malolduğu değeri elde eder, aradaki fark artıdeğer olarak kapitalistte kalır. Kapitalizmin hırsızlığı değil emeğin kendi mübadele değerine eşit ücret alıyor olması sömürüyü doğurmaktadır. Sistem kendi değer kanunları çerçevesinde adaletsiz, tutarsız veya haksız değildir. Sınıf mücadelesinin kaynağı da bu değer kanunlarıdır. Marx değeri emeğin ürünü olarak tanıdığı için kapital ve toprağı değer yaratmıyor saymaktadır. Marx’ın kapitali verimli kabul etmemesi kapitalistlerin gelirlerini haklı göstermelerine bir tepki sayılabilir. Kar veya kapitalist rekabet teorisi (p) kar haddi P= s/(c+v) = (s/v)/(c/v + 1) Kar haddinin(P), sömürü haddi s/v ile doğru orantılı, fakat kapitalin organik birleşimiyle c/v değiştiği anlaşılır. ters orantılı olarak (s/v) ne kadar yükselirse (p) o kadar yükselecek (c/v) ne kadar yükselirse (p) o kadar düşecektir. Farklı kapitalist girişimlerde kar haddi kapitalin organik birleşimine(yani işçinin teçhiz edildiği sermayeye) göre farklı olur. Ancak kapitalistler arası rekabet kar haddi farklarının sürekli olmasına imkan vermez. Kar haddinin eşitlenmesi kapitalin organik birleşimi ne olursa olsun, aynı üretim dalında aynı ürünün aynı fiyattan satılacağını gösterir. Böylece, üretim fiyatı ve değer arasında fark doğar. Değer, (c+v+s) toplumsal açıdan gerekli emekzaman ile ölçülür. Üretim fiyatı(normal fiyat) üretim maliyeti artı ortalama kar haddine eşittir. (c+v+p) Kapitalizmde üretim fiyatı ve değer farklı olmakla beraber Marx, bu ikisinin sosyalist ekonomide eşitleneceğini kanısındadır. Sosyalist ekonomide Artı-değerden(işçinin ürettiği ama eline geçmeyen kısımdan elde edilen tüm bütün gelirler ortadan kalkınca) fiyatlar c+v olacaktır. Üretim fiyatı değere orantılı olacaktır. Kapitalizmde artı-değerin varlığı fiyatın değeri yansıtmasını engellemektir!!! Marx, kapitalizmde fiyatların değerlere orantılı olmadığını, dolayısıyla, emek değer teorisinin Ricardo’nunkinden farklı olarak bir fiyat teorisi olmadığını ileri sürer. Buna karşılık; sosyalist sistemde, artıdeğeri oluşturan (rantfaizkar) gelir kategorileri ortadan kalkınca, fiyatlar ücret artı amortisman ve hammadde değeriyle belirlenecektir(c+v), fiyatlar değere orantılı olacaktır. Kapitalizm, fiyatlar değeri yansıtmadığından dolayı akılcı sayılamaz. “Büyük Çelişki” ve “Dönüşüm Sorunu” Marx, değer ve artıdeğer teorisini açıklarken kapitalin organik birleşiminin (c/v) her üretim dalında her meta için aynı olduğunu varsaymıştı. Böylece, metaların toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanla orantılı olarak mübadele edileceğini söyleyebiliyordu. Çünkü her meta için kapitalin organik birleşiminin (c/v) aynı olduğunu varsayınca, metaların mübadele değeri ancak içerdikleri emekzamanla orantılı olabilirdi. Oysa; mübadele değeri teorisinden dar anlamda bir nispi fiyat teorisinin çıkarılmaması gerekmektedir. Eğer emek-değer teorisi dar anlamda bir nispi fiyat teorisi olarak yorumlanırsa, yani metalar içerdiği emekzamanla orantılı fiyatlarda mübadele ediliyor diye kabul edilirse, kurduğu üretim fiyatı teorisiyle arada bir tutarsızlık ortaya çıkar. Çünkü, bu son teoriyi(üretim fiyatı teo.) kurarken kapitalin organik birleşiminin her üretim dalın eşit olduğu varsayımı terk edilmiştir. Bu varsayım terk edilince de emek-değer teorisi mübadele değeri(nispi fiyat) teorisi olamaz ! ! Marx, kar haddinin eşitlenmesini, kapitalin organik birleşiminin her alanda eşit olduğu varsayımını terkederek incelemiştir. Kar haddinin eşitlenmesi, artıdeğer haddinin(sömürü haddi) her alanda farklı olması demektir. c/v ‘nin ortalamanın üstünde olduğu yerlerde, kapitalin daha yüksek kar haddi olan alanlara kayması sonucu üretim fiyatları değerleri aşar. Marx’ın değer ve artıdeğer teorisini geliştirirken (kapitalin organik birleşiminin her alanda eşit olduğu varsayımı altında) metaların içerdiği emekzamanla orantılı fiyatlarda mübadele edilebileceğini ima etmesi; kar haddinin eşitlenmesini incelerken de (kapitalin organik birleşiminin her alanda eşit olduğu varsayımını terk ederek) değerlerin üretim fiyatlarından nasıl saptığını araştırması Böhm-Bawerk tarafından “büyük çelişki” olarak nitelendirilmiştir! Marx’ın değerleri fiyatlara dönüştürme çabası, sonra “dönüşüm sorunu”(transformasyon problemi) başlığı altında uzayıp giden tartışmalara konu olmuştur.