2020-2021 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI BAHAR DÖNEMİ ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II 1. HAFTA - Lozan Barış Antlaşmasının Değerlendirmesi ve Lozan Sonrası Yaşanan Gelişmeler Siyasi Alanda Yapılan İnkılaplar Lozan Barış Antlaşması (23-24 Temmuz 1923) Mustafa Kemal barış görüşmeleri için İzmir'i teklif etmiştir. Uluslararası antlaşmalara göre barış antlaşmaları tarafsız bir ülkede yapılması gerektiğinden bu isteğini İtilaf Devletleri kabul etmemiş ve Lozan görüşme yeri olarak kararlaştırılmıştır. Lozan Konferansı’na, 1 Kasım 1922 de Saltanat kaldırıldığından, Türkiye adına sadece T.B.M.M. katılmıştır. Bu konferansa, Dışişleri Bakanı ve Edirne milletvekili İsmet Paşa I. delege, Sağlık Bakanı ve Sinop milletvekili Rıza Nur Bey ikinci delege tayin edilmişlerdir. Ayrıca Trabzon milletvekili Hasan Saka, eski İktisat Vekili Celâl Bayar ve üç milletvekili de müşavir olarak bu görüşmelerde hazır bulunmuşlardır. Lozan Konferansına Türkiye’den başka İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Romanya ve Yugoslavya (SırpKaradağ-Hırvat-Makedon) bütün maddeler üzerinde söz sahibi olarak, Sovyetler Birliği ve Bulgaristan ise, sadece Boğazlar üzerindeki maddeler üzerinde konuşmak üzere konferansa katılmışlardır. ABD konferansa gözlemci olarak katılmıştır. Konferansın başlaması ile birlikte, üç ayrı komisyon oluşturularak çalışmalara başlanmıştır. Birinci komisyon : Sorunlar, askerlikle ilgili işlere, Boğazların statüsüne bakacak olup, başkanlığına İngiltere temsilcisi Lord Curzon getirilmiştir. İkinci komisyon: Mali ve ekonomik sorunlarla ilgilenecek başına da Fransız Barare getirilmiştir. Üçüncü komisyon: Azınlık ve diğer hukuki sorunlarla ilgilenecek başına da İtalyan Garroni getirilmiştir. Lozan Konferansı sırasında iki devlet bize sürekli zorluk çıkarmıştır: İngiltere adına Dışişleri Bakanı Lord Curzon (aynı zamanda Musul Petrol İşletme Şirketi’nin de Yönetim Kurulu Başkanı’ydı) ve Yunanistan adına da Elefterios Venizelos . Lozan Barış Konferansı'nın 20 Kasım 1922'de başlayan çalışmaları 4 Şubat 1923'te kesilmiştir. Görüşmelerin kesilmesinin nedeni Türk heyetinin; İngiltere ile Musul ve Boğazlar, Fransa ile kapitülasyonlar ve imtiyazlar, İtalyanlar ile ise kapitülasyonlar ve kabotaj konularında Yunanistan ile savaş tazminatı ve nüfus mübadeleleri konularında önemli ölçüde görüş ayrılıkları yaşamasıdır. Özellikle Kapitülasyonlar, Osmanlı Devlet Borçları, Musul vilâyeti ve Türk-Rum mübadelesi konularında uyuşmazlıklar yaşanmaya başlanması yüzünden Lozan Konferansı kesintiye uğramıştır. Barış görüşmelerine 23 Nisan'da yeniden başlamış ve 24 Temmuz 1923'te sona ermiştir. 23 Nisan 1923’de başlayan II. Lozan Görüşmeleri ’ne I. Lozan Konferansı’na katılan delegelerimiz aynen katılırken İngiltere ve İtalya’nın delegeleri değişmiştir. 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşma protokol ve açıklamalar hariç 234 maddeden oluşmaktadır. Bunun 143 maddesi Barış antlaşması metnidir. Lozan Konferansı ile ilgili içte yaşanan olaylardan ilki, 17 Şubat 1923’de İzmir İktisat Kongresi’nin toplanmasıdır. İkincisi, 1 Nisan 1923’te TBMM seçimlerinin yenilenmesi kararını almasıdır. Lozan görüşmelerinin sürdüğü bir sırada siyasî hayattaki en esaslı olay 1 Nisan 1923’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin seçimleri yenileme kararı almasıdır. 4 Şubat 1923 de Lozan görüşmelerinin kesildiği sırada yurtta İzmir İktisat kongresi toplanmıştır. 17 Şubat /4 Mart 1923 İzmir İktisat Kongresi yeni Türkiye'nin ekonomik sorunlarının tartışıldığı bir kongredir. Kurtuluş Savaşı ile kazanılan zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştür. İtilaf Devletleri tarafından Lozan Antlaşması ile devam etmesi istenilen Osmanlı Devleti'nin ekonomisinde ciddi hasarlara yol açmış kapitülasyonların ve diğer imtiyazların kabul edilemeyeceği kongrede belirtildi. Lozan Antlaşması Özetle şöyledir: Yunanlılar ile; 1-Batı sınırı Misâk-ı Millî’ye göre çizildi. Ancak bazı bölgelerin de elden çıkması önlenemedi. (Batı Trakya gibi). Karaağaç ve yöresi Yunanistan’dan alınacak savaş tamiratı bedeline karşılık elde edildi. İmroz ve Bozcaada ile Tavşan adaları bizde kaldı. Rodos, Meis ve Oniki Ada39 dışındaki diğer Ege adaları Yunanistan’a bırakıldı. (Midilli, Sakız, Sisam ve Nikerya adalarına asker yerleştiremeyecekti. Bugün bu adalarda Yunan üsleri vardır, dolayısıyla anlaşma çiğnenmiştir.) 2-Batı Trakya Türkleri, sosyal hayatlarında dil olarak Türkçeyi kullanacaklar, Yunanistan onların azınlık haklarına riayet edecektir. Batı Trakya’da nüfusa oranı %85 olan Türklerin sayısı bugün %10’lar civarındadır.) 3-Rum Ortodoks Patrikhanesi İstanbul’da kalacak ve dokunulmazlığı sağlanacak, İstanbul Rumları yayın yapma, okul açma, hastahane kurma ve vakıf oluşturma işlerinde serbest olacak, Türk mahkemelerinde kendi dilleri ile ifade verebileceklerdi. 4- Bütün azınlıklar Türk uyrukludur. Doğu Trakya ve Anadolu’daki Rumlarla, Yunanistan’daki Türkler değiştirileceklerdi. Ancak, İstanbul’un yerlisi Rumlarla, Batı Trakya’daki Türkler bu değişime tâbî olmayacaklardı. Azınlıkların özel ayrıcalıkları kaldırılacak. Bulgaristan ile; Karadeniz’de Rezve deresi boyundan batıda Türk-Yunan sınırına kadar gelen sınır aynen kalacaktır. (29 Eylül 1913 tarihinde Bulgaristan’la II. Balkan Savaşı sonrasında imzalanan İstanbul Antlaşması’ndaki sınır). İtalya ile; 1912 yılından beri işgal altında bulunan Rodos ve On İki ada ile yanlarındaki adacıklar ve Meis adası İtalyanlara bırakılmıştır. İngiltere ile; Misâk-ı Millî’nin birinci maddesini oluşturan Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Erbil üzerindeki Türk hakları barışın onayından sonra Milletler Cemiyeti’nin kararına göre Türkiye-Irak sınırı belirlenirken göz önünde bulundurulacaktır. (Musul-Kerkük petrollerinden vazgeçmek istemeyen İngiltere, Türkiye’de iç isyan çıkarmak da dahil olmak üzere her türlü tertip ve baskıları uygulayarak, 5 Haziran 1926’da “Musul Meselesini aleyhimize sonuçlandırdı. Kıbrıs Adası 5 Kasım 1914’den beri İngiltere’ye terk edilmiş sayılacak, Türk uyruğundan olan halk, iki yıl içinde, ya İngiltere’nin ya da başka bir ülkenin vatandaşlık haklarını istemekte serbest olacak; İngiltere uyruğundan başkasını seçenler de bir yıl içinde Kıbrıs’ı terk edeceklerdi. Fransa ile; 1)Dış borçlar (1929 Dünya ekonomik bunalımıyla Türkiye borçlarının ertelenmesi talebinde bulundu fakat kabul edilmedi, borçları Fransız parasıyla değil, Türk parası ile ödemesi kabul edildi. Türkiye son taksitini 1954 yılında ödedi.) 2)Yabancı okullar (Türkiye Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tüm yabancı okulları MEB 'e bağladı.) 3)Adana Mersin Demir yolları Fransa' dan satın alınarak millileştirildi. 4)Türkiye Suriye sınırı (Hatay meselesi) Fransızlarla, 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması’nda belirlenen sınır kabul edilmiştir. (Bilindiği gibi bu anlaşmayla Hatay ve İskenderun dışında güney sınırımız şimdiki haliyle kabul edilmişti. Hatay ve İskenderun daha sonra Anavatana katılacaktır.) Kapitülasyonlar; Bütün kapitülasyonlar toptan kaldırılmıştır. Türkiye’deki yabancı ticarî kurumlar da bundan sonra Türk kanunlarına kayıtsız-şartsız uymak zorundadırlar. Osmanlı Borçları; Altın olarak değil, kâğıt para ile ödenecek, ödenme şekli, daha sonra İngiltere ve Fransa ile kararlaştırılacaktır Boğazlar; Çanakkale ve İstanbul Boğazları, “Karma Boğazlar Komisyonu” tarafından idare edilecek, gemilerin geçiş haklarını bu komisyon düzenleyecekti. (Bu durum 20 Temmuz 1936 Montrö Sözleşmesine kadar sürecektir.) Boğazlar silahsızlandırılacak. Antlaşma imzalandıktan sonra İstanbul'un boşaltılacak. Lozan Barış Antlaşması'yla Misak-ı Millînin ilkeleri büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir. Türkiye'nin, Batı Trakya ile çözüme kavuşturulamayan Musul dışındaki toprak istekleri kabul ettirilmişti. Boğazlar ile Trakya sınırında askerlikten arındırılmış bölgeler kurulması ve İstanbul'daki asker sayısının sınırlandırılması kaydı dışında, Türkiye toprak konusunda bağımsızlığını elde ediyordu. Türkiye, beşer yıllık süreler için imzalanan ve üçü de 24 Temmuz 1923 tarihini taşıyan Ticaret Sözleşmesi, Sağlık Sorunlarına İlişkin Bildiri ve Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri dışında bütün kapitülasyon niteliğindeki kayıtlardan da Kurtulmuştur. Lozan’dan kalan başlıca konular ise, İngiltere’yle Musul, Fransa’yla borçlar ve Suriye sınırı, Yunanistan’la ahali mübadelesi meseleleri ile kapitülasyonlara ilişkin bazı hususlardı. Lozan Barış Antlaşması ile: Yeni Türk Devleti ve Misâk-ı Millî, düşmanlarımız tarafından resmen kabul edilmiştir. Askerî zaferler siyasi zaferle sonuçlanmıştır. Türkiye savaş tazminatı ödememiştir. Kapitülasyonlar kesin olarak kaldırılmıştır. Ülke sınırları Irak sınırı hariç belli olmuştur. Türkiye açısından I. Dünya Savaşı sona ermiştir. Azınlıkların Türk vatandaşı sayılması ile dış güçlerin içişlerimize karışması önlenmiştir. Millî Mücadele hareketi, bağımsızlık için uğraşan diğer milletlere de bir örnek olmuştur. Antlaşma, I.TBMM tarafından imzalanmış, II.TBMM tarafından onaylanmıştır. Lozan Antlaşması ile yeni Türk Devleti’nin varlığı ve bağımsızlığı tüm dünya tarafından kabul edilmiştir. Lozan Antlaşması ile 28 Temmuz 1914te başlayan I. Dünya Savaşı resmen sona ermiştir. Dış politika açısından Şark Meselesi yeni bir boyut kazanırken, Türk iç politikası da Lozan’ın etkisindeki yıllara girmiştir. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ve Rauf Bey sırasında yaşanan tartışmalar Cumhuriyetin ilk yıllarına damgasını vuran siyasal görüş ayrılıklarına kadar uzanmıştır. Lozan barışı konusundaki farklı yaklaşımlar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurulması ve Takrir-i Sükun Kanununa kadar uzanan sürecin başlangıcını teşkil emiştir. Lozan Barış Antlaşması daha önceki yıllarda imzalanan barış antlaşmaları dikkate alındığında Türk diplomasi tarihi açısından büyük bir başarıdır. Antlaşmayla Misak-ı Milli büyük ölçüde gerçekleştirilmiş ve tam bağımsızlık elde edilmiştir. Musul’un Türkiye sınırları dışında kalması, Boğazlar üzerinde Türk egemenliğinin tam olarak sağlanamaması, Hatay sorununun çözümlenememesi Lozan’da Türkiye’nin istediği biçimde çözemediği konulardır. Sonraki yıllarda Musul sorunu Türkiye’nin aleyhinde, Hatay sorunu ise Türkiye lehinde çözüme kavuşmuştur. Mustafa Kemal Paşa Lozan Antlaşmasının önemini şu sözleriyle özetlemektedir: “ Bu antlaşma Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın, sonunda neticesiz bırakıldığının belgesidir”. Taraf ülkelerin temsilcileri arasında imzalanan Lozan Barış Anlaşması, uluslararası anlaşmaların ülke meclislerince onaylanmasını gerektiren yasalar gereğince taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüştür. Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923'te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923'te, İtalya tarafından 12 Mart 1924'te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924'te imzalanmıştır. İngiltere'nin anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Lozan Barış Anlaşması, tüm tarafların onaylarında dair belgeler resmi olarak Paris'e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir. SİYASİ ALANDA İNKILAPLAR 1-Saltanatın Ilgası (Kaldırılması)(Lozan Konferansı öncesi I. TBMM) 2-Halk Fırkasının kurulması 3-Ankara’nın başkent olması 4-Cumhuriyetin İlanı 5-Hilafetin Ilgası (Kaldırılması) SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR 1-SALTANATIN KALDIRILMASI TBMM Hükûmeti Lozan Konferansı'na Misak-ı Milliyi gerçekleştirmeyi, Türkiye'de bir Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Batı Trakya, Ege adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı) çözmeyi ve Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki sorunları (ekonomik, siyasal, hukuksal) çözmeyi amaçlamış Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır. İtilaf Devletleri Lozan'a TBMM Hükümeti üzerinde baskı kurmak için hem İstanbul Hükümeti'ni (Osmanlı)hem de Ankara Hükümetini (TBMM) çağırdılar. Bu duruma tepki gösteren TBMM Hükümeti, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Kasım 1922'de kabul ettiği 308 numaralı "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, hukuku hâkimiyet ve hükümranının mümessili hakikisi olduğuna dair" adlı kararnamesi ile gerçekleşmiştir. Saltanatın kaldırılmasıyla beraber Osmanlı İmparatorluğu resmen sona ermiştir. SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR 1- Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922): Sebepleri: 1-İstanbul hükümeti de İtilaf devletleri tarafından Lozan Görüşmelerine çağrıldı. Bu durum TBMM ile İstanbul hükümeti arasında ikilik oluşturabilirdi. 2-Saltanatın milli egemenlik ilkesine aykırı olması. 3-Bazı çevrelerin hala saltanat yönetimini İstemesi 4-Dini otorite ile siyasi otoritenin ayrılarak, Laikliğe geçişin hızlandırılmak istenmesi. 5-Ulusal egemenliği gerçekleştirmek. 6-Cumhuriyet yönetimine geçilmesi yolunda bir adım atmak. Saltanatın kaldırılması, I. TBMM'nin yaptığı tek inkılap olmuştur. Refet Bele; Ankara Hükümeti'nin İstanbul'daki temsilcisi sıfatıyla saltanatın kaldırıldığını Sultan Vahdettin'e tebliğ eden, 4 Kasım 1922 tarihinde İstanbul'un idaresine TBMM namına el koyan, Vahdettin'in İstanbul'dan ayrılışından sonra Abdülmecid Efendi ile görüşen ve TBMM tarafından halife seçilmesi üzerine ona uyması gereken şartları tebliğ eden kişidir. Saltanatın Kaldırılmasının Önemi ve Sonuçları: 1 Kasım 1922'de TBMM'de saltanatın kaldırılması görüşüldü, saltanat ile hilafet birbirinden ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Saltanatın, İstanbul'un işgali tarihi olan 16 Mart 1920'den itibaren yok sayılmasına karar verildi. Sultan Vahdettin, padişahlık sıfatının kalkması üzerine, 17 Kasım 1922'de İstanbul'u terk etti. I.TBMM, 18 Kasım 1922'de aldığı bir kararla, Abdülmecid Efendi'yi halife olarak atadı. Lozan’da ikilik çıkması önlendi. Milli egemenlik ilkesi güçlendirildi. Osmanlıların siyasi varlığı sona erdi. Devlet başkanı sorunu ortaya çıktı. Siyasi yetki ile dini yetkinin birbirinden ayrılması ile laiklik yönünde ilk adım atılmış oldu. Halifelik makamına TBMM Abdülmecit Efendi atandı. Cumhuriyete giden yol açıldı. Abdülmecid Efendi SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR 23 Nisan 1920 yılında kurulan Meclis kurucu meclisti. Savaş sonrasında meclisin yenilenmesi düşüncesi ağırlık kazandı. Mustafa Kemal'e karşı saltanatın kaldırılması ile bir muhalefetin oluşması, I. TBMM'nin savaş sırasında yıpranması, Yeni Türk Devletini çağdaşlaştırma düşüncesi, 23 Nisan 1923'te yeni bir meclis oluşturmaya çalışıldı. Mustafa Kemal daha önce oluşan Müdafaa-i Hukuk grubunu esas alarak 9 Eylül 1923'te yeni Türkiye'nin ilk siyasi partisini kurdu. Halk Fırkası 11 Eylül 1923'te yeni çalışmalara başladı. II. Meclis oluştu. İnkılapları gerçekleştiren meclis bu meclistir. II. TBMM Binası, 1924-1960 2-Halk Fırkasının kurulması: 23 Nisan 1920'de açılan Birinci TBMM'nin üyeleri, vatanın kurtuluşu ve bağımsızlığı konusunda birleşmelerine rağmen, siyasi konularda birçok gruba ayrılıyorlardı. (Tesanüt Grubu, İstiklal Grubu, Müdafa-yi Hukuk Zümresi, Halk Zümresi ve Islahat Grubu gibi). Mustafa Kemal TBMM'deki bütün grupları birleştirip ulusal iradenin meclise yansıması için çaba gösterdi. Fakat başarılı olamadı. Zamanla TBMM'de "Birinci Grup" ve "İkinci Grup" adıyla iki grup oluştu. Halk Fırkası, TBMM'de "Birinci Grup" milletvekillerinin çalışmaları sonucu 9 Eylül 1923'te kuruldu. 11 Eylül 1923'te Mustafa Kemal Halk Fırkasının genel başkanlığına seçildi. Halk Fırkasının adı Cumhuriyet'in ilanından sonra, 1924'te, "Cumhuriyet Halk Fırkası", 1935'te "Cumhuriyet Halk Partisi" olarak değiştirildi. 4- 11 Eylül 1919 Sivas Kongresi Cumhuriyet Halk Partisi'nin 1. Kurultayı olarak da kabul edilmiştir. Bu partinin de desteği ile Ankara başkent ilân edilmiştir. Ayrıca, cumhuriyet rejimine geçilmesinde de etkili olmuştur. 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi 2-Halk Fırkasının kurulması: Mustafa Kemâl’in esas amacı düşündüğü İnkılâpları gerçekleştirecek kadroyu tek çatı altında toplamaktı. Devrimleri ve ülkeye getirmek istediği yeni yaşama düzenini belirli politik aydınlığa kavuşturmak için, “Müdafaai Hukuk Grubu”na siyasî bir parti kimliği kazandırmaktı.1922’de güvendiği arkadaşlarıyla çehresini değiştirdiği fırkanın kuruluşlundan önce “Dokuz Umde” (Dokuz İlke) adını verdiği prensipleri yayınladı.(8 Nisan 1923). Bu felsefe daha sonra Halk Fırkasının esas felsefesi olacaktı. Bu şartlar altında seçimler yenilenmiş; Mecliste çoğunluğu sağlayan “Müdafaai Hukuk Grubu” 9 Eylül 1923’de “Halk Fırkası” adını almıştır. Halk Fırkasının Kurulması (9 Eylül 1923): Mustafa Kemal, partinin kurulmasına ilişkin ilk açıklamasını 6 Aralık 1922 tarihinde yapmıştır ve “Halk Fırkası” adını kullanmıştır. Partinin amacını ‘’Ülkenin geri kalmışlığını ve çöküş tehlikesini ortadan kaldırmak, “çağdaş” ve “gelişmiş” bir toplum yaratmak amacıyla devrimler yapmayı plânladıklarını bunun da ancak bir siyasal parti ile mümkün olabileceğini söylemiştir. 3-Ankara’nın Başkent Oluşu - Saltanatın kaldırılmasından sonra, yeni Türkiye'nin başkentinin neresi olacağı problemi çözüldü. - Millî Mücadele yıllarında TBMM'nin Ankara'da olması, - Burasının güvenli bir konumda olması, - Millî Mücadele sonrası imparatorluktan millî bir devlet yapısına geçilmesi, - Yeni bir dönemin başlamasının da bir sembol olması nedeniyle Ankara, TBMM'de 13 Ekim 1923'te “Türkiye Devleti'nin Makarr-ı İdaresi Ankara Şehridir.” şeklinde çıkan kanunla resmen Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti oldu. 13 Ekim 1923 günü Malatya milletvekili İsmet Paşa ve on dört arkadaşı Ankara'nın başkent olması için Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yasa önerisi verdiler. Öneri mecliste oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye Devleti'nin başkenti oldu. 4-Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) Anadolu ve Trakya’nın kurtarılması ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra iç politikaya ağırlık verilmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında, değişik yer ve zamanlarda alınan birçok karar ile ileride açıkça saltanatın kaldırılıp yerine, ulusal egemenliğe dayalı bir Cumhuriyet rejiminin kurulacağı belirtilmişti. 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılması ile başlayan Cumhuriyet uygulaması, 1921 Anayasası’nda yer alan egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğuna dair hüküm, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile rejim değişikliğini açıkça ortaya koydu. 11 Ağustos 1923'te ikinci TBMM çalışmalarına başladı ve inkılapların gerçekleşmesi için daha çok, görüş birliği içerisinde olan milletvekilleri bir araya gelmiş oldu. 13 Ekim 1923'te anayasaya konan ek bir madde ile Ankara yeni devletin başkenti oldu. Böylece devlet merkezinin İstanbul olacağı yolundaki tartışmalara son verildi. Cumhuriyetin ilanı için de bir adım atılmış oldu. Çünkü yeni başkent, yeni yönetim şekli mesajı veriyordu. 27 Ekim 1923’te Fethi Bey’in istifasıyla ortaya çıkan hükümet bunalımı, Meclis’in çalışmalarını oldukça zorlaştırmıştır. Güçler birliği ilkesinin en katı şekli olan Meclis Hükümeti sistemine göre yapılan seçimlerde bakanlar kurulunun oluşturulamaması, bu sistemin artık iyi işlemediğini göstermiş ve kabine sistemine geçilmesini zorunlu kılmıştır. Kabine sistemine geçiş için ise Cumhuriyet’in ilanı ve bu ilanla birlikte bir cumhurbaşkanının seçilmesi gerekli görülmüştür. Cumhuriyetin ilanı ile ilgili tasarı 29 Ekim 1923 de Meclisin ve devletin tek partisi durumunda bulunan Halk Fırkasının onayından geçerek Meclise sunulmuş ve oy birliği kabul edilmiştir. Bundan sonra Meclis’te yapılan bir diğer oylama ile Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte; Türkiye’de devlet ve hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğu yasallaşmış; ülkedeki rejim ve devlet başkanlığı sorunu ile hükümet bunalımı giderilmiştir. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından Başbakanlığa atanan İsmet Paşa, 30 Ekim 1923 günü Cumhuriyet’in ilk kabinesini (hükümetini) kurmuştur. Fethi Bey ise Meclis Başkanı seçilmiştir. Ayrıca ulusal egemenlik ilkesi biraz daha güçlendirilerek halkın yönetime katılmasının yolu açılmıştır. Cumhuriyet’in ilan edilmesi, Türk demokrasi süreci açısından en önemli kilometre taşı olmuştur. İlk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk İlk Başbakan Mustafa İsmet İnönü İlk Meclis Başkanı Ali Fethi Okyar 5- (3 Mart 1924 )Halifeliğin Kaldırılması Hazreti Muhammed'in vefatıyla İslâm devletlerinde devlet işlerinin yürütülmesi işini halifeler üstlendiler. Devlet başkanları halife ismi ile birlikte anıldı. Memluklerin ortadan kalkması ile Yavuz Sultan Selim Döneminde Osmanlı Devlet'ine geçen halifelik (1517), Saltanatın kaldırılmasına kadar (1 Kasım 1922) saltanatla birlikte anılan bir siyasi güç oldu. Halifeliğin kaldırılmasının Nedenleri - Halifelik kurumunun cumhuriyetçi ve laik yönetim biçimiyle bağdaşmaması - Halife Abdülmecit’in siyasi otorite olarak hareket etmek istemesinin iç ve dış politikada iki başlılığa neden olması - Halifeliğin rejim ve inkılap karşıtlarının sığınabilecekleri bir odak hâline gelmesi - Başta İngiltere olmak üzere güçlü devletlerin halifelik kurumuna destek vererek Türkiye’nin iç işlerine karışma ihtimallerinin bulunması - Saltanatın kaldırılması ile halife, siyasi yetkilerinden ayrılıp dini yetkiler ile varlığını sürdürmesi - Eski rejim yanlıları Cumhuriyet'e karşı muhalefetlerini ifade edebilmek için halife Abdülmecit etrafında etkili olmaya başlaması. "TBMM halifelerin halifede TBMM'nindir” düşüncesi ile hareket etmeleri ve yeni rejime karşı cesaretlenmeleri. 5-Halifeğin Kaldırılması (3 Mart 1924) Halifelik makamının, zamanla ulusçuluk ilkesine ters düşmesi üzerine, Cumhuriyet'in ilanı ile, hem yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politika ilkelerine, hem de yeni kurulan Cumhuriyet rejimine ters düşen bu makamın kaldırılmasına karar verildi. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasına rağmen, halifelik kaldırılamadı; çünkü halk bu yeniliğe hazır değildi, iç isyanlar çıkabilirdi. Saltanatın kaldırılmasından sonra 18 Kasım 1922'de Abdülmecit Efendi, TBMM tarafından, Halife olarak atandı. Saltanatın kaldırılmasına rağmen, eski rejim yanlıları, bazı milletvekilleri, ordu komutanları halife Abdülmecid Efendi'nin çevresinde toplanmaya başladı. TBMM, 3 Mart 1924'te aldığı kararla; Halifeliğin kaldırıldığını, gelecekte halifelik ve saltanat iddialarında bulunmamaları için, Osmanlı ailesi üyelerinin yurt dışına çıkarılmalarını, Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırıldığını, kabul etti. 3 Mart 1924'te dönemin Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının verdiği kanun teklifi TBMM tarafından kabul edildi ve böylece halifelik makamı kaldırıldı. - Halifeliğin kaldırılması ile birlikte Halife Abdülmecid Efendi ve bütün Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı. - TBMM'ye sunulan kanun tekliflerinin kabulü ile Erkan-ı Harbiye Reisliği ile Şer'iye ve Evkaf Vekâletleri de kaldırıldı. - Ordu ve din işleri siyasetten ayrıldı. TBMM’nin 3 Mart 1924 tarihinde kabul ettiği üç kanun: 1- 429 sayılı Ser’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Bakanlıklarının Kaldırılması.(Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı , Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genel Kurmay Başkanlığı kurulmuştur.) 2- 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu(Öğretim birliği sağlanmıştır. Ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekâlet'ine (Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’na) bağlanmıştır. 3- 431 sayılı Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Topraklarının Dışına Çıkarılmasına Dair Kanunlardır. Halifeliğin Kaldırılmasının Sonuçları -Laikliğe geçişin en önemli adımı gerçekleşti. -Yapılacak inkılâpların önü açılmıştır. -Türkiye’de ümmetçilik anlayışları sona erdi, ulusal egemenlik daha da güçlendi. -Eski rejim karşıtları önemli bir dayanaklarını kaybettiler. -Devletin rejimi konusunda tartışmalara yol açabilecek bir kurum ortadan kaldırıldı. -Cumhuriyet rejiminin temelleri sağlamlaştırıldı. -Milliyetçiliğin temelleri güçlendirildi. -Bağımsız bir dış politika izlenmesine zemin hazırlandı. -Osmanlı hanedanı üyeleri dahil, 150 kişi ülke dışına çıkarıldı. Hanedan üyelerinin ülke dışına çıkarılma nedeni, ileride saltanat ve halifelik iddiasında bulunmalarını engellenmiştir. -Halifeliğin kaldırılması ile birlikte, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Bakanlığı) de kaldırıldı; yerine, din işlerini yürütmek için Başbakanlığa bağlı Diyanet işleri Başkanlığı kuruldu. Vakıf işlerini yürütmek için de Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.Tevhidi tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) kabul edildi. GELECEK HAFTA ; -Çok partili siyasi hayata geçiş denemelerini işleyeceğiz. 2020-2021 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II BAHAR DÖNEMİ 2. HAFTA ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ 1-Cumhuriyet Halk Fırkası (9 Ağustos 1923) 2-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924) 3-Serbest Cumhuriyet Fırkası (12 Ağustos 1930) ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi hayatındaki ve Türkiye demokratikleşme tarihindeki en önemli olaylardan birisi de Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çok partili demokrasi denemeleridir. Çok partili rejimlerde hükümeti kuran parti veya partiler, muhalefet partileri tarafından denetlenir. Siyasî partiler demokratik rejimlerin vazgeçilmez unsurlarıdır. Mustafa Kemal Paşa'nın en büyük arzusu demokrasinin ülkemizde tam olarak yerleşmesi idi. Bu sebeple ülkede çeşitli partilerin kurulmasını istemiştir. Bu konuda da milletine önderlik etmiştir. Yeni Türk devletinin ilk partisi olan Halk Fırkasını 9 Eylül 1923’te kurup, çok partili siyasî hayata geçişi teşvik etmiştir. Mustafa Kemal, gerçekleştirmeyi düşündüğü inkılapları parti programına koymuş ve bu partiyi her hangi bir toplumsal sınıfın değil, bütün halkın partisi yapmaya çalışmıştır. Mustafa Kemal bu şekilde inkılapları halka mal etmek istemiştir. ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ 30 Ekim 1018 Mondros Mütarekesi ile işgale açık hale gelen Türk toprakları, mütarekenin 7. Maddesi bahane edilerek işgal edilmeye başlanmıştı. Bu işgallere karşı Türk milletinin sesi olarak ortaya çıkan Mustafa Kemal, ülkeyi cemiyetler aracılığıyla birleştirmiş ve bu kararlılık 28 Ocak 1920’de Misak-ı Milli Kararları olarak ortaya çıkmıştır. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilmesi Ulusal Egemenlik yolunda büyük bir adım atılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu adım 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılmasıdır. I. TBMM’nin üyeleri, yani milletvekilleri başlıca iki yolla meclise gelmişlerdi. Bunlardan birincisi Mustafa Kemal tarafından 19 Mart 1920 tarihinde yayınlanan seçim beyannamesi ile seçilerek gelenlerdi. ikincisi ise, İngilizler tarafından kapatılan son Osmanlı Mebussan Meclisi’nin üyesi olup gizlice kaçarak Anadolu’ya geçenler ve Ankara’ya gelenlerdi. I. TBMM, toplumun değişik kesimlerinden, değişik meslek gruplarından ve değişik dünya görüşünü savunan milletvekillerinden meydana gelmiştir. ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ I.TBMM döneminde meclis içinde partiler olmamıştır. Dolayısıyla gruplar ortaya çıkmıştır. I. TBMM 23 Nisan 1920 - 1 Nisan 1923 dönemleri arasında faaliyet göstermiştir. Birçok farklı kesimden milletvekili mecliste bulunmuştur. İlk TBMM'de bulunan gruplar için ortak amaç; vatanın işgalden kurtarılması olduğu için partileşme mümkün olmamıştır. İlk TBMM'de; Tesanüt Grubu , İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi ,Halk Zümresi Islahat Grubu gibi gruplar bulunuyordu. Mustafa Kemal Atatürk'ün öncülüğünde Müdafaa-i Hukuk Grubu kurularak ülkede bulunan bölgesel cemiyetler bir bayrak altında toplamış ve vatanın kurtarılması için etkin rol oynamıştır. Daha sonra Mustafa Kemal ve onun tarafında olan Müdafaa-i Hukukçulara 1. Grup, Mustafa Kemal’in karşısında olan, saltanat ve hilafet yanlılarına 2. Grup ismi verildi ve grup sayısı 2’ye düştü. ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ Lozan görüşmelerinin olduğu dönemde, devletin yönetim şekli ve barıştan sonra izlenecek iç siyaset konusunda mecliste görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bu durum karşısında meclis 1 Nisan 1923’de seçimlerin yeniden yapılarak meclisin yenilenmesin kararının alarak dağıldı. Mustafa Kemal yeni meclis için yapılan seçimlere inkılapçı kişilerin aday olmasını sağladı. Seçimler 23 Nisan 1923’de yapıldı ve II. Meclis 11 Ağustos 1923’de çalışmaya başladı. Lozan Antlaşmasının onaylanması, Ankara’nın başkent ilan edilmesi ve cumhuriyetin ilan edilmesi gibi bir çok iş II. Meclis tarafından yapıldı. 1923-1927 arasındaki büyük inkılapları yaptığından dolayı II. Meclise inkılapçı meclis de denilir. 1924 yılına girildiğinde özellikle Musul’un statüsü ve mübadele konusundaki anlaşmazlıklar sebebiyle hükümet ve milletvekilleri TBMM’de oldukça yoğun bir mesai içerisine girmişlerdir. Nisan 1924’te Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (1921 Anayasası’nın) değiştirilmesi sırasında Halk Fırkası içinde bazı milletvekillerinin muhalefeti ortaya çıkmış ve bu muhalefet gün geçtikçe de kuvvet kazanmıştır. ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ Kurtuluş Savaşının zor ve ağır şartlarında milletvekilliği ve komutanlık aynı kişide toplanmış bu durum savaşın kazanılmasından sonrada devam etmiştir. Ancak, II. TBMM’de savaş ortamının olmaması ve aynı zamanda milletvekili de olan bazı komutanların yeniliklere karşı tavır takınmaları, bazı komutanların ordudaki görevlerini bırakıp mecliste muhalefetlere başlaması, o sırada Musul meselesinin tüm sıcaklığını koruması ordunun siyasetten ayrılmasının gerekliliğini gündeme getirmiştir. 3 Mart 1924'te kabul edilmiş bir yasayla hükümette yer alan Genel Kurmay Başkanlığı siyaset dışına çıkarılmıştır. 19 Aralık 1924 te çıkarılan kanun ile de , asker milletvekillerinin görevlerinden birini tercih etmeleri, genel seçimlerin ilanından 15 gün önce bütün ordu mensuplarının istifa etmeleri yada emekliye ayrılmaları halinde mebus(milletvekili) seçilebilecekleri şartı getirilmiştir. Buna göre ordu siyasetten ayrılması amaçlanmış ve ordunun bağımsız siyasetten uzak olması sağlanmaya çalışılmıştır. Yani artık hem milletvekili, hem de asker olunamayacaktı . Mustafa Kemal kendine bağlı olan paşaları askerlik görevlerine dönmelerini siyaseti bırakmalarını istemiştir. Fevzi Çakmak ve Cevat Paşa görevlerine dönmüş, diğerleri dönmemiştir. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Eğilmez ve Cevat Çobanlı gibi milli mücadelenin kazanılmasında çok büyük faydaları görülmüş komutanlar askerlik mesleğinden istifa etmiş ve siyaseti tercih etmişlerdir. Fevzi Çakmak Kurtuluş Savaşı yıllarında dahi mücadelenin lider kadrosu askerlerden oluşmasına rağmen karar alma inisiyatifi her zaman Türkiye Büyük Millet Meclisinde olmuştur. Öyle ki cumhuriyetin ilanı ve Mustafa Kemal Paşa'nın ilk Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Meclis üyesi bulunan subayların Meclis çalışmalarına katılması yasaklanmıştır. Cevat Paşa ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ 1-Cumhuriyet Halk Fırkası (9 Ağustos 1923) I. TBMM’deki Müdafaa-ı Hukuk (I. Grup) grubunca kuruldu. Kurucusu Mustafa Kemal’dir. Diğer kurucuları : Refik Saydam, Celal Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan, Zülfü Bey idi. Genel Sekreter Recep Pekerdir. Yeni Türk Devletinin İlk siyasi partisidir. Devletçilik ilkesini benimsemiş olmasından dolayı kendisinden sonra kurulan partilerden ayrılır. Ekonomide Devletçilik ilkesini benimsemiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonra 10 Kasım 1924’de Partinin adına Cumhuriyet kelimesi eklenmiştir. Dil inkılabından sonra ise Fırka yerine parti kullanılmaya başlamıştır. Mustafa Kemal büyük Nutku’nu partinin ikinci kongresinde okumuştur. (1927) Bu partinin başkanlığını ve cumhurbaşkanlığını 1938’e kadar Mustafa Kemal yürütmüştür. 1938 ile 1950 arasında tek parti olarak, İsmet İnönü CHP’nin başkanlığını yürütmüştür. Parti 1980’de kapatılmıştır. İnkılapları gerçekleştiren partidir. Çok partili hayata geçiş programının ilk adımıdır. Sivas Kongresi CHP’nin ilk kongresi sayılır. . Halk Fırkasının İlkeleri • Egemenlik milletindir. • TBMM’nin üzerinde hiçbir güç yoktur. • Kanunların yapılmasında ve uygulanmasında milli egemenlik esasları içerisinde çalışacaktır. • Saltanatın kaldırılması hakkında karar değişmez ilkedir. • Ekonomi görüşü devletçiliktir ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ 2-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924) Saltanatın kaldırılması, halifeliğin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı sonucunda milletvekilleri arasında görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Halk Fırkası içinde en fazla karşı çıkılan konular devletçilik ve inkılapçılık oldu. Görüş ayrılıklarının giderek artması sonucunda Cumhuriyet Halk Fırkasından ayrılan milletvekilleri ile ordudaki görevlerinden ayrılan milletvekilleri 17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular. Partinin genel başkanı bir dönem Doğu cephesi komutanı olarak görev yapan Kazım Karabekir’dir. Parti'nin kurucuları ise Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar gibi isimlerdir. Mustafa Kemal'in yakın arkadaşları tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Türkiye'de Halk Fırkasından sonra kurulan ikinci parti ve Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan ilk partidir. Aynı zamanda ilk muhalefet partisi unvanı bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ekonomide liberalizm savunmuştur. Parti politikaları içinde dini inançlara saygılı olmayacağına dair bir bilgi de bulunmuştur. Bu durumdan dolayı partide kısa süre içinde muhafazakar ve saltanat yanlısı, rejim karşıtı, gizli bölücü faaliyet içinde olan kişiler toplanmaya başlamıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Şeyh Sait ayaklanması ile ilgili olduğu gerekçesiyle 5 Haziran 1925 tarihinde kapatılmıştır. Böylece çok partili hayata geçiş ilk deneme başarısız olmuştur. Ali Fuat Cebesoy 2-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Parti Programı; Cumhuriyet rejimini savunur. Millî iradeye saygılıdır. Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır. Cumhurbaşkanı olan kişinin milletvekilliği kaldırılmalıdır. Parti, ülke yönetiminde merkeziyetçiliğe karşıdır. Yönetim bakımından adem-i merkeziyetçilik (yerinden yönetim) savunulmuştur. Ekonomide liberalizmi savunan bir program ortaya koymuştur. Serbest ekonomi politikası izlenecektir. Devlete ait çiftliklerle araziler topraksız köylülere dağıtılacaktır. Parti özgürlüklerden yanadır. Parti, toplumsal ve siyasal yapılanmanın zamana yayılmasına taraftardır. Parti programında ayrıca tek dereceli seçim sistemini savunur. Anayasanın milletten vekalet alınmadan değiştirilmeyeceği savunulmuştur. ŞEYH SAİT İSYANI Şeyh Sait İsyanı (Doğu İsyanı-Genç İsyanı) Şeyh Sait İsyanı cumhuriyetin ilanından sonra meydana gelen ilk büyük çaplı ayaklanmadır. Rejime karşı yapılan ilk ayaklanma olması yönüyle 31 Mart Vakasına benzemektedir. Şeyh Sait İsyanı ile cumhuriyet rejiminin getirdiği yenilikler baltalanmaya çalışılmıştır. Halifeliğin kaldırılmasını bahane eden çevreler Doğu Anadolu'da Şeyh Sait İsyanını çıkarmıştır. Bu İsyan daha önceden planlanmıştır. Bu alanda İngiltere’nin isyancılara vermiş olduğu destek bilinmektedir. İsyanın temel iki nedeni vardır: İç nedeni, saltanatın ardından halifeliğin kaldırılması, yenilik hareketlerinin bazı çevrelerce istenmemesi , yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve onun inkılaplarına karşı ve hilafetin geri getirilmesine yönelik saltanat taraftarlarının çabaları , Kürt milliyetçiliğidir . Özellikle Doğu Anadolu’da uzun yıllardan beri süregelen gizli bölücülük hareketlerinin, bu gerici çevrelerle işbirliği yapıp dışarıdan sağlanan desteklerle eyleme dönüşmesi ve bölgede ayrı bir devletin kuruluşuna ilişkin planların uygulanmaya geçilmesi için gerekli ortam hazırlanmış, yurt içindeki örgütlenme tamamlanarak, dış ilişkiler kurulmuştur. I. Cihan Harbi sonunda Osmanlı Devleti’nin dağılmasıyla bazı Kürt guruplar bağımsızlık hareketlerine girişmiştir. Bu amaçla kurulmuş olan, milli varlığa zararlı cemiyetler içinde yer alan ve merkezi İstanbul’da bulunan Kürt Teali Cemiyeti adındaki birlik bağımsızlık hareketleri kapsamında faaliyet göstermiştir. Bu cemiyetin en büyük destekçisi İngilizlerin amacı, İngiltere’ye bağlı bir Kürt devleti kurmaktır. ŞEYH SAİT İSYANI Dış nedeni ise; aynı döneme denk gelen Musul meselesinde başarı kazanmak isteyen İngiltere'nin Musul’u Türkiye’ye vermek istememesi ve Irak ile Türkiye arasına tampon vazifesi görecek bir Kürt devleti kurdurmak istemesidir. Bunun içinde İngiltere Türkiye dahilinde isyanlar ve kargaşa çıkararak, Türkiye’yi istikrar bulmamış bir ülke olarak dünyaya tanıtmak ve böylece Türkiye’nin yakın doğu dengesinde kendi aleyhine bir durum yaratmasını önlemek için bu isyanı körüklemiştir. İngilizler, zengin petrol yataklarına sahip olan Musul’un her ne pahasına olursa olsun Türkiye’nin eline geçmesini istemiyorlardı. İlk olarak gizli ajanları ile Doğu Anadolu’da halkı kışkırtıcı faaliyetlere yöneldiler. Amaçları, Musul ile Türkiye arasında yeni bir devlet kurdurarak Türkiye ile Musul’un bağlantısını kesmekti. Mustafa Kemal Atatürk Musul ve Kerkük vilayeti ile Misak-i Milli sınırları tarifini 1923 yılında yaptığı konuşmada şöyle vermiştir; Şeyh Sait, 13 Şubat 1925 tarihinde Genç Vilayeti ’ne bağlı Ergani Kazasının Piran Köyü’nde “din elden gidiyor” söylemleri ile bir isyan başlatmıştır. İsyan başlangıçta Ali Fethi (Okyar) hükümet tarafından küçük çapta bir olay olarak algılanmış ve mahalli kuvvetlerce bastırılabileceği düşünülmüştür. Fethi Okyar hükümeti, İsyanı bastırmak için şiddetten kaçınmış, bu tutumu da isyancıları daha da cesaretlendirmiştir. Diyarbakır’da başlayan isyan Genç, Erzurum, Elazığ, Muş ve Bitlis’te etkili olmuştur. Bu bunalımlı dönemde Ali Fethi Okyar hükümeti istifa etmiş yeni hükümeti İsmet İnönü oluşturmuştur. İsmet İnönü hükümeti sıkı yönetim ilan etmiştir. İsyan 15 Nisan 1925’de tamamen bastırılmış ve suçlular cezalandırılmıştır. Şeyh Sait İsyanın başlaması ve bastırılamaması sebebiyle Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1. maddesine ekleme yapılmıştı. Bunun üzerine hükümet 4 Mart 1925 tarihinde üç maddeden oluşan Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarmış ve ülkede iç huzuru ve güvenliği bozacak her türlü yayın, girişim ve kuruluşun kapatılması kabul edilmiştir. Bu kanun ile, isyanın bastırılması için hükümete geniş yetkiler verilmiştir. Aynı kanunla biri Ankara’da, diğeri isyan bölgesinde olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi’nin kurulması kararlaştırıldı. (17 Mart 1925) Ankara’da ve Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemeleri ile her türlü bozgunculuk yasaklanmıştır. Bu çerçevede mahkeme Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının isyan bölgesindeki şubelerini bazı üyelerinin isyancılara destek vermesi sebebiyle kapatmıştır. Hükümet bu karara uyarak 3 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapatmıştır. Takrir-i Sükûn Kanunu gereği isyancılar yargılamak için hükümet biri Ankara’da, diğeri Diyarbakır’da olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurmuştu. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi yargılamayı iki aşamada yapmıştı. İlk yargılamada Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucusu Seyyid Abdulkadir, Seyyid Mehmet, Bitlisli Kemal, Palulu Kör Sadi gibi bazı kişiler, halkı isyana teşvik etmek, cumhuriyeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek ve ayrılıkçı fikirlerle Türkiye’yi bölmeye çalışmak suçlarından idam cezasına çarptırıldı. 27 Mayıs 1925’te cezalar infaz edilmişti. İkinci yargılamada Şeyh Sait ve adamları yargılandılar ve suçlu bulundular. Cezaları 28 Haziran tarihinde infaz edilmişti. Şeyh Sait İsyanının Sonuçları: *Ordu birliklerinin bir kısmı bu bölgeye kaydırıldı. Bölgede sıkı yönetim ilan edildi. *Bölgede seferberlik ilan edildi. Adana bölgesinden bir kolordu isyan bölgesine gönderildi. *İstiklal Mahkemeleri tekrar kuruldu. *Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. (Huzur ve Güvenliği Sağlama Kanunu) Hıyanet-i Vataniye Kanununu tamamlar nitelikte olan ve rejimin tartışılmasını Yasaklayan Takrir-i Sükun Kanunu 4 Mart 1925’den 2 Mart 1927’ye kadar yürürlükte kaldı ve bu kanun inkılapların kabul edilmesini kolaylaştırdı. *Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. *Çok partili hayata geçiş için uygun ortamın olmadığı anlaşıldı. *İlk çok partili hayat denemesi başarısız sonuçlandı. *Musul meselesi İngiltere lehine sonuçlandı. *Devrimler konusunda dikkatli olunması gerektiği görüldü. NOT: Bu isyan Cumhuriyet yönetimine karşı oluşan ilk ciddi isyandır ve dış destek almıştır. Mustafa Kemal’e Suikast Girişimi (İzmir Suikastı) (16 Haziran 1926) Sebepleri: Rejim karşıtları ve muhalifler Mustafa Kemal’e karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunmuşlardır. *Laiklik karşıtları ve İttihatçılar gibi bazı grupların Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasından sonra Mustafa Kemal’i öldürmekle amaçlarına ulaşacaklarını düşünmeleri. *Rejimi değiştirmek isteyen çevrelerin düşünceleri. Önemi: *İttihatçılar tamamen tasfiye edildi. *Muhalifler sindirildi. *Rauf Orbay 10 yıl hapis cezası aldı. Mustafa Kemal Batı Anadolu gezisine çıkmıştı. Bunun için Balıkesir’e de uğramıştı. Suikastçıların planlarına göre Mustafa Kemal 16 Haziran 1926’da Balıkesir’den ayrılacak ve 17 Haziran 1926’da İzmir’de Kemeraltı çarşısındaki kalabalıkta Atatürk öldürülecek ve meydana gelen karmaşadan faydalanılıp motorla Yunan adalarına kaçılacaktı. Atatürk’ün Balıkesir’den ayrılması bir gün gecikince Motorcu Şevki’nin korkup suikast hazırlığını İzmir valisi Kazım Dirik’e bildirmesi üzerine her şey ortaya çıkmıştı. Suikastı gerçekleştireceklerin içinde Rize Milletvekili Ziya Hurşit, Gürcü Yusuf, Laz İsmail, Çopur Hilmi, Miralay Ayıcı Arif ve Şükrü Bey gibi kimseler vardı. Olay Giritli Şevki isimli balıkçının ihbarıyla ortaya çıkmıştır. İzmir Suikastı ardından Mustafa Kemal ’’ Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.’’ demiştir. 21 Haziran 1926 günkü Vakit gazetesinde yayınlanan ve suikastın yapılacağı noktayı gösteren kroki. 3-Serbest Cumhuriyet Fırkası 12 Ağustos 193017 Kasım 1930 12 Ağustos 1930 tarihinde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ikinci muhalefet partisi olarak kurulmuştur. 1930 lı yıllara gelindiğinde inkılapların büyük bir bölümü gerçekleştirilmiştir. Ancak çok partili hayata geçilememiştir. Meclise demokrasinin gereği olan çok sesliliği getirmek istenmiştir. Mustafa Kemal Paşa, yakın çalışma arkadaşı Paris sefiri Ali Fethi Bey(Okyar)’e yeni bir siyasi parti kurup başına geçmesini teklif etti. Partiyi destekleyeceğini söyleyerek CHP’den ayrılan 15 milletvekilinin de kurulacak bu yeni partiye geçmesini sağladı. Mustafa Kemal Paşa’nın teklifine olumlu bakan Fethi Bey derhal çalışmalara başladı. Çalışmalarını tamamlaması ile de 12 Ağustos 1930 tarihinde Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuş oldu. 3-Serbest Cumhuriyet Fırkası Mustafa Kemal’in yeni bir parti kurulmasını istemesinin nedenleri; Meclis’te muhalefet oluşturmak, Meclisin denetimini sağlamak, 1929 dünya ekonomik buhranı ile Liberalizmi deneme ihtiyacı , Yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi, ekonomide devlet müdahalesinin azaltılması amaçlanmıştır. 1929’da meydana gelen dünya ekonomik bunalımının Türkiye’yi de olumsuz etkilemesinden dolayı mecliste bunalımlar meydana gelmiştir. Cumhuriyet Halk fırkasına karşı tepkiler artmış , Hükûmetin izlediği ekonomik politika ve uygulamalar ise bazı milletvekilleri tarafından eleştiriliyordu. Mustafa Kemal, bu fırsattan yararlanarak iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Fırkasını TBMM’de idari yönden denetleyecek muhalif bir partinin olması gerektiğini, demokratik bir yaşama geçiş için ekonomik programı Cumhuriyet Halk Fırkasından ayrı olan başka bir siyasal partinin kurulmasını istedi. Böylece ekonomide liberal bir programı benimseyen “Serbest Cumhuriyet Fırkası”, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) Bey tarafından kuruldu (12 Ağustos 1930). Bu partiye ilk kez kadınlar da katıldı. Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule (Atadan) Hanım da bu partinin kurucuları arasında yer aldı. Mustafa Kemal, parti kurucularından cumhuriyet ilkelerine ve laik devlet düzenine bağlı kalmalarını istedi. Makbule (Atadan) Serbest Cumhuriyet Fırkasının programı Cumhuriyetçi ve milliyetçi esaslara bağlı kalınacaktır. Ekonomide liberalizmi savunmuştur. Seçimler tek dereceli yapılacaktır. Kadınların siyasi haklara kavuşması sağlanacaktır. Serbest ekonomi politikası izlenecektir. Vergiler halkın gücüne göre belirlenecektir. Paranın değerini koruyacak tedbirler alınacaktır. Yabancı sermayenin ülkemize girmesi sağlanacaktır. Vatandaşların elinde yeterli sermaye birikimi yoksa bu konuda devletin gücünden yararlanılacaktır. Limanlardaki tekelci uygulamalar kaldırılacaktır. Teşviki Sanayi Kanunu tümüyle uygulanacaktır. Serbest Cumhuriyet Fırkası büyük bir hızla gelişerek büyüdü. 1930 yılında yapılan yerel seçimlere büyük bir patlama yaparak 502 yerde seçimi kazandı. Ancak, seçimlerde yolsuzluk yapıldığı gerekçesi ile 22 tanesi geçerli sayılmıştır. Fethi Bey’in bu dönemde yaptığı Batı Anadolu gezisi, irticai kesimin hükûmet, devrimler ve laiklik aleyhine gösteriler yapmasına vesile oldu. Bütün tedbirlere rağmen gerici düşünceler tehlikeli bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. Fırka, üyelerini kontrol altına alamıyordu. Fethi Bey’in “Fırkanın Mustafa Kemal Paşa ile siyasi sahada karşı karşıya gelebileceği anlaşılmış, bu sebeple feshine karar verilmiştir” açıklamasından sonra, 17 Kasım 1930 tarihinde İçişleri Bakanlığına bir dilekçe verilerek Serbest Cumhuriyet Fırkasının kendi kendini kapatmasını sağlamıştır. Böylece çok partili hayata geçiş denemeleri ikinci defa başarısız olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında çok partili hayata geçmek için yeni bir deneme olmamıştır. Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi 1946 dan sonra olacaktır. Bu tarihe kadar CHP tek parti olarak ülkeyi yönetmiştir. Menemen Olayı (23 Aralık 1930): Menemen Olayı tarihte “Kubilay Olayı” adıyla da bilinmektedir. Manisa’dan gelen ve Nakşibendi tarikatına bağlı Derviş Mehmet önderliğinde 6 kişilik asi bir grup Menemen Belediye Meydanı’nda yeşil bayrak açarak şeriat ilan etmeye çalışmışlardır. Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasından sonra 23 Aralık 1930 tarihinde, Nakşibendi Tarikatına mensup Derviş Mehmet isimli bir kişi, müritleri ile birlikte Menemen'e giderek, rejime karşı çıkarak, Şeriat isteriz, din elden gidiyor, saltanatı geri getireceğiz, şapka giyen kâfirdir propagandası ile halkı yanlarına çekip, bir ayaklanma başlatmak istemişler ve isyanı çıkartmıştır. Durumu öğrenen jandarma komutanı, askeri birliklerden yardım istemiş, Menemen’de bulunan 43. Piyade Alay Komutanlığı Asteğmen Kubilay’ı gerici ayaklanmayı bastırmakla görevlendirmiştir. Kubilay olay yerine geldiğinde isyancıların açtığı ateşten yaralanmış ve isyancılardan Derviş Mehmet tarafından bir bağ bıçağı ile boğazı kesilerek şehit edilmiştir. Asteğmen Kubilay ile birlikte olay yerine gelen Hasan ve Şevki isimli bekçiler de asiler tarafından şehit edilmiştir. . Menemen Olayı (23 Aralık 1930) Olay yerine gelen askeri birliklerin, teslim olmaları yönündeki uyarılarını dinlemeyen ve kendilerine kurşun işlemediğini iddia eden asilere karşı açılan ateş ile Derviş Mehmet ve iki adamı olay yerinde öldürülmüş, diğerleri de kaçmaya çalışırken yakalanmışlardır. Araştırma sonucu, olayın bölgesel bir nitelik taşımadığı, organize edilmiş bir şebekenin işi olduğu ve amacının da Cumhuriyeti yıkmaya yönelik, gerici ve siyasi bir hareket olduğu anlaşılmıştır. İsyanın bastırılmasından sonra Suçlular Menemen Divan-ı Harbi örfisince ölüme mahkum edilen 34 kişinin idam edildiği olayda 41 kişi de çeşitli sürelerde hapse mahkum edilir (4 Şubat 1931). İsyanın bastırılmasından sonra bölgedeki sıkıyönetim kaldırılır (26 Şubat 1931). Mustafa Kemal bu olayın Cumhuriyeti yıkmaya yönelik olduğunu belirtti. Türk milleti isyana tepki göstererek yurdun çeşitli yerlerinde protesto mitingleri düzenlemiştir. NOT: İnkılapların yerleşmesi için 1945 yılına kadar bir daha çok partili hayat denenmedi. Atatürk, Orduya gönderdiği başsağlığı mektubunda: "... Büyük ordunun genç subayı ve Cumhuriyetin ülkücü (idealist) öğretmenler topluluğunun değerli üyesi Kubilay'ın temiz kanı ile Cumhuriyet yaşama yeteneğini tazelemiş ve güçlendirmiş olacaktır" demiştir. ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİNİN SONUÇLARI: Çok partili rejim denemeleri 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurulması ile başladı. Kurulan partiler, yaşanan isyanlar demokrasiye geçilmeye hazır olunmadığını gösterdi. Her kurulan parti eskiye dönüş için kullanıldı. Şeyh Said İsyanı, Suikast girişimi, Menemen Olayının ortak sonucu laik düzene ve rejim değiştirmeye yönelik geçici isyanlar olmasıdır. Atatürk döneminde bir daha parti kurulmamıştır. Türkiye, çok partili hayata 1946 yılında Demokrat Partinin kurulmasıyla geçmiştir. 1946 Seçimini CHP kazanmıştır. (Açık Oy-Gizli Tasnif) 1946 seçimi ilk çok partili seçimdir. Tek dereceli sistem 1946’da başlamıştır. 1950 Seçimini Demokrat Parti (Celal Bayar-Adnan Menderes) kazanmıştır. (Gizli Oy-Açık Tasnif) 1950 yılında ilk defa CHP dışında farklı bir parti iktidara geldi. Böylece çok partili hayata geçilmiş oldu. GELECEK HAFTA HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR, ANAYASALAR HAREKETLER İŞLENECEKTİR. 2020-2021 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II BAHAR DÖNEMİ 3. HAFTA HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR, ANAYASALAR HAREKETLER HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR, ANAYASALAR HAREKETLER ANAYASALAR 1921 ANAYASASI (TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU) 1924 ANAYASASI (20 Nisan 1924) 1961 ANAYASASI 1982 ANAYASASI HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR, ANAYASAL HAREKETLER Hukuk kelimesi; Arapça "hak" kökünden gelir ve kelimenin çoğuludur. Hukuk, vatandaşların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini düzenleyen yazılı kuralların bütünündür. Türk Dil Kurumu'na göre hukuk kelimesi, "Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür". Hukuk, şahısların diğer şahıslarla ve devletle olan ilişkilerinde karşılıklı hak ve mükellefiyetlerin neler olduğunu belirler. Hukuk düzeni iyi işleyen bir toplum adalet inancının sağladığı huzur ve güven içinde yaşar. Hukuk alanında gerçekleştirilecek bir inkılap, diğer inkılapların da hem temelini, hem de güvencesini oluşturur. Hukuk başlıca iki işlevi yerine getirir: Düzeni sağlar Adaleti tesis eder. Kuralları koyan ve denetleyen otoriteye devlet denir. Devlet gücünü hukuk kurallarından alır. Devlet hukuk kurallarını insan düşüncesi, dine yada geleneklere göre düzenler bu durum devletin rejimini belirleyen temel faktördür. Devletin niteliğini, kurumlarının işleyişini, vatandaşların temel hak ve sorumluluklarını belirleyen, devletin yönetim biçimini belirten hukuk kurallarına, temel yasaya Anayasa denir. Bu kurallar yazılı yada sözlü olabilir. İlk Türk Devletleri töre adı verilen yazılı olmayan Türk devlet geleneğine göre yönetilmiştir. İslamiyet’in kabulünden sonraki süreçte İslâm Hukuk Sistemi'nin yanında Türk Devlet Geleneği devlet yönetiminde bağlayıcı olmuştur. Çağdaş anlamda anayasal sürecine XIX. Yüzyılda Tanzimat ve Islahat Fermanlarının ilanı ile ilk adım atılmıştır. Meşrutiyet Dönemi’nde Kanuni esasi ilan edilmiştir. Türk Anayasaları: Günümüze kadar 6 kez anayasa yapılmıştır. Bunun ilk 2’si Osmanlı, 4’ü ise Cumhuriyet döneminde yapılmıştır. Toplumun birbiriyle eşit haklara sahip üyeleri arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk alanına Özel hukuk denir, şunları kapsar: Devlet ve vatandaşlar veya devletin kendi kurumları arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk alanına Kamu Hukuku denir, şunları kapsar: Anayasa Hukuku İdare Hukuku Ceza Hukuku Yargılama Hukuku İcra-iflas Hukuku Devletler Genel Hukuku Vergi Hukuku Medeni Hukuk Ticaret Hukuku Devletler Özel Hukuku Borçlar Hukuku Osmanlı Devletinde hukuk iki temele dayanırdı. Şer’i ve Örfi Hukuk Şer’i Hukuk (Şeriat)Kaynağı: Kuran-ı Kerim Hadis İcma Kıyas Şer'i hukuk sadece Müslümanlara uygulanırdı. Kamu hukuku dışında kalan davalarda Müslüman olmayanlar kendi dini kurumlarında yargılanırlardı. Örfi Hukuk(Gelenekler)kaynağı : Padişah Fermanları Örfi Hukuk Şer’i Hukuk’a aykırı olamazdı. Örfi Hukuk kuralları Kanunname de, Şer’i hukuk kuralları Fıkıh kitaplarında yer alır. İlk Osmanlı Kanunnamesi 15. yüzyılda Fatih zamanında hazırlanan Kanunname-i Ali Osman’dır. En önemli Osmanlı Kanunnamesi, Kanuni Kanunnamesidir. Osmanlı Hukukunun Özellikleri: Osmanlı Devletinin ilk yıllarında yazılı bir hukuk sistemi yoktu. Anlaşmazlıklar da töre ve geleneklere bakılırdı. Osmanlı Devleti kurulduğu günden itibaren şer'i ve örfi hukuka göre yönetilmiştir. Kuruluş döneminden sonra devlet büyüyüp geliştikçe, fethedilen yerlerin hukuki yapısına göre de yeni kanunlar yürürlüğe girmiştir. Bunlara ek olarak Osmanlı sınırları içinde bulunan azınlıkların da kendi hukuki uygulamaları mevcuttu. Bu nedenle Osmanlı Hukuku, çok hukuklu bir sistemdi ve hukuk birliği yoktu. Din, mezhep farkları ve kapitülasyonlar hukuk birliğini engellemiştir. Tanzimat döneminden itibaren batı hukuku örnek alınmıştır. Tanzimat, Islahat Fermanı ve Meşrutiyet ile getirilen yenilikler durumu daha da karmaşık bir hale sokmuştur. Son düzenleme ile devletin hukuk kuralları “Mecelle” adıyla oluşturulmuştur. Bu kanun İslâm Hukuk sistemi ve günün ihtiyaçları göz önüne alınarak Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında oluşturulan bir heyet tarafından hazırlanmıştır. Mahkemelerde tek yargıç vardır. Adalet işlerine kazaskerlere bağlı olan kadılar bakmıştır. Fakat devletin gerileme ve çöküş döneminde adil uygulanamayan hukukta tamamen bir çöküş yaşanmıştır. Avukatlık kurumu son döneme kadar yoktur. Diğer toplumlarda olduğu gibi kadın hakları kısıtlıdır. Osmanlı Hukukunun Özellikleri: 19. yy da Osmanlı hukukunda önemli değişiklikler olmuştur. Avrupa Hukuk kuralları örnek alındı. Bu yenilikler hukuk alanında da farklılıklara yol açmıştır. Osmanlı'nın son dönemlerinde hukuk düzeni; Müslüman halk İslam hukukundan gelen uygulamaları, gayrimüslim halk ise kendi dini mahkemelerini, bu düzenlemelerin yanında bir de batı etkisi ile gelen yeni hukuki düzenleme ve Osmanlı'da daha önce bulunmayan mahkeme usullerini içeriyordu. II. Mahmut döneminde Nezaret-i Deavi kuruldu. Daha sonra ismi Nezaret-i Adliye oldu. 1840 da Ceza Kanunu, 1950 de Ticaret Kanunu, 1863 de Deniz Ticaret kanunu yürürlüğe girdi. 1865 de Düstur adıyla bir kanun dergisi yayınlanmaya başlandı.1868 de Şuray-ı Devlet (Danıştay) kuruldu. Danıştay'ın açılması İslam hukukundan Laik Fransa'nın İzmir konsolosu, İzmir kadısının hukuk sistemine geçişte önemli bir aşamadır. önünde. 1699 tarihli seyahatnamede yer alan bir Jean Du Mont gravürü 1868-1876 yılları arasında İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları hazırlandı. Mecelle, Tanzimat Fermanı ile açılan dönemin en önemli kanunu ve Osmanlı modernleşmesinin en önemli anıtlarından biridir. Her ne kadar Mecelle, Hukuk-i Aile Kararnamesi, Tanzimat ve Islahat Fermanları ve batı tarzı çok hakimli mahkemelerin kurulması gibi hukuk alanında yeni düzenleme çalışmaları olsa da önceden beri gelen karmaşık ve ikili hukuk düzeninde hukuk birliği sağlanamamıştır. Osmanlıda Şeri mahkemelerin yanında, konsolos mahkemeleri, gayrimüslim cemaat mahkemeleri, Nizamiye mahkemeleri ve ticaret mahkemeleri bulunuyordu. Osmanlı'da bir mahkeme görünümü Osmanlı Hukukunun Özellikleri: Osmanlıda anayasacılık hareketleri, 1808 tarihli Sened-i İttifakla başlamakta, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanı ile devam etmektedir. İlk anayasa da 1876 Kanun-u Esasisi dir. HUKUK ALANINDA İNKILABI GEREKTİREN NEDENLER Osmanlı bir imparatorluk olduğu için imparatorluk hukuku ulus devletle, meşruti monarşiyle idare olunduğu için de milli egemenlikle cumhuriyetle bağdaşmaması. Osmanlı hukuk sisteminde kabul edilmiş prensip gereği insanlar dinlerine göre farklı hukuk kurallarına tabidirler. Bu durum çoklu hukuk sistemine buda hukuk alanında kargaşaya, müdahaleye, eşitsizliğe, yabancı devletlerin iç işlerine karışılmasına ve milli hamiyetsizliğe yol açmıştır. Hukuk alanında gerçekleştirilecek bir inkılap, diğer inkılapların da hem temelini, hem de güvencesi oluşturacaktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği diğer inkılaplarda olduğu gibi, hukuk inkılabı da Türk milletine lâyık olduğu bağımsız, çağdaş, demokratik ve onurlu bir yaşam sağlama amacına yöneliktir. Yeni Türk Devleti ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ilkelerine dayanıyordu. Ulusal egemenlik siyasal devrimlerle gerçekleştirilmiştir. Tam bağımsızlık ise ülkede yaşayan herkesin kanun önünde eşitliğini sağlayabilecek, tek, güçlü bir hukuk sisteminin kurulmasını gerektirmiştir. Osmanlı Devleti’nde hukuk birliğinin olmaması. Yeni Türk devletinin hukuk birliğini sağlamak istemesi , Çağdaş Batılı hayatın ihtiyaçlarına cevap vermemesi, Batı medeniyetini ülkeye getirmek için batı hukukuna yönelme isteği, Kadın haklarındaki eksiklikler, Evlenme, boşanma, miras konularında herkesin kendi dini kurallarına göre hareket etmesi, Devlete laik bir kimlik kazandırma isteği, Milli egemenlik ilkesi ile bağdaşmaması, Ceza ve yargılama usullerinin yetersizliği vb. konular hukuk alanında yenilikler yapmayı gerektirmiştir. HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR Yeni Türk Devletinde; Hukuk alanında yapılacak inkılapların tohumu kongreler döneminde ve TBMM’nin açılışında atıldı. Erzurum ve Sivas kongrelerinde siyasi alanda köklü değişikliklerin yapılacağı, halk iradesine dayanan cumhuriyet rejimi, kaynağın millet olacağı vurgulanmıştır.‘’Kuvay-i Milliyeyi etkin (ulusal güçleri) etkin ulusal iradeyi hakim kılmak esastır.’’(Saltanat sistemine karşı çıkılmış ve halk egemenliğinden bahsedilmiştir.) TBMM’nin açılışında, Mustafa Kemal’in yaptığı konuşmada ‘’Efendiler bu ilkelere dayanan bir hükümetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle bir hükümet ,milli hakimiyet temeline dayanan halk hükümetidir. Cumhuriyettir.’’ siyasi inkılapların habercisi olmuştur.Devletin temel yapısını kuran siyasi inkılaplar hukuk inkılabının önünü açmıştır. Takrir-i Sükûn Kanunu ’da inkılapların yerleştirilmesi ve halka benimsetilmesi için çıkarılmıştır. Hukuk İnkılabı,20 Ocak 1921 Anayasasının kabulü ile hukuken de resmiyet kazanmıştır. Anayasadan güç alarak şu inkılaplar yapılmıştır: 1-Saltanatın kaldırılması.1 Kasım 1922 2-Cumhuriyetin İlanı. 29 Ekim 1923 3-Halifeliğin kaldırılması.3 Mart 1924 4-Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması.3 Mart 1924 5-1924 Şerriye Mahkemeleri Kaldırıldı 6-20 Nisan 1924 Anayasasının kabulü. 7-1926 Ankara Hukuk Mektebi açıldı. 8-17 Şubat 1926 Medeni Kanun kabul edildi (İsviçre'den uyarlandı.) 9-1926 Ceza Kanunun kabul edildi. (İtalya'dan uyarlandı) 10-1926 Borçlar Kanunu kabul edildi (Almanya'dan uyarlandı.) 11-1928 Devletin dini İslam'dır hükmü anayasadan çıkarıldı. 12-1929 İdare Hukuku kabul edildi. (Fransa'dan uyarlandı) 13- 1929 İcra ve İflas Kanunlarının kabulü. 14-1930 Kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı. 15-1934 Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı. 16- 5 Şubat 1937 Atatürk ilkeleri anayasaya konuldu. Türk hukuk inkılabını Osmanlıdan kalan , gelişen ve değişen dünya ihtiyaçlarından doğan sorunlar şekillendirmiştir. Türk Hukuk İnkılabı iki döneme ayrılabilir; 1-Yeni Türk Devletinin kurulmasından 1937 ye kadar olan dönem. Tüm devrim yasaları ve İnkılaplar bu dönemde kabul edilmiştir. 2-Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ve İkinci Dünya Savaşı İle başlayıp günümüze kadar uzanan dönem. II. Dünya Savaşı bittikten sonra demokratik hukuk devletinin kurulmasında önemli adım sayılacak yeni bir dönem başlar: Çok partili siyasal yaşama geçiş. Gelişmeler daha çok siyasal alandadır. Özellikle 1961 ve1982 anayasaları ile demokratik hukuk devletinin kurulmasında bir tamamlanmaya gitme çabası görülür. 1945 yılından sonra anayasal sistemi ve hukuk kurallarını etkileyecek en önemli siyasi gelişme 14 Mayıs 1950 de iktidara Demokrat partinin kurulmasıdır. 27 Mayıs 1960 yılına kadar iktidarda kalmıştır. Yeni hukuk sisteminin kurulmasıyla ilgili ilk ciddi adım 1925 yılında Ankara’da Hukuk Mektebi’nin açılmasıdır. Ama asıl ciddi adımları atıldığı yıl 1926’dır. Bu yıl içerisinde Batı’dan alınan kanunlarla Türk hukuk sistemi yepyeni bir çevreye girmiştir. Alınan kanunlar : Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, İcra ve İflas Kanunu, Deniz Ticareti Kanunu; Medeni Kanun; evlenme, boşanma ve miras haklarını belirleyen aile hukukuna medeni kanun denir. Medeni hukuk ilgili işlemler Osmanlı döneminde İslam hukuk sistemine göre çözümlenmekteydi. Osmanlı Medeni Kanunu Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında oluşturulan Mecelle (Mecelle-i Ahkam-ı Adliye) denilen kanun ile geliştirilerek sistemli hale getirildi. Bu kanun İslam hukuk sistemi ve günün ihtiyaçları göz önüne alınarak hazırlanmıştı. Mecelle-i Ahkam-ı Adliye; İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları kodeksidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yarım yüzyılında şer'i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Hanefi mezhebinde geçerli olanlar hükümler bir araya getirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yarım yüzyılında şer'i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Gerek Osmanlı tebaasının gerekse Hristiyan azınlığın haklarını korumak için oluşturulmaya başlanan Mecelle, kişilerin hür iradesinin dini kurallara uygun olması esas almıştır. Medeni kanun bu yönüyle ihtiyaçlara cevap verecek tarzda olması gerektiği düşünülmüştür. Mecelle, 17 Şubat 1926 da İsviçre Medeni kanunu örnek alınarak TBMM de kabul edilen ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan 743 sayılı ‘’Türk Yasası Medenisinin’’ kabulüne kadar yürürlükte kalmıştır. Medeni Kanunla kişilik haklarının korunması, evlenme, boşanma, miras vb. her türlü ilişkileri düzenlemektedir. Mecelle, yeni ihtiyaçlara, iktisadi ve sosyal koşullara cevap veremiyordu. Lozan Antlaşmasının 48’nci maddesine göre azınlıklar kendi medeni meselelerini kendi mahkemelerinde halledecekti. Patrikhane ve konsoloslukların mahkeme kurma hakkı ,medeni meselelerinde müdahaleleri vardı. Bu durum yabancı devletlerin iç işlerine müdahalesine neden olabilirdi. Cumhuriyet döneminde yapılacak yeni kanunlarla tüm vatandaşların kanun önünde eşitliğinin sağlanması ve diğer inkılapların da güvence altına alınması amaçlanmıştır. Bu amaçla Avrupa ülkelerinin medeni kanunları incelendikten sonra İsviçre Medeni Kanunu, Borçlar Kanunu ile birlikte tercüme edilip düzenlenerek yürürlüğe girdi. Ayrıca İtalya ve Alman kanunlarından da yararlanıldı. Yeni bir kanun hazırlaması da çok zaman alabilirdi. Bunun için Atatürk’ün emri ile 1923 yılında Adalet Bakanlığı; yürürlükteki kanunların yenilenmesi amacıyla komisyonlar kurmuş, Batılı kanunlar incelenmiş ve ülkemizin ihtiyaçlarına uyarlanarak yeni kanunlar oluşturulmuştur. Prusya Kanunu Kazuistik(uzun ve ayrıntılı hükümler içeren, aşırı düzenleyici) metoda sahip olması, Fransız Kanununun katı ve devrimci bir felsefeye sahip olması nedeniyle Türkiye'de Medeni Kanun, İsviçre Medeni Kanunundan iktibas (alıntı) edilmiştir. Kanuna öncelik tanımakla birlikte hakime takdir hakkı da tanımaktadır. 1926 tarihli Medeni kanun da 1 Ocak 2002 tarihli Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kalkmıştır. Not: Mecelle, Osmanlı İmparatorluğundan kopan, Arnavutluk'ta 1928'e ,Lübnan'da 1932'ye, Suriye'de 1949’a, Irak’ta 1953’e , Kıbrıs'ta 1960'lara, Filistin ve daha sonra İsrail'de 1984'e kadar yürürlükte kalmıştır. Medeni Kanununu hazırlayan Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt Medeni Kanunun Getirdiği Yenilikler: Hukuk birliği ve hukuk düzeni sağlandı. Vatandaşlar arasında hak ve ödevler bakımından eşitlik sağlandı. Mirasta kadın erkek eşitliği sağlandı. Toplumsal alanda kadın erkek eşitliği sağlandı. Hukukta din ve mezhep farkı kaldırıldı. Evlenme devlet kontrolüne alındı. Kadın ve erkek sosyal ve ekonomik olarak eşit hale getirildi. Modern Türk ailesi oluştu. Aile hayatına eşitlik sağlandı. Kadın ve erkek için tek eşle evlilik benimsendi. Resmi nikâh zorunluluğu getirildi. Evlenmelerde iki tarafın isteği esas alındı, Birden fazla kadınla evlenmek yasaklandı. Evlenmede kadın ve erkek için yaş sınırı getirilerek küçük yaşta evlilikler kaldırıldı. Boşanma konusunda erkeğe tanınan haklar kadına da tanındı. Böylece çocukların da hakları güvence altına alındı. Millet bilincinin oluşması için önemli bir adım atıldı. Patrikhanenin din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı. Patrikhane ve konsoloslukların mahkeme kurma hakkı ellerinden alındı. Hukuk düzeni laikleşti. Kadına meslek seçme özgürlüğü verildi. Lozan Antlaşmasının 48’nci maddesine göre azınlıklar kendi medeni meselelerini kendi mahkemelerinde halledecekti. Medeni kanunun kabulü ile azınlıkların bu hakkı kaldırıldı. Azınlıkların hukuk özerkliği kesin olarak bitti. Azınlıklar kendi mahkemelerini kapattılar. Avrupa Devletlerine bağlı mahkemeler kapandı. Cumhuriyet döneminde kadın hakları konusundaki en önemli adım 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilen “Medeni Kanun” dur. Bu kanunla Şer-i hukuk yerine pozitif hukuk egemen kılınmış ve Türk kadını yasalar önünde mutlak bir biçimde erkekle eşit hâle getirilmiştir. 3 Nisan 1930 gün ve 1.580 sayılı kanun ile Türk kadınına belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. 5 Aralık 1934 tarihinde Anayasasının 10 ve 11’inci maddeleri değiştirilerek her Türk kadınına 22 yaşında seçme, 30 yaşında seçilme hakkı verilir. Kadınlarımızın siyasi hakları ise; 1930 yılında belediye seçimlerine katılma, seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 1933’te Muhtarlıklara seçilme hakkı tanındı. 1934 'de milletvekili seçme ve seçilme hakkı verilmiştir.(1935 de TBMM de 18 kadın milletvekili vardı.) NOT: Türkiye’de kadınlara verilen siyasi haklar, birçok batılı ülke kadınlarından daha önce verilmiştir. İsviçre Medeni Kanununun Türk Medeni Kanununu Olarak Kabul Edilmesinin Sebepleri: *Mevcut kanunların en yenisi olması *Demokratik olması. *Akılcı ve pratik olması. *Kadın ve erkek eşitliğine uygun olması. *Kanunda yer alan ifade ve kavramların açık olması SADİYE Hanım,1930, Artvin Kılıçkaya Türkiye’nin ilk kadın Belediye Başkanı GÜL ESİN, 1933 Aydın Çine Türkiye’nin ilk kadın muhtarı. MÜFİDE İLHAN, 1950 Mersin, Türkiye’nin ilk Belediye Başkanı TÜRKAN AKYOL, 1971,Türkiye’nin ilk kadın bakanı (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) ve rektörü (Ankara Üniversitesi) BEDRİYE TAHİR GÖKMEN, 1933, Türkiye’nin ilk kadın pilotu SABİHA GÖKÇEN,1937, ilk kadın savaş pilotumuzdur Türk Ceza Kanunu Türk Ceza Kanunu İtalya Ceza Kanunu’ndan adapte edilerek hazırlanmış ve 1 Mart 1926 tarihinde kabul edilmiştir. Kanun suçlar ve bunlara verilecek cezalar hakkında çağının en medeni hükümlerini kapsamaktadır. Ticaret Kanunu iki ana bölümden oluşmuştur. Birincisi olan Kara Ticaret Kanunu dünyanın en gelişmiş ticaret kanunları olan Alman ve İtalyan Ticaret Kanunları esas alınarak hazırlanmış ve 29 Mayıs 1926 tarihinde kabul edilerek 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Kara Ticaret Kanunu’nun bir devamı olarak 13 Mayıs 1929 tarihinde kabul edilen Deniz Ticaret Kanunu Alman kanunlarından yararlanarak hazırlanmış ve yürürlüğe sokulmuştur. Ticaret Kanunu ANAYASAL HAREKETLER İstanbul işgal altında olduğu için kurulan yeni parlamento olan TBMM nin açılması yeni bir Türk devletinin kurulduğunu göstermesi bakımından önemlidir. TBMM 23 Nisan 1920 de Ankara da toplanır ve 1921 tarihli kısa bir anayasa olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilir. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, aslında bağımsızlığa kavuşacak yeni Türk Devletinin anayasa düzeni ile ilgili olup, egemenlik anlayışındaki köklü devrimci bir değişikliği içerir. Egemenliğin millete ait olduğu ilk defa bu anayasa ile ifade edilir. Osmanlı anayasalarından temel farkı, bütün yetkilerin TBMM’nde toplanması ve yürütmenin artık yasamadan çıkan ve ona tabi olan bir organ olmasıdır. Bu Anayasa da yürütme ve yasama kuvvetleri Mecliste toplanmış, Meclis istediği zaman bakanlara yol gösterebilme ve onları değiştirme yetkisi ile donatılmıştır. Bu hükümet sistemi Meclis hükümeti sistemidir. TBMM 29 Ekim1923 yılında Cumhuriyet ilan etmiştir. Cumhuriyetin ilanından kısa süre sonra hazırlanan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1921 Anayasasında olduğu gibi, egemenliğin kullanılmasında tek yetkili organ olarak TBMM’ni öngörmektedir. 1921 Anayasasından farklı olarak, 1924 teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Fransız Devriminden beri süregelmekte olan tabii hak kavramını kabul ederek, klasik hak ve özgürlüklere yer vermiştir. Siyasal alanda yapılan inkılaplar 1924 Anayasası ile Türk toplum hayatına yerleşmiş ve güvence altına alınmıştır. ANAYASAL HAREKETLER 1-1921 Anayasası-Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (20 Ocak 1921) Teşkilat-ı Esasiyenin Yapısı: 1. Gerekli görüldüğünde Kanun-ı Esasinin uygulanması uygun görülmüştür. (Evlenme, boşanma, miras ... gibi konular) 2. Kuvvetler birliği sistemi hakimdi. Yasama, yürütme ve yargı meclise aittir. Meclis Hükümeti sistemini benimsemiştir. 3. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. 4. TBMM süre dolmadan seçimleri yenileyebilir. 5. TBMM devleti yönetecek en üstün organdır. Savaşa ve barışa TBMM karar verir. 6. Şer’i hükümlerin yürürlüğünü TBMM yapar. 7. Bakanlar meclis tarafından seçilir. 8. Vekiller iki yılda bir seçilir. 9. TBMM başkanı icra vekilleri heyetinin de başkanıdır. 10. Çift dereceli seçim sistemi hakimdir.(Demokratik değildir.) 1921 Anayasası’nın geçirdiği en önemli değişiklik 1923 yılında olmuştur. Anayasaya eklenen “Hükümet şekli cumhuriyettir” hükmü ile Türkiye devleti resmi olarak da cumhuriyet rejimini benimsemiştir. 20 Ocak 1921 Anayasası-Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Teşkilat-ı Esasiyenin Özellikleri: Yeni Türk Devleti'nin ilk yazılı anayasasıdır. Bu anayasa olağanüstü şartların gerektirdiği acil ihtiyaçları karşılamak için hazırlanmış kısa bir anayasadır. Olağan üstü şartların gerektirdiği acil ihtiyaçları karşılamak için hazırlanmış olduğundan geniş kapsamlı değil kısa bir anlaşma olmasına rağmen demokratik nitelik taşımıştır. 1921 Teşkilat-ıEsaside temel hak ve hürriyetler bölümü yoktur. Bu konular Kanun-i Esasiye göre çözülmüştür. 1876 Kanun-i Esasiyi yürürlükten kaldırmamıştır. Kanun-i Esasi 1924 e kadar devam etmiştir. Türk inkılabının temel ilkelerinden biri olan milli egemenlik ilkesini yansıtan ilk anayasa , siyasi belgedir. Milli egemenlik ilkesi yasallaştı. 23 madde bir ek bölümden oluşur. Yeni devlete işlerlik kazandırdı. Karma hükümet sistemi benimsenmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte kabine sistemi oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları içindeki en kısa ve özlü anayasadır. Tek yumuşak çerçeve anayasa özelliğindeki anayasadır. Laik bir anayasa değildir Kuvvet ve yetkinin kaynağı millettir. Meclisin üstünde güç yoktur. En önemli değişikliğini cumhuriyetin ilanı ile gördü. Yeni devletin kuruluş anayasası, belgesidir. TBMM’nin meşruluğunu tanıttı. Amasya Genelgesinden itibaren oluşan ruh resmi hüviyet kazandı. Meclis hükumeti sistemi ile yasama, yürütme ve yargı gücü TBMM’nin elindedir. Meclis hükümeti sistemi benimsenmiştir. Güçler birliği ilkesi benimsenmiştir. Hükümetin doğal başkanı aynı zamanda meclis başkanıdır. Hükümet meclisin denetimindedir. Seçimler iki yılda bir yapılır. Seçmen yaşı 18’dir. Çift dereceli seçim sistemi hakimdir. Yerinden yönetim ilkesi benimsenmiştir. 1921 Anayasasının 1923 Değişikleri Teşkilat-ı Esasiye’nin Geç İlan Edilme Sebepleri: *Kanun-ı Esasinin varlığı. *TBMM’nin kendisini tam olarak ispatlayamaması. *Yeni bir anayasanın kabulü yeni bir devletin oluştuğunu gösterir; ki bu da birliği zedeleyebilirdi. Türkiye devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir. Cumhurbaşkanı milletvekilleri tarafından bir dönemlik seçilecektir. Cumhurbaşkanının görev süresi 4 yıldır. İkinci kez seçilebilmesi mümkündür. Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından milletvekilleri arasından seçilecektir. Bakanlar ise Başbakan tarafından meclis üyeleri arasından seçilip, Cumhurbaşkanınca meclis onayına sunulacaktır. Devletin dini İslam’dır. Devletin resmi dili Türkçedir. Başkenti Ankara’dır. 2-1924 Anayasası (20 Nisan 1924) Amacı; Devletin temel yapısını, organlarını ve temel hakları düzenlemek. Koşulların değişmesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla 1921 anayasası yetersiz kalmış ve yeni bir anayasa ihtiyacı doğmuştur. TBMM 20 Nisan 1924’te ikinci anayasayı kabul etmiştir. Kapsamı: 1.Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. 2. Devletin şekli cumhuriyettir. 3. Devletin dini İslam, Başkenti Ankara, dili Türkçedir. 4. Güçler birliği sistemini kabul etmiştir. 5. Kişi hürriyeti başkasının hürriyetinin başladığı yerde biter. 6. Vekiller 4 yılda bir seçilir. 7. Seçme yaşı 22; seçilme yaşı 30’dur. 8. Cumhurbaşkanı 4 yılda bir seçilir. Tekrar seçilebilir. 9. Seçme ve seçilme erkekler aittir. 10. Vatandaşlar kanun önünde eşittir. 11. Kabine sistemi geçerlidir. 12. Cumhuriyet sistemi değiştirilemez Özellikleri: Kanun-ı Esasi kesin olarak yürürlükten kalktı. 1924 anayasasında kuvvetler ayrılığı esas kabul edildi. Meclis hükümeti sistemi yerine kabine sistemi getirildi. Türk İnkılabının hukuki temelleri atıldı. İnkılaplar dönemi anayasası olduğundan dolayı, en fazla değişikliğe uğrayan anayasamızdır. Anayasanın 5. maddesi “yasama yetkisi ve yürütme gücü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde belirir ve toplanır” demektedir. Yasam, yürütme ve yargı meclise aittir. Anayasanın 6. maddesi olan “Yargı bağımsız mahkemelerce yürütülür” ifadesiyle kısmen de olsa kuvvetler ayrılığı gerçekleşmiştir. Yargı kısmen meclisin dışına alındı. En uzun ömürlü anayasamızdır. Anayasanın üçüncü maddesinde devletin dini İslam olarak benimsenmiştir. Bu anayasa laik bir anayasa değildir. Yeni Türk Devletinin İkinci Anayasadır. 105 maddeden oluşmaktadır. 1924 ANAYASASININ ÖZELLİKLERİ NOT: Bu anayasa gerçekleştirilen inkılapların ve değişen şartların gerekçesi olarak doğmuştur. Bu nedenle değişikliğe uğramıştır. Anayasa sertliği söz konusudur. Anayasanın değişikliği konusuna ilişkin prosedür ayrıntılı işlenmiş ve bazı şartlara bağlanmıştır. Kanunların anayasaya aykırı olamayacağı hüküm altına alınmıştır. Fakat 1961 anayasasına kadar geçen sürede kanunların anayasaya uygunluğuna ilişkin bir yargısal denetim mekanizması (Anayasa Mahkemesi) mevcut olmadığından, anayasa ihlali sıkça görülmüştür. 1924 ANAYASASINDA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER 10 Nisan 1928'de yapılan değişiklikle' Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dini İslamiyet’tir. " Maddesi çıkarıldı, Laik Devlet esasına geçildi, anayasa laikleşti. Seçmen yaşı 18’den 22’ye çıkartıldı. Ormanlar devlet kontrolünde olması için devletleştirildi. 1934’de kadınların seçme ve seçilme hakkı anayasaya alındı. Kadınlara siyasi haklar verildi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. (1930-1934 arası) 5 Şubat 1937'de yapılan değişiklikle Atatürk İlkeleri Anayasa girmiştir. Laiklik maddesi anayasaya girdi (1937) Toprak reformu yapıldı. 1946 da tek dereceli seçimlere geçildi.(Demokratik) 1945’de anayasanın dili sadeleştirildi. 1952’de anayasanın eski dili tekrar kabul edildi. Hukukta laikliğin benimsenmesi; Avrupalıların, ülkemizde yaşayan Hıristiyanların haklarını bahane ederek, iç işlerimize karışmasını önlemiştir. Laikliğin Aşamaları: 1. Saltanatın kaldırılması 2. Halifeliğin kaldırılması 3. Şer’iyye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması. 4. Tevhid-i Tedrisat Kanununun çıkarılması. 5. Tekke, zaviye, dergah ve türbelerin kapatılması. 6. Kılık kıyafet inkılabı 7. Medeni hukukun kabulü 8. Anayasadan devletin dini İslam’dır maddesinin çıkarılması. 9. 1937’de Laikliğin anayasaya alınması. 3- 1961 Anayasası (9 Temmuz 1961 ) Kapsamı: 1. Kuvvetler ayrılığı prensibi benimsendi. 2. Cumhuriyet senatosu kuruldu. 3. Nispi temsil sistemi benimsendi. 4. Anayasa mahkemesi ilk kez kuruldu. 5. Kişisel hak ve hürriyetler genişletildi. 6. Cumhuriyetin nitelikleri değişmez kabul edildi. 7. Sosyal hukuk devleti anlayışı benimsendi. 8. Yürütme sınırlandırıldı. 9. Cumhurbaşkanlığı sembolleştirildi. 10. Üniversiteler, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT), Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) durumu anayasaya alındı. 11. Anayasa Mahkemesi, Kanun Hükmünde kararname çıkarma, Yüksek Savcılar Kurulu, Yüksek Hakimler Kurulu ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi benimsendi. 12. Meclis 450 üyeden, cumhuriyet senatosu 150 üyeden oluştu. 13. Vekiller 4 yılda bir; senatörler 6 yılda bir seçilecektir. 14. Siyasi parti hakları anayasaya alındı. 1961 Anayasasının Özellikleri: *27 Mayıs 1961 askeri darbesi sonucunda hazırlandı. *Yapılan darbeyi haklı gösterme eğilimindedir. Siyasi iktidarın uygulamalarına karşı olduğu için bir tepki anayasasıdır. 4-1982 Anayasası: Özellikleri: 1. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonucunda hazırlanmıştır. 2. 1982’de yapılan referandum sonucunda hem anayasa hem de cumhurbaşkanı belirlendi. 3. Kişisel hak ve hürriyetler kısıtlandı. 4. Cumhuriyet senatosu kaldırıldı. 5. Millet vekili sayısı 400 olarak belirlendi. (1987’de 450’ye, 1995 de 550’e, 2018 de 600’e çıkarıldı.) 6. Milletvekili seçimlerinin 5; cumhurbaşkanlığı seçiminin 7 yılda bir yapılması kabul edildi. 7. Bir tepki anayasasıdır. 8. Yapılan darbeyi haklı gösterme eğilimindedir. 9. Yürütmeyi güçlendirmeye çalışmıştır. 10. Değişmeyecek hükümleri çoktur. 11. Cumhurbaşkanlığı sembolik olmaktan çıkarıldı. 1921, 1924, 1961, 1982 Dört anayasanın ortak özelliği Milli egemenlik ilkesini kabul etmiştir. GELECEK HAFTA TOPLUMSAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLARI İŞLEYECEGİZ. 2020‐ 2021 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II BAHAR DÖNEMİ 4. HAFTA EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDAKİ İNKILAPLAR Bu hafta aşağıdaki konu başlıklarını işleyeceğiz: 1‐Mustafa Kemal Atatürk’ün Eğitim ve Kültür Anlayışı 2‐Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Eğitim Alanındaki Gelişmeler 3‐Cumhuriyet Dönemi’nde Eğitim ve Kültür Alanlarında Yapılan İnkılaplar • Tevhid‐i Tedrisat Kanunu’nun Kabulü (3 Mart 1924) •Medreselerin Kaldırılması ve Sonuçları •Harf İnkılâbı • Türk Tarih Kurumunun Kurulması (12 Nisan 1931) • Türk Dil Kurumunun Kurulması (12 Temmuz 1932) •Üniversite Reformu •Güzel Sanatlar Alanındaki Gelişmeler Bu Haftaki dersimizde; •Atatürk’ün eğitim ve kültür anlayışını öğrenecek, • Eğitim ve kültür alanında yapılan inkılapları kavrayacak, •Osmanlı'dan Cumhuriyet'e eğitim alanında yapılan gelişmeleri izah edebilecek, •Atatürk inkılapları arasında eğitime verilen önemi bilecek, • Türk eğitim sistemindeki değişim aşamalarını anlayacaksınız. 1‐MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN EĞİTİM VE KÜLTÜR ANLAYIŞI Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin çağdaşlaşması için muhakkak cehaletin ortadan kaldırılması ve eğitimin geniş halk kitleleri arasında yaygınlaştırılması gereğini dile getirmiştir. Atatürk, büyük bir asker, büyük bir devlet adamı olmasının yanı sıra; aynı zamanda büyük bir eğitimci ve kültür adamıdır. Onun eğitimle ilgili ileri sürdüğü görüşler incelendiğinde, millî eğitim konusunu adeta bir uzman titizliği ile ele aldığı ve bütün yönleriyle incelediği, aynı zamanda çevresindekilere eğitimin önemini anlatmak için her fırsatı değerlendirdiği görülmektedir. Onlara Türkiye’nin çağdaşlaşması için muhakkak cehaletin ortadan kaldırılması ve eğitimin geniş halk kitleleri arasında yaygınlaştırılması gereğini dile getirmiştir. Atatürk, yalnız vatanın işgalci güçlerden kurtarılmasını yeterli saymıyordu. Ona göre askerî alanda kazanılacak zaferler önemliydi. Fakat bundan sonra yapılacak işler İstiklal Savaşı’ndan da önemliydi. Türk ve yabancı gazetecilerin “İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz?” sorusuna “Maarif Vekili olmak ve millî irfanı yükseltmeğe çalışmak en büyük emelimdir” cevabını vermiş olması bu gerçeğin en güzel ifadesiydi. Bu meseleyi o kadar önemsemiştir ki geleceği adeta burada görmüştür. Savaş sırasında bile savaş sonrasının sorunlarına hazırlanmış, özellikle de eğitim ve kültür konularına büyük önem vermiştir. Atatürk’e göre en önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir. “Çünkü eğitim bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum hâlinde yaşatır, ya da bir milleti esarete ve sefalete terk eder”. Sakarya Savaşı’nın en bunalımlı günlerinde, ülke sanki normal şartlarda imiş gibi 16 Temmuz 1921’de Ankara’da I. Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Atatürk cephedeki 1 şartların ağırlığına rağmen kongrenin ertelenmesine razı olmamış, kongrenin açılış konuşmasını bizzat kendisi yapmıştır. Atatürk, kongrenin açılış konuşmasında eğitim ve kültürün önemini şu sözlerle dile getirmiştir; “Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarihi tedenni yatında en mühim bir amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından bahs ederken, eski devrin hurufatından ve evsaf‐ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye‐i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kast ediyorum. Çünkü dehayı milletimizin inkişafı tam ancak, böyle bir kültür ile temin olunabilir. Lalettayn bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhrip neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (haraset‐i fikriye) zeminle mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir.” Ülkenin geri kalış sebeplerini, eğitim ve kültür alanındaki hataları ve eksikleri çok iyi tespit eden Atatürk, Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunda eğitimi temel kabul ederek, devlet binasını bu temel üzerine inşa etmeye çalışmıştır. Bu temelin sağlam olabilmesi için de eğitim anlayışı millî esaslar üzerine düzenlenmeliydi. Bunları gerçekleştirmek için de Türk millî eğitim sistemini şu temel ilkeler çerçevesinde oluşturmaya çalışmıştır; Eğitim millî olmalıdır, Eğitimde birlik ve bütünlük esası güdülmelidir, Eğitim laik olmalıdır, Eğitimin bilime dayalı olması gerekir, Cehaletin ortadan kaldırılması esas amaç olmalıdır, Eğitimin hayata dayalı olması gerekir, Eğitim karma olmalıdır, Eğitim çağdaş bir disiplin anlayışıyla yürütülmelidir. Atatürk, millî eğitimde hedeflere ulaşabilmek için en önemli unsurun da öğretmenler olduğunu her vesileyle dile getirmiş ve Türk öğretmenlerine büyük değer vermiştir. Cumhuriyet ilan edilmeden önce Kütahya’da “irfan ordusu” diye nitelendirdiği öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada; “Toplumumuzu hakikat hedefine, mutluluk hedefine ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, öteki milletin geleceğini yoğuran irfan ordusudur.Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçları ancak irfan ordusu ile ayakta durabilir. İrfan ordusunun değeri de siz öğretmenlerin değeri ile ölçülecektir.” 1924’te Muallimler Birliği Kongresi’nde de; “Muallimler: Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakar muallim ve mürebbileri, sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” sözleriyle de onlara verdiği değeri göstermiştir. Ayrıca öğretmen yetiştirme konusu ve öğretmenlerin sorunlarıyla da yakından ilgilenmiş, onların özlük hakları ve maaşlarının iyileştirilmesi için çaba harcamıştır. O Yeni Türk Devleti’nin eğitim ve kültür sistemini yeniden şekillendirmiş, çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek hâle getirmiştir. Özetle Atatürk, millet olabilmenin, çağdaşlaşmanın, kalkınmanın, hür ve demokratik bir toplum olabilmenin tek çaresi ve en etkili aracı olarak çağdaş eğitimi görmekte ve Eğitim ve Kültür Hayatındaki Düzenlemeler yapılacak her türlü yenileşme hareketinin başarısının eğitim alanındaki başarıya bağlı olduğuna inanmaktaydı. 2‐OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM ALANINDAKİ GELİŞMELER Osmanlı eğitim sistemi Selçukludan devralınan geleneksel İslami eğitim sistemi ile 18. yy sonlarından itibaren Avrupa’dan esinlenerek kurulan yeni okullardan oluşuyordu. Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren eğitim ve bilime büyük önem vermiştir. Bu uygun ortamda, daha önceki Türk 2 devletlerinden örnek alınan medreseler, Osmanlılarda da gelişerek varlığını sürdürmüştür. Klasik Dönem Osmanlı eğitim sisteminin en önemli özelliği hem İslami ilimlerin hem de astroloji ve matematik gibi diğer müspet ilim türlerinin beraber öğretilmesidir. Ancak teknik ve mesleki eğitimlerle ilgilenen kurumlar Lonca ve Ahi teşkilatları tarafından takip edilmiş ve yürütülmüştür. Eğitim yaşına gelen çocuklar genellikle vakıfların kontrolündeki mahalle mekteplerine (sibyan okulu) gönderilir, temel eğitimlerini tamamladıktan sonra da isteyenler medreselerde eğitimlerine devam ederdi. Osmanlı Devleti’nde vakıflar tarafından kurulmuş çeşitli kademelerde yüzlerce medrese vardı. Bu kurumlar başlangıçta devrin ihtiyaçlarına cevap verebilen kurumlar iken zamanla bu özelliklerini kaybetmişlerdir. Ayrıca devletin üst kademelerine yüksek derecede idareci yetiştiren “Enderun” denilen saray okulu da vardı. Kuruluş ve yükselme dönemlerinde yapılandırılan eğitim sisteminin yıllar geçtikçe geliştirilmesi siyasi ve askeri başarıları destekleyen önemli bir neden olmuştur. Devletin bu kuvvetli yıllarında takip edilen eğitim politikaları eğitim kurumlarının bozulmadan varlığını sürdürmesini sağlamıştır. Ancak yükselme döneminin sonlarına doğru batının birçok alanda olduğu gibi bilim‐teknik ve eğitimde kaydettiği gelişmelerin takip edilememesi ve eğitimin ehil olmayan insanların egemenliğinde devam etmesi, Osmanlı eğitim sisteminin çağın gereklerinden yoksun kalmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti, XVII. yüzyıldan itibaren Avrupa’daki gelişmelerin bir sonucu olarak Gerileme ve Duraklama Dönemlerine sürüklenmiştir. Bu tarihlerden itibaren toprak kayıplarına da uğrayan Osmanlı Devleti, eski şaşaalı günlerine dönebilmek için bazı arayışlara girmiştir. Bu arayışların sonucunda çareyi askerî alanda yapılacak reformlarda görmüş, ancak gerilemenin önüne geçilememiştir. Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin en önemli nedenlerinden birisi eğitim ve öğretimdeki yetersizlik ve ihmallerdir. Her ne kadar XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren eğitimde batı tarzı reformlar yapılmaya çalışılsa da bu gayretler ikili bir eğitim sisteminin ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır. Gerilemenin devam etmesi üzerine batının üstünlüğünün kabul edilmeye başlandığı 19.yüzyıldan itibaren eski eğitim kurumlarının yanı sıra diğer alanlarda da çeşitli seviyelerde modern mektepler açıldı. Devleti bu kötü gidişatından kurtaracak en gerçekçi adımlar, III. Selim ve II. Mahmut Dönemleri’nde atılmıştır. Özellikle de II. Mahmut Dönemi’nde eğitim alanında çok ciddi düzenlemelere gidilmiş, ilk kez Avrupai tarz Maarif‐i Umumiye Nezareti (Eğitim Bakanlığı) ve buna bağlı merkez‐taşra teşkilatı kurulmuştur. Ayrıca ilköğretim mecburi hâle getirilmiştir. Bu adımlar Tanzimat Dönemi’nde devam ettirilmiştir. Tanzimat Dönemi'nde, askerî okullardan başka, Avrupa'dakilere benzer modern eğitim kurumları açıldı. Bunlar Rüştiye, İdadi ve Sultani adında orta dereceli okullarla, Tıbbiye (1827), Harbiye (1834), Mülkiye (1859) ve Darülfünun (1863) gibi yüksekokullardı. Bu durum ülkede mektep medrese ikiliğini meydana getirdi. Bu sürece paralel olarak eğitim öğretimle ilgili en önemli düzenleme 1 Eylül 1869 tarihli, Maarif‐i Umumiye Nizamnamesi (Genel Eğitim Tüzüğü) ile yapılmıştır. Bu nizamname ile bütün eğitim kurumları ilk, orta ve yükseköğretim olmak üzere üç kademede toplanmıştır. . İlköğretim üç yıl süreli Mekteb‐i İptidai ile yine üç yıl süreli Mekteb‐i Rüştiye’den oluşmuştu. Mekteb‐i İptidai, ilköğretimin birinci kademesini, Mekteb‐i Rüştiye ise ikinci kademesini oluşturuyordu. Orta öğretim için İdadi ve Sultani adı verilen, Fransız liseleri örnek alınarak açılan eğitim kurumları vardı. Yüksek öğretim ise çeşitli yüksekokullar ve 1863’te açılan bugünkü üniversite karşılığı olan Dâr’ül Fünûn’dan oluşuyordu. 1868 tarihinde açılan Galatasaray Sultanisi, Cumhuriyet’e kadar batıdaki eğitim kurumları ayarında eğitim verebilen tek Türk lisesidir. Batı tarzı bu okulların sayısı II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet Dönemlerinde artırılmasına rağmen eğitim henüz halka tam olarak indirilememiştir. Bütün bu gelişmelerin yanı sıra, kendisini yenileyememiş ve çağın eğitim anlayışının gerisinde kalmış medreseler de eğitimin bir parçası olarak 3 varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu durum ülkede iki farklı eğitim sistemini ve anlayışını da beraberinde getirmiştir. Mektepli ve medreseli ikiliği ortaya çıkmış, birbirlerine zıt dünya görüşlerine sahip insanların yetişmesine sebep olmuştur. Bunlardan başka son dönemde sayıları bir hayli çoğalan azınlıkların, yabancı devletlerin ve misyonerlerin açtığı okullar; farklı dil, din ve kültüre dayalı müfredat programları ile değişik amaç ve hedefler güdüyorlar, farklı zihniyette insanlar yetiştiriyorlardı. Bu uygulama, ülkede millî kültürün gelişmesine büyük ölçüde engel olmaktaydı. Bu sebeple millî bir kültür oluşturulamıyordu. Farklı din, dil ve kültüre dayalı programlarla farklı zihniyette misyonerler Hıristiyanlık ilkeleri doğrultusuna, yabancı devletler kendi ekonomik ve siyasi çıkarları doğrultusunda, azınlıklar silahlı isyanlar çıkararak devleti parçalama yönünde çalışacak insanlar yetiştirmeye çalışıyordu ve bu tür faaliyetlerde bulunan okulların sayısı, nerede ise devlet okullarının sayısına ulaşıyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin milli birliğin bozmaya yönelik birçok okul ve yabancı kökenli birçok öğretmene karşı, Türk‐İslam birliğinin sağlanması gereken eğitimde de ikiye ayrılmıştı. Unutulmamalı ki bu okullar, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkan isyan ve bağımsızlık hareketlerinde çok etkili olmuşlardır. Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar… birer birer ayaklanıp devletten kopmuşlardır. Farklı din, dil ve kültüre dayalı programlarla farklı zihniyette nesillerin yetişmesine yol açan bu kozmopolit eğitim sistemi, Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir. Sonuç olarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde, Yeni Türk Devleti bütün alanlarda olduğu gibi, son yüz yılını modernleşme sancıları ile geçiren bir toplum devralmıştır. Geçmişteki bütün çabalar ve oluşturulan kurumlar çok uluslu imparatorluktan tek uluslu millî devlet anlayışına geçişte kendiliğinden geçerliliğini yitirmiş, eğitimdeki yeni yapılanma, millî ve laik bir topluma yönelik olmuştur. Bu amaçla Cumhuriyet Dönemi’nde eğitim ve kültür hayatımızı derinden etkileyen önemli inkılaplar yapılmıştır. Osmanlı Devletinde, gerilemenin en önemli nedenlerinden biri eğitim olarak görülmüş ve bu alanda XIX. yüzyılda ve XX. yüzyıl başlarında bir dizi yenilik gerçekleştirmiştir. Eğitimde yakalanamayan millî ve çağdaş seviye yanında, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında işgallerin getirdiği ortam eğitim sistemini iyice gerilemiştir. Osmanlı Devletin Birinci Dünya Savaşı sonunda fiilen sona ermesi ve Anadolu’nun işgal edilmesiyle birlikte eğitim işleri savaş koşulları altında devam etmek zorunda kalmıştır. Böylece, genel bütçenin önemli bir bölümünün savunma giderlerine harcanmasına neden olurken, yükseköğretim ve lise öğrencilerinin askere alınmasını gerekli kılmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın amacı millî birliğin sağlanması ve çağdaşlaşma olduğu için, Osmanlı eğitim sistemi devam ettirilemezdi. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal, eğitim konusunda da çalışmalara başlamıştır. Kütahya‐Eskişehir muharebeleri tüm şiddetiyle sürerken16 Temmuz 1921'de yaptığı bir konuşmada millî kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederek, eğitim ve kültür konusundaki bölünmüşlüğün kaldırılmasını savunmuştur. Osmanlı Devleti'nde var olan, mektep‐ medrese ayrımının kaldırılacağını söylemiştir. Eğitimin yaygınlaştırılarak bilgisizliğin yok edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Millî Mücadele’nin kazanılıp Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak, ülkenin ilerlemesini önündeki engelleri kaldırmak, laik ve millî bir yapı oluşturmak için Atatürk inkılâpları uygulanmaya başlamıştır. Özellikle Türk inkılâbının başarısının eğitim alanındaki başarıya bağlı olduğu gerçeği, eğitimin yaygınlaşması ve değişmesi için kararlı ve acil 4 adımların atılmasını zorunlu kılmıştır. Bu amaçla Atatürk döneminde eğitim ve öğretimin ilkokuldan yükseköğretime kadar olan her alanında köklü çözümlere gidilmiştir. Getirilen çözümler ise, eğitimin hem niceliksel hem de niteliksel durumunu geliştirdiği gibi Atatürk’ün özlemini duyduğu yeni Türkiye’nin temel taşlarını oluşturmuştur. Eğitimin yeni Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaşabilmenin vazgeçilmez tek amacı ve ulusal birliğin en önemli unsuru olduğunu gören, eğitimde birliğin mutlaka gerçekleştirileceğini, yeni kuşağın öğretmenlerin eseri olacağını söyleyen Atatürk yeni Türkiye’nin genç kuşakların omuzlarında yükseleceğini görmüş, eğitimi en önemli sorun olarak değerlendirmiştir. Eğitim ve kültür alanında yapılan inkılapların nedenlerini şöyle ifade edebiliriz: Kadınların eğitim haklarından yoksun bırakılması, Osmanlı Devleti’nde mevcut olan eğitim anlayışı ve uygulamaların çağdaş olmaması, Eğitim ve öğretimde birlik olmadığı için kargaşanın var olması, Eğitimde birliği sağlamak. Eğitimdeki ikilik ve karışıklığı önlemek, Farklı okullar ve uygulamalar sonucunda toplum katmanları arasında sosyo‐kültürel farklılaşmanın öne çıkması, Yabancı devletlerin, azınlıkların ve misyoner okullarının zararlı faaliyetlerde bulunmaları, Laik ve çağdaş eğitimi sağlamak, Milli demokratik ve laik bir toplum oluşturmak, Cumhuriyet rejimini güçlendirecek eğitim sistemini oluşturmak, Farklı okullar ve uygulamalar sonucunda toplum katmanları arasında sosyo‐kültürel farklılaşmanın öne çıkması, Kültür ikiliği ve çatışmasını önlemek, Eğitimi millileştirmek Eğitimi kolaylaştırmak ve yaygınlaştırmak Bilimsel eğitimi sağlamak Kız ve Erkek çocukları arasında eğitim eşitliği sağlamak Her alanda teknik eleman yetiştirmek Kadınların eğitim haklarından yoksun bırakılması, Yabancı devletlerin, azınlıkların ve misyoner okullarının zararlı faaliyetlerde bulunmalarını önlemek. 3‐ CUMHURİYET DÖNEMİ’NDE EĞİTİM ve KÜLTÜR ALANLARINDA YAPILAN İNKILAPLAR Cumhuriyet Dönemi’nde Eğitim ve Kültür Alanlarında Yapılan İnkılapların hizmetlerinin içeriği; A‐Öğretimi Birleştirme B‐Eğitimi Örgütleme C‐Eğitimin Niteliğinde Değişme D‐Eğitimi Yaygınlaştırma EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA İNKILAP HAREKETLERİ ŞUNLARDIR: 5 Tevhid‐i Tedrisat Kanunu Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun Yeni Türk Harflerinin Kabulü Tür Tarih Kurumu'nun Kurulması Türk Dil Kurumu'nun Kurulması 3‐CUMHURİYET DÖNEMİ’NDE EĞİTİM ve KÜLTÜR ALANLARINDA YAPILAN İNKILAPLAR 3‐A‐ÖĞRETİMİ BİRLEŞTİRMEK İÇİN; Tevhid‐i Tedrisat Kanunu’nun Kabulü (3 Mart 1924) Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yapılan ıslahatlara rağmen eğitim sistemi tam bir karmaşa içerisindeydi. Tanzimat’tan itibaren ikili bir sistemle yürütülen eğitim ve öğretim anlayışı, toplumun eğitim ve kültür alanlarındaki bölünmüşlüğünü her geçen gün daha da derinleştirmiştir. Diğer taraftan da ülkedeki azınlık ve yabancı okullar her tarafa yayılmış, kontrolden uzak istedikleri gibi davranıyorlardı. Eğitimin yanlış ve eksik yönlerini iyi bilen Atatürk, Yeni Türk Devleti’nde eğitim sistemini de çağdaş esaslara göre, toplumun bütün kesimlerini kapsayacak köklü değişikliklerin yapılması gereğine inanıyordu. Dolayısıyla eğitim‐öğretimdeki düzensizliği ortadan kaldırmak için Cumhuriyet ilkeleriyle bağdaşacak yeni ve millî bir eğitim politikasına ihtiyaç vardı. Çünkü devletin geleceğinin eğitim sorunlarının çözümlenmesiyle mümkün olacağını biliyordu. Eğitim ve öğretimde birliğin gerekliliği konusu eğitimciler tarafından da dile getiriliyor, Yeni Türk Devleti’nin ve Türk toplumunun anak bu birlik sayesinde ilerleyebileceği vurgulanıyordu. Bu amaçla dönemin Milli Eğitim Bakanı Vasıf (Çınar) Bey ve elli arkadaşı tarafından Tevhid‐i Tedrisat (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) hakkında bir önerge hazırlanarak TBMM’ye sunuldu. Önerge, 3 Mart 1924’te 430 sayılı kararla Meclis Genel Kurulunda kabul edilerek kanunlaştı. TEVHİD‐İ TEDRİSAT KANUNU (3 Mart 1924‐Kanun No: 430) Birinci madde: Türkiye dahilindeki bütün müessesat‐ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur. İkinci madde:Şer'iye ve Evkaf Vekâleti veya hususî vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekâletine devir ve raptedilmiştir. Üçüncü madde:Şer'iye ve Evkaf Vekâleti bütçesinde mekâtip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif bütçesine nakledilecektir. Dördüncü madde: Maarif Vekâleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir ilahiyat fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir. Beşinci madde: Bu kanunun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaa‐i Milliye’ye merbut olan askerî rüştî ve idadîlerle Sıhhiye Vekâletine merbut olan darüleytamlar, bütçeleri ve heyeti talimiyeleriyle beraber Maarif Vekâletine raptolunmuştur. Mezkûr rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları atiyen ait olduğu vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nisbetlerini muhafaza edeceklerdir. Müzeyyel Fıkra:Mektebi Harbiyeye menşe teşkil eden askerî liseler bütçe ve kadrolarıyla Müdafaai Milliye Vekâletine devrolunmuştur. 6 Altıncı madde: İşbu kanun tarihi nesrinden muteberdir. Yedinci madde:İşbu kanunun icrayı ahkâmına İcra Vekilleri Heyeti memurdur. Tevhid‐i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924): Öğretimin Birleştirilmesi” anlamına gelen Tevhid‐i Tedrisat Yasası’nın iki önemli özelliği bulunmaktadır. Birincisi, eğitim sisteminin demokratikleştirilmesi, ikincisi ise eğitim alanında lâikliğin eyleme dönüştürülmesidir. Bütün öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Böylece eğitim birliği sağlanmış, eğitim milli ve çağdaş bir nitelik kazanmıştır. Eğitim devletçi, milliyetçi ve laik bir karakter kazandı. İlköğretim zorunlu ve parasız duruma getirildi. Eğitimde eşitlik sağlandı. Çeşitli meslek okulları açıldı. Medreseler kapatıldı. Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme devrinde dini ve fen ilimleri alanında önemli hizmetleri olan Medreseler zaman içinde kuruluş amaçlarından uzaklaşmışlardır. Bundan dolayı çağdaş dünya ile eğitim alanında rekabet edebilmek için 2 Mart 1924 de alınan bir kararla medreselerin eğitim ve öğretimlerine son verilmiştir. Yerlerine çağdaş, milli ve laik eğitim yapan okullar kuruldu. Azınlık okullarında ve yabancı okullarda dini ve siyasi amaçlı eğitim verilmesi önlenmiştir. Ayrıca bu okulların MEB’e bağlanması ile okulları bahane ederek yabancı devletlerin iç işlerimize karışması engellenmiştir. Azınlık okullarının zararlı faaliyetleri durduruldu. Yabancı okullara Türkçe kültür dersleri konulmuş ve bu derslerin Türk öğretmenleri tarafından okutulması kararlaştırılmıştır. Tevhid‐i Tedrisat Kanunu ; Bu kanunun kazanımları ve özelliklerini özetleyecek olursak; ülkedeki bütün eğitim ve öğretim kurumları tek çatı altında toplanmış, hepsi Maarif Vekâletine (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanmıştır. Bu kanunla Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’ne veya özel vakıflara bağlı medrese ve okullar, bütçeleriyle birlikte Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiştir. Ülkede bulunan yabancı ve azınlık okullarının dinî ve siyasî faaliyetleri engellenmiştir. Böylece Tanzimat’tan itibaren süregelen ikili eğitim sistemi kaldırılarak, çağdaş bir toplum yetiştirecek millî eğitim sistemi kurulmuş oldu. Bu kanunun en önemli özelliklerinden birisi de eğitimde laiklik ve millilik ilkesine doğru önemli bir adımın atılmış olmasıdır. Eğitim ve öğretim konusunda bir başka önemli değişiklik de 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen Maarif Teşkilatı hakkındaki kanun ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla laik eğitime uygun bir anlayışla, ilk ve orta öğretimin esasları belirlenirken, eğitim hizmetleri modern hâle getirilmiş, devletin izni olmadan hiçbir okulun açılamayacağı karara bağlanmıştır. Ayrıca bu düzenlemelerle ilköğretim zorunluluğu doğrudan doğruya devlet tarafından son derece ciddi bir şekilde takip edilmiş, orta öğretimde karma eğitime geçilerek, kız ve erkek öğrencilerin aynı okulda ve aynı programla okumaları sağlanmıştır. Medreselerin Kaldırılması ve Sonuçları XVI. yüzyıl sonlarına kadar kendi yapısı içerisinde ihtiyaçlara cevap verebilecek bir eğitim sistemine sahip olan Osmanlı Devleti’nde medreseler, eğitim‐öğretim işlerini yürüten en önemli kurumlardı ve devletin dışında kendiliğinden oluşan bir yapıya sahipti. Medreseler, batı örneğine göre bürokratik devlet düzeni kurmak isteyen Osmanlı Devleti’nin ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda değildi. Batı dünyasındaki bilimsel gelişmeleri takip edemeyen ve çağın gereklerine göre kendisini yenileyemeyen bu kurumlar, zamanla devletin ihtiyaçlarına cevap veremez duruma gelmişti. Medreselerin dinî vakıflar tarafından kurulup yönetilmeleri ve dinî bilimlere dayalı bir eğitim anlayışına sahip olması sebebiyle Osmanlı yöneticileri buralara müdahale edemiyordu, aynı zamanda batı tipi okulların açılmasında da bir engel teşkil etmediği için de bu okullara dokunulmadı. Fakat bir önceki konumuzda da izah edildiği gibi mektepli ve medreseli arasındaki eğitimden doğan anlayış farkı toplumda büyük bir uçuruma sebep olmuş, toplum bir kültür ikiliğine sürüklenmişti. Osmanlı Dönemi’nde sakıncaları fark edilse bile çözümü bulunamayan bu mesele, Yeni Türk Devleti’nin eğitim politikaları içerisinde çözüme kavuşturulması gereken önemli bir sorundu. 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhid‐i Tedrisat Kanunu ile eğitim öğretim birliği sağlanırken, din ve ilim kurumları adı altında birer cehalet ve miskinlik yuvası haline gelmiş ve misyonunu tamamlamış bu müesseselerin de kaldırılmasının yolu açılmıştır. Tevhid‐i Tedrisat Kanunu’nda medreselerin kapatılmasıyla ilgili doğrudan bir hüküm yoktur. 7 Ancak 3 Mart 1924 tarihinde aynı zamanda Şer’iyye ve Evkaf (Şeriat ve Vakıflar) ve Erkânı Harbiye‐i Umumiye (Genelkurmay) Nezaretlerinin kaldırılmasına dair kanun da kabul edilmişti. Bu durumda daha önce Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti bütçesinden mektepler ve medreseler için ayrılan ödeneklerin ne olacağı ise Tevhid‐i Tedrisat Kanunu’nun üçüncü maddesi belirlenmiştir. Buna göre ödenekler Maarif Vekâleti’ne (Millî Eğitim Bakanlığına) devredilmiş, dolayısıyla medreselerin geleceği ile ilgili karar Maarif Vekâletine bırakılmıştır. Maarif Vekâleti, yapmış olduğu inceleme ve çalışmalar neticesinde 11 Mart 1924 tarihinde dönemin Maarif Vekili Vasıf Bey’in emri ile medreselerin kapatılmasına karar vermiştir. O dönemde mevcut medrese öğrencileri ilkokullara, liselere, öğretmen okullarına ve Maarif Vekâleti tarafından yeni kurulan İmam Hatip Okullarına aktarılmıştır Medreselerin kapatılması ile dinî eğitim sisteminden, millî eğitim sistemine geçilmiş hem amaç ve hedefler bakımından doğan farklılıklar, hem de teşkilat yönünden oluşan ayrılıklar ortadan kaldırılmış oldu. 3‐B‐EĞİTİMİ ÖRGÜTLEMEK İÇİN; Maarif Teşkilatının oluşturulması ve Talim Terbiyenin kurulması Maarif Teşkilatı Hakkındaki Kanun, Mustafa Necati Bey‘in katkıları ile ilk ve orta öğretimin esaslarını belirleme amacıyla çıkarılmıştır. 2 Mart 1926’da Maarif Teşkilât Kanunu kabul edildi. Bu kanunla; Eğitim‐öğretimin laikleşmesi konusunda önemli bir adım atılmıştır lâik eğitime uygun, ilk ve ortaöğretim programları, esasları belirlendi. İlk, orta, lise ve yüksekokulların belli esaslara göre düzenlemesi amaçlanmıştır. Çağ dışı kalmış dersler programdan çıkartıldı. Tevhid‐i Tedrisat Kanunu’nun ilkeleri ışığında eğitim hizmetleri düzenlenmiştir. Eğitim hizmetleri, modern bir hâle getirildi. Bu kanun dahilinde Talim ve Terbiye Kurulu açılmıştır. Okul açılması devlet iznine bağlanmıştır. İlköğretimin zorunlu ve ücretsiz olması sağlanmıştır. Karma eğitim modeline geçilmiştir. Müfredatların modern bir yapıya kavuşması sağlanmıştır. Öğretmen okullarının sayısı artırılmıştır. Yabancı okulların da bu kanuna uyması zorunlu tutulmuştur. Bundan sonra millî ve lâik eğitimi yaygınlaştırmak için, hızla ilkokullar, ortaokullar, liseler ve yüksek okullar açıldı. Bunların yanı sıra meslek okulları da açıldı. 1926’da Maarif Teşkilât Kanunu ile: Türk dilinin dünya dilleri arasındaki onurlu yerini alabilmesi ve diğer dillerin etkisinden arındırılabilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı’nda (MEB) bir “dil heyeti” oluşturulmuştur. Bu da eğitimin Türkçe yapılmasını, gelişmesini, yaygınlaştırılmasını sağlamıştır. Talim ve Terbiye Kurulu kurulmuştur. Kurul Türk milletinin okul içinde ve dışında eğitimi ile ilgili büyük sorunları ile uğraşacak ve MEB’ in manevi kontrol görevini yapacak bir bilim ve uzmanlar kurulu olarak düşünülmüştür. *Millî eğitim hizmetinde asıl olan öğretmenliktir ilkesi benimsenmiştir. * Öğretmen okulları açıldı. 8 * Yabancı okullar denetim altına alındı. * 1933 Üniversite reformu ile yüksek öğrenimde büyük atılımlar gerçekleştirildi. 3‐C‐ EĞİTİMİ YAYGINLAŞTIRMAK İÇİN; (Yazı, dil ve tarih inkılabı) 1‐Harf İnkılabı (1 Kasım 1928): İnsanoğlu en büyük buluşu olan yazı ile bir taraftan düşüncelerini anlatırken, diğer taraftan da kalıcılığını sağlamıştır. Yazı aynı zamanda dilin de belirtisidir, fakat diller birbirinden farklıdır. Dolayısıyla diller arasındaki farklılık yazıda da kendini göstermiştir. Türklerin M.S. VIII. yüzyıldan itibaren yazıyı kullandıkları bilinmektedir. Türkler, Göktürk veya Orhun yazısı denilen 38 harfli alfabeye sahip kendi dillerine uyan bir yazı ile kültür tarihi sahnesine çıkmışlardır. Bu alfabe Türklerin kendi millî alfabesidir. Ancak bilindiği gibi Türklerin çok geniş coğrafyaya yayılmaları onların değişik kültürlerle de temasta bulunmalarına sebep olmuştur. Bu açıdan düşünüldüğünde bulundukları yerlerin alfabelerini benimsemişler yazı dilinde çok çeşitli alfabeler kullanmışlardır. Örneğin, Göktürk alfabesinden farklı olarak, Uygur, çok az da olsa Mani, Brahmi, Süryani, Ermeni, Rum, Rus, Soğd, Tibet, Çin yazılarını ve yine Arap, Kiril ve Latin alfabelerini kullanmışlardır. Türkler İslamiyet’e girdikten sonra ise, bütün Müslüman dünyasının alfabesi durumuna gelen Arap harflerini kullanmayı tercih etmişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde de Arap alfabesi kullanılıyordu. Halk günlük hayatında Türkçe konuşup yazarken, bilim dili Arapça olmuştu. Yüksek çevrelerde ise edebiyat dili olarak Farsça daha çok rağbet görüyordu. Osmanlı medreselerinde Farsçanm okutulmaya başlaması Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'dan (1718‐1730)sonradır. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren bu alfabenin değiştirilmesi veya ıslah edilmesi gereği üzerinde tartışmalar başladı. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu tartışmaları başlatanlar Arap harflerinin Türkçenin yapısına uygun olmadığını, Türk dili açısından da yetersiz ve elverişsiz olduğunu dile getirmişlerdir. Tartışmaların başlangıcında sadece Arap harflerinin ıslahı gündeme gelmiş, yeni bir alfabe yerine Arap alfabesinin Türkçeye uygun hale getirilmesine yönelik çabalar olarak kalmıştır. Osmanlı Devleti'nin yükselme ve zirve dönemlerinde öğretilen Arapçaya ilave olarak duraklama ve gerileme döneminde, Avrupa'nın üstünlüğünün kabulü ile Batı dillerinden birisini de öğrenme zarureti ortaya çıktı. Bu amaçla modern anlamda açılan okullarda Fransızca başta olmak üzere, bazı Batı dilleri öğretilmeye başlandı. İmparatorluğun son iki yüzyılında Fransızca ve İngilizce, özellikle Levant bölgesinde yaşayan Hristiyanlar arasında popülerlik kazanmıştır. Osmanlıda, Tercüme odasının açılmasının yanı sıra, XVIII. yüzyıl ve XIX. yüzyıllarda açılan okullarda Arapça ve Farsçaya ilave olarak, Batı dillerinden birinin de Osmanlı eğitim sistemine girdiğini görmekteyiz. Mesela 1793 yılında açılan Mühendishane‐i Berr‐i Hümayun okulunda, Arapçanın yanında Fransızca da okutulmaya başlanmıştır. III. Selim döneminde Askeri okullarda ilk kez yabancı dil (Fransızca) eğitimi başlamıştır. Osmanlı Devleti’nde Arap alfabesinin ıslahı konusunda ilk tartışma ünlü eğitimci Münif Paşa’nın 1862’de Cemiyet‐i İlmiye‐i Osmaniye’de yaptığı bir konferansla başlamıştır. Bu toplantıdan bir yıl kadar sonra Ahuntzade Mirza FethAli’nin de bu konuda bir çalışması olmuştur. Bu konudaki tartışmalara Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi, Ebuzziya Tevfik gibi Osmanlı aydınlarının da katkısı büyük olmuştur. Namık Kemal ise bu konuda onlardan ayrılarak Osmanlıcanın savunucusu olmuştur. Bu çabalar I. Meşrutiyet Dönemi’nde de sürdürülmüştür. Özellikle Kamus‐ı Türkî’nin yazarı Şemsedddin Sami Bey de Arap alfabesinin ıslahı hususunda tartışmalara katılmıştır. Selami Kılıç’ın da isabetle belirtiği gibi “harfler konusunda ilk resmî girişim 1909’da Maarif Nezaretinde kurulan İmla Komisyonu tarafından yapılmıştır. Daha sonra yarı resmî bir girişim de Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in öncülüğünde 1911’de kurulan Islah‐ı Huruf Cemiyeti adlı dernekçe yapılmıştır.” 9 II. Meşrutiyet’ten sonra ise Arap harflerinin terk edilerek Latin harflerine geçiş fikri yavaş yavaş dile getirilmiştir. Bu dönemde Türkçülük fikrinin etkisiyle millî edebiyat gibi akımların ortaya çıkması alfabenin ıslahını daima tartışma konusu olarak gündemde tutmuştur. Mesela Ahmet Hikmet, Celal Esat, Ziya Gökalp, Hüseyin Cahid, Dr. Abdullah Cevdet, Celal Nuri gibi yazar ve düşünce adamları Latin alfabesine dayalı yeni bir Türk alfabesinin oluşturulması için çok önemli yazılar kaleme almışlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası’nın da bu tartışmalara öncülük ettiği bilinmektedir. Mesala, “Ordu Elifbası”, “Hatt‐ı Cedid”, “Enverî” gibi adlarla daanılan alfabenin ıslahı konusunda çalışmalar da dikkat çekicidir. Enverî alfabesinin (huruf‐ı munfasıla) ilk uygulamaları ordu içinde olmuş ancak savaş yıllarında istenilen sonuç elde edilememiştir. Türk dünyasında alfabe tartışmaları devam ederken, 1920’lerden itibaren Komünist Rusya’nın emperyalist politikaları sonucunda özellikle Türk Dünyasını bölüp parçalamak maksadıyla Türk topluluklarının Latin alfabesine geçmesi için teşvikleri olmuştur. Bunun bir neticesi olarak 1922 yılında Azerbaycan’da, ilerleyen yıllarda da Özbek, Karaçay‐Balkar, Kırım Tatarları, Çuvaşlar, Yakutlar gibi Türk topluluklarının Latin alfabesine geçmeleri hususu desteklenmiştir. Bu durum Türkiye’de de Latin alfabesine geçişte etkili olmuştur. Ancak bu yoldaki çalışmalar Türkiye’nin Latin alfabesine geçmesiyle değişikliğe uğramış ve Sovyet Rusya’nın da politikalarını yeniden değiştirmesine sebep olmuştur. Ruslar bu gelişmeler üzerine bütün Türk dünyasına Latin alfabesini yasaklayarak, Kril alfabesini yeniden mecbur hâle getirmiştir. Çünkü Türk dünyasının kültürel birlikteliğini arzu etmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren de bu tartışmalar artarak devam etmiştir. Arap harfleri ile okuma‐yazmanın zorluğu, buna bağlı olarak ülkedeki okur‐yazar oranının düşük olması, bu alfabenin değiştirilmesi konusundaki tartışmaların, “Latin harflerini kabul etmeli mi, etmemeli mi? şekline dönüşmesine sebep olmuş, hatta gazeteler bu konuda anketler yaparak kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. 1924 yılında alfabe konusunda Arap harflerinin yetersizliğini TBMM’de ilk defa gündeme getiren İzmir Millet Vekili Şükrü (Saraçoğlu) Bey’dir. Fakat Atatürk’e göre bu konu ile ilgili fikirlerin olgunlaşması için biraz daha zamana ihtiyaç vardır. 1925 yılında yapılan takvim ve uluslararası saat ile ilgili düzenlemeler, alfabenin de değiştirilebileceği konusundaki kanaatleri daha da artırmış, 1926 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile “Dil Heyeti” veya “Dil Encümeni” adıyla dil konusunda uzman kişilerden oluşan bir çalışma grubu kurulmuştur. Bu heyet yeni Eğitim ve Kültür Hayatındaki Düzenlemeler kadar Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili çalışmalar yapacaktı. Özellikle Latin harflerinin Türkçenin yapısına uygun olup olmadığını araştırmak amacı ile birçok alfabeyi inceleyecekti. Çünkü Latin harfleri dünyada en yaygın olarak kullanılan harflerdi. Diğer taraftan da değişiklik için 1927 yılından itibaren doktorlar reçetelerini Latin harfleriyle yazmaya başlamışlardı. Yaklaşık iki yıl süreyle alfabe konusunda çalışmalar yapan Dil Encümeni, 26 Haziran 1928 tarihinde Ankara’da yapmış olduğu toplantıda şimdiye kadar yapmış olduğu çalışmaları değerlendirerek, “Elifba Raporu” adıyla bir rapor hazırladı. Daha sonra bu konudaki çalışmaları baştan beri takip eden Mustafa Kemal, kendisine sunulan Elifba Raporu’nun da sonuçlarını göz önünde bulundurarak 9 Ağustos 1928 akşamı İstanbul’da Sarayburnu Parkı’nda düzenlenen bir şenlik sırasında yaptığı konuşmada ”Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenktar zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir… Bu yeni harflerle behemehâl pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız. Milletimiz, yazısıyla, kafasıyla bütün âlem‐i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz.” diyerek Harf İnkılabının yapılacağı müjdesini halka vermiştir. Bu tarihten itibaren bütün yurtta yeni Türk alfabesi ile ilgili çalışmalar hızlandırılmış, Mustafa Kemal’in kendisi de Anadolu’da çeşitli il ve ilçeleri kapsayan bir seyahate çıkarak, yeni Türk harflerini kara tahtanın başında başöğretmen sorumluluğu içerisinde halka tanıtmıştır. 1 Kasım 1928 tarihinde TBMM’nin açılışındaki konuşmasında yine bu konuya değinerek, alfabe hakkındaki görüşlerini şöyle dile getirmiştir: “Türk milletine kolay 10 bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır. Bu anahtar Latin esasından alınan Türk alfabesi olacaktır. Yeni Türk harflerinin kanunlaşması, ülkemizin yükselme çabalarında başlı başına bir geçit olacaktır.” Aynı gün (1Kasım 1928) yeni Türk harflerinin kabulü ile ilgili bir önerge sunulmuş, yapılan görüşmelerden sonra Latin esasına dayalı yeni Türk alfabesi “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” adıyla TBMM’de 1353 sayılı yasa olarak kabul edilmiştir. Eğitim ve kültür alanında inkılaplar ile Türkçe ön plana çıkmış ve harf değişikliğine zemin hazırlamıştır. Harf İnkılabı yapılmak istenmesindeki nedenler şunlardır: Okuma yazmayı kolaylaştırarak okur‐yazar oranını arttırmak. Konuşma dili ile yazı dili arasındaki farkı ortadan kaldırmak. Avrupa ile ilişkilerin kolaylaştırılmak istenmesi. Öz Türkçeyi yeniden canlandırmak. Halkı çağdaşlaştırmak. Arap alfabesinin Türkçe’nin yapısına uymaması. TÜRK HARFLERINİN KABUL VE TATBİKİ HAKKINDA KANUN (1 Kasım 1928‐Kanun No: 1353) Birinci madde: Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) ünvan ve hukuku ile kabul edilmiştir. İkinci madde: Bu kanunun neşri tarihinden itibaren devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir. Üçüncü madde: Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin devlet muamelâtına tatbiki tarihi 1929 kânun‐ısanisinin birinci gününü geçemez. Şu kadar ki evrak‐ı tahkikiye ve fezlekelerinin ve ilâmların ve matbu muamelat cetvel ve defterlerinin 1929 Haziranı iptidasına eski usulde yazılması caizdir. Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nüfus ve evlenme cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır. Dördüncü madde: Halk tarafından vaki müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazıldı olanlarının kabulü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kanûn‐ı evvelinin iptidasından itibaren Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan, reklam ve sinema yazılarıyla kezalik Türkçe hususi,resmi bilcümle mevkut, gayri mevkut gazete, risale ve mecmualar Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir. Beşinci madde:1929 Kanûn‐ı sanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitaplarsa Türk harfleriyle basılması mecburidir. Altıncı madde: Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün daire ve müesseselerinde kullanılan kitap, kanun, Talimatname, defter, cetvel, kayıt ve sicil gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir. Yedinci madde: Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul sair kıymetli evrak ile hukukî mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler. 11 Sekizinci madde: Bilumum bankalar, imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler, cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelâtına Türk harflerinin tatbiki 1929 kânun‐ı sanisinin birinci gününü geçemez. Şu kadar ki halk tarafından mezkûr müesseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vaki olduğu takdirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter, cetvel, katalog, nizamname ve talimatname gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir. Dokuzuncu madde: Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur. Onuncu madde: Bu kanun neşri tarihinden muteberdir. On birinci madde: Bu kanunun ahkâmım icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur. 3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren bu kanunla Türk fonetiğine uygun bazı değişiklikler de yapılmış (ç,ş,ğ gibi harfler eklenmiş), devlet dairelerinde yazışmaların ve basılı evrakların tamamen yeni harflerle yapılması zorunluluğu getirilmiş, gazeteler bu harflerle basılmaya başlanmıştır. Ayrıca bütün yurtta eğitim‐öğretim seferberliği başlatılarak yeni harflerin öğretilmesi için 1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açılarak halkın okuma‐yazma öğrenmesi sağlanmıştır. Bütün bu gayretler neticesinde halk yeni harfleri çok kısa bir süre içerisinde benimsemiş ve ülkede okuma‐yazma oranı hızla yükselmiştir. 19 Şubat 1932’de açılan “Halkevleri” vasıtasıyla da eğitimin daha geniş kitlelere yaygınlaşması sağlanmış, halkın bilgi, görgü ve becerileri artırılmıştır. Yeni Türk harflerinin kabulü, Türk İnkılabı’nın en önemli aşamalarındandı. Yeni Türk harflerinin kabulü ve öğretilmesi konusunda verdiği çabalardan dolayı da Mustafa Kemal Paşa’ya başöğretmen unvanı verilmiştir. Harf inkılabının sonucunda şu kazanımlar elde edilmiştir: 1‐Yeni alfabenin halka öğretilmesi için geniş bir okuma‐yazma faaliyeti başlatılmıştır. Okuma‐ yazma kolaylaştığı için zamanla bütün ülkede okuryazar oranı artmıştır. 2‐Ders kitapları, sözlükler, tüm basılı resmî yayımlar yeniden hazırlanmıştır. Basılan kitap sayısı artmıştır. Ülkede basım‐yayım oranları artmıştır. 3‐Birçok öğretmen, Türk Dil ve Tarih Kurumu’nda görev almıştır. 4‐Günlük dilde olduğu gibi, bilimsel terimlerde de çok geniş bir Türkçeleştirme faaliyetine girişilmiş, okullarda öğretim bu yeni terimlerle yapılmıştır. 5‐Batı’daki teknik gelişmelerin takibi kolaylaşmıştır. Batı eserlerinin tercümesi kolaylaşmıştır. Batılı ülkeler ile olan ilişkilerin daha da gelişmesi sağlanmıştır. 6‐Çağdaşlaşma yolunda önemli bir adım atılmıştır. Latin harflerini kullanan Avrupa ile yakınlaşma sağlanmıştır. 7. Toplumda kültürleşme ve sosyalleşme hızla genişlemiştir. 8.Millet Mektepleri açılmıştır. 3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren bu kanunla Türk fonetiğine uygun bazı değişiklikler de yapılmış (ç,ş,ğ gibi harfler eklenmiş), devlet dairelerinde yazışmaların ve basılı evrakların tamamen yeni harflerle yapılması zorunluluğu getirilmiş, gazeteler bu harflerle basılmaya başlanmıştır. Yeni harflerle basılan ilk gazete Mardin Ekspres Gazetesi‘dir. 12 Bütün yurtta eğitim‐öğretim seferberliği başlatılarak yeni harflerin öğretilmesi için 1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açılarak halkın okuma‐yazma öğrenmesi sağlanmıştır. Bütün bu gayretler neticesinde halk yeni harfleri çok kısa bir süre içerisinde benimsemiş ve ülkede okuma‐ yazma oranı hızla yükselmiştir. Millet Mektepleri Talimatnamesi (24 Kasım 1928) :Yeni harflerin kabulü sonrası örgün eğitim yaşı geçmiş olan vatandaşlara (14‐45 yaş arası) yeni harfleri öğretmek, okuma yazma bilenlerin sayısını arttırmak, eğitimli ve kültürlü bir toplumu oluşturmak, yeni alfabenin halk tarafından çabuk öğrenilmesini sağlamak amacı ile Millet Mektepleri açılmıştır. 24 Kasım 1928 de yürürlüğe giren Millet Mektepleri Talimatnamesi ile ülke genelinde büyük bir okuma‐ yazma seferberliği başlatılmıştır. Millet Mekteplerindeki eğitim süresinin iki, dört ya da altı ay devam edeceğini belirli yerlere gelemeyecek durumda olan vatandaşlar için gezici mektepler açılacağını, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün bürokratların bu mekteplerde görev alacağını açıklanmıştır. Mustafa Kemal, kendisine başöğretmenliği teklif edilen Millet Mekteplerinin başöğretmenliğini kabul etmiştir. Mustafa Kemal’e aynı gün Millet Mektepleri Baş Öğretmeni unvanı verilmiştir. (24 Kasım 1981 den itibaren Öğretmenler günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.) Bakanlar Kurulu, 11 Kasım 1928 tarihinde Millet Mektepleri Talimatname ’sini onaylamış ve 24 Kasım 1928 tarihli Resmi Gazete’ de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Millet Mektepleri 1 Ocak 1929 da eğitime başlamıştır. Bu mekteplerle ilgili olarak Halk Mecmuası adı ile bir yayın çıkarılmıştır. Türkçenin zenginliğini ortaya koyarak Türk dilinin dünya üzerindeki saygınlığını arttırmak, Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak, bilimin gereğine göre geliştirmek, yazı diliyle konuşma dili arasındaki farklılığı gidermek ve Türkçe’nin yanlış kullanımını önlemek amacıyla 12 Temmuz 1932 ‘de “Türk Dil Kurumu” kuruldu. Türkçe’nin sadeleştirilmesi ve geliştirilmesi için bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı. 1931’de “Türk Tarih Kurumu kuruldu. Ayrıca 19 Şubat 1932’de açılan “Halkevleri” vasıtasıyla da eğitimin daha geniş kitlelere yaygınlaşması sağlanmış, halkın bilgi, görgü ve becerileri artırılmıştır. Yeni Türk harflerinin kabulü, Türk İnkılabının en önemli aşamalarındandı. Yeni Türk harflerinin kabulü ve öğretilmesi konusunda verdiği çabalardan dolayı da Mustafa Kemal Paşa’ya başöğretmen unvanı verilmiştir. 3‐C‐ EĞİTİMİ YAYGINLAŞTIRMAK İÇİN (Yazı, dil ve tarih inkılabı) 2‐Türk Tarih Kurumunun (TTK) Kurulması (15 Nisan 1931) Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasının nedenleri şunlardır: Türk milletinin menşeini (kökenini) belirleyip İslamiyet öncesi Türk tarihini de aydınlatmak. Türk Tarihinin derinlikleri araştırılacak Türklerin dünya uygarlığına yaptıkları hizmetleri ve katkıları ortaya koymak. Türk milletine atılan iftiraları cevaplandırmak. (Sarı ırk, barbar ırk iddialarını çürütmek) Türklerden önceki Anadolu tarihinin de aydınlatılmasını sağlamak. Türklerin ilişki kurdukları devletler üzerindeki etkileri ortaya koymak. Ümmetçi ve hanedancı bir tarih anlayışından milli temeller üzerine kurulu bir tarih anlayışına geçmek. Ortak tarih bilinci oluşturmak. Türk vatanının bütünlüğüne karşı girişilecek tertipleri tarihi kanıtlarla etkisiz hale getirmek. 13 Türklerin üstün medeni kabiliyeti ve dünya medeniyetine yaptığı hizmetler gözler önüne serilecek. Tarih, devlet ve millet hayatının temel unsurlarından biridir. Milletlerin hafızası ve aynasıdır. Zaman zaman o aynaya bakmak ve o hafızadan istifade etmek gerekir. Çünkü toplumlar o aynaya bakarak kendisine çekidüzen verir, hafızalarını tazeleyerek de geçmişteki hatalarını tekrarlamaz. Cumhuriyet Dönemi’ne gelinceye kadar Türk tarih anlayışına bakıldığında, gerek tarih araştırmacılığı, gerekse tarih öğretimi konusunda istenilen seviyede olunmadığı görülmektedir. Ülkede iki türlü tarih anlayışı hâkimdi. Medreseler genellikle İslam tarihi ile ilgilenirken, okullarda hanedan tarihi öğretiliyordu. Geçmişi çok eskilere dayanan Türk tarihi yalnız İslam ve Osmanlı tarihi olarak okutuluyordu. Sanki Türk tarihi bunlarla başlamıştı. Türklerin İslamiyet’ten önceki varlığı ve uygarlığı, insanlık tarihine sunduğu katkıları yok sayılmıştı. Bu durum bir taraftan Türk milletinin geçmişle ilgisini koparırken diğer taraftan tarihî gerçekler tam olarak bilinmediği için Türk milleti ağır ithamlarla karşı karşıya kalıyordu. Oysa bütün bilimsel kaynaklar, Orta Asya’da gelişmiş bir Türk kültürü ve uygarlığından bahseder. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin çok uluslu bir yapıda olması, millî bir tarih anlayışının doğmasını da engellemiştir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde millî bir tarih anlayışı gündeme gelmişse de bu çabalar yeterince etkili olamamış, millî tarih anlayışı yine Cumhuriyet Dönemi ile birlikte hayata geçirilmiştir. Atatürk’ün tarihe karşı olan ilgisi daha askerî lisede okurken başlamış, hayatı boyunca da sürmüştür. Yeni Türk Devleti’ne gelinceye kadar tarihimizle ilgili yanlış ve eksik bilgileri ve o zamana kadarki tarih anlayışından bir fayda olamayacağını gören Atatürk, bu konularla ilgili görüşlerini dönemin devlet ve bilim adamlarına, öğretmenlere aktarmaya çalışmıştır. “Büyük devletler kuran atalarımız büyük ve kapsamlı medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak ve incelemek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur” demek suretiyle bu konudaki yanlışlıkların ortadan kaldırılmasını istemiştir. Tarih yazıcılığı konusunda da takip edilmesi gereken yolu şöyle dile getirmiştir: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Tarihi olayların muhakkak ilmî esaslara ve belgelere dayalı olarak incelenmesini arzu etmiş ve bilim adamlarını bu konuya özendirmiştir. Millî tarih anlayışının mutlaka oluşması için gerekli çok önemli ve özel sebepler vardı. Zira Türklerin sarı ırktan geldiği, sarı ırkın ise medeni kabiliyet ve beceriden yoksun olduğu görüş ve iddialarını içeren birçok kitap yazılmıştı. Ayrıca Türk toprakları üzerinde yabancıların tarihî iddiaları vardı. Bunun için tarihimizin gerçek yapısını ve tarihî gerçekleri bilimsel olarak dünya kamuoyuna duyurmak gerekli idi. Atatürk, millî tarih anlayışını oluşturup geliştirmek ve Türk tarihinin bilimsel metotlarla yeniden araştırılmasını sağlamak amacı ile 12 Nisan 1931 tarihinde Ankara da “ Türk Tarihi Tetkik Cemiyetini” kurdu. Cemiyet, 1932 yılında “Türk Tarih Kongresi’ni” toplamış ve Türk Tarih Tezini tartışmaya açmıştır. Bu kongrede oluşturulan heyetin çalışmaları sonunda Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi’nin esasları çerçevesinde ortaokul ve liselerde okutulmak üzere “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli bir kitap hazırlanmıştır. Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin ana hedefi Türk tarih tezi doğrultusunda; Türk milletinin medeniyetin beşiği Orta Asya’dan çıktığını, Türklerin dünyadaki pek çok medeniyetin kurulup gelişmesindeki katkılarını, bilimsel yöntemleri kullanarak kanıtlamaktır. Bunun iki nedeni vardı. Bu sebeplerden ilki Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu‘nu paylaşımı esnasında takındıkları tarihi dayanaklardır. Diğeri de Dünya kamuoyunda Türkler hakkında haksız ve yersiz politikalar benimsenmiş, aleyhimizde faaliyetler yürütülmüştür. Türkleri ikinci plana atan, Türkler hakkında tarih ve medeniyete katkıda bulunmamış, barbar bir millet imajı çizilmek istenmiştir. Bu faaliyetlere karşı ise milli bir tarih yazımı gerekmekteydi. Derhal harekete geçilmiştir. Bu nedenle iki amaç belirlendi. Bu amaçlardan ilki Türk tarihi başlangıcından itibaren iyi bir şekilde araştırılacak, kültür ve medeniyete yaptığı katkılar, yetiştirdiği büyük şahsiyetler ortaya konulacaktı. Böylece Türklerin kadim tarihi ve zengin kültürü ortaya çıkacak, dünya da öğrenecekti. İkinci amaç ise Batı’nın bize vatan olarak çok gördüğü Anadolu topraklarının tarihinin araştırılmasıydı. Atatürk‘ün düşüncesi şöyleydi; belki de Türkler 1071 14 öncesinde de Anadolu’ya gelmişlerdi. Hatta ilk çağlarda Anadolu’da medeniyet kuran kavimler arasında Türklerin de olduğu tespit edilirse, Batılıların “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millet” tezi de çürütülmüş olacaktır. Daha sonra bu kuruluş 1935’te Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Bu kurumun çalışmaları 1936’da Ankara’da kurulan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin dil, coğrafya, arkeoloji, etnoloji, antropoloji gibi birçok alanlardaki faaliyetleriyle desteklenmiştir. Bu çalışmalar Türk milletinin ve onun öz yurdu Anadolu’nun binlerce yıllık tarihini aydınlatırken, millî bir tarih anlayışının da oluşmasına yol açmıştır. Türk Tarih Kurumunun kurulması milliyetçilik ilkesi ile ilgilidir. Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Dönemine kadar İslam Tarihi; Tanzimat Döneminde Osmanlı Tarihi; II. Meşrutiyet Döneminde ise Türk Tarihi ağırlıklı olarak okutuldu. Atatürk‘ün takip ettiği eğitim‐öğretim programına bakılacak olursa, onun en büyük amaçlarından biri bütün Türkler arasında tam bir dil, kültür ve tarih birliği olduğu görülür. Türk tarihinin Orta Asya’dan başlatılarak öğretilmesi gerektiğini savunmuştur. Hazırlamış olduğu milli eğitim programı ile gençlerin vatan, millet, örf, adet, din kültür, tarih ve Türkçeyi iyi bir şekilde öğrenmeleri için hükümler vermiştir. 1933 yılında ilk arkeolojik kazı olan Ankara Ahlatlıbel Düz Yerleşkesi Kazısı yapıldı. Türk Tarih Tezi çalışmalarına süreklilik getirecek bilim insanı yetiştirmek için 9 Ocak 1936’da Ankara’da Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi kuruldu. 1937 yılında İkinci Tarih Kongresi toplandı ve bu kongreye yabancı bilim insanları da davet edildi. 1937 yılından itibaren Belleten adlı süreli yayın çıkarıldı. Etnografya Müzesi nin1925 yılında temeli atıldı. Macar Türkolog Prof. J. Meszaroş‘un hazırladığı rapor doğrultusunda yapı 1927 yılında Etnografya Müzesi şeklinde düzenlendi. Etnografya Müzesi ilk devlet müzesidir. Müze 1930 yılında halka açılmıştır. Belleten Dergisi: Türk Tarih Kurumu tarafından Ocak 1937’den bu yana dört ayda bir Türkçe olarak yayımlanmakta olan, dil ve tarih konulu makalelere yer veren bir dergidir. 1931 yılında Türk Tarih Encümeni Mecmuası olarak çıkarılan dergi 1937 yılında Belleten adını almıştır. Latin alfabesi ile yazılan ilk dergidir. Türk tarihini bilimsel yöntemlerle araştırarak Türk milletinin tarih içinde oynadığı olumlu rolü ortaya çıkarmak, Atatürk’ün milliyetçilik ilkesi doğrultusunda atılan bir adım olmuştur. Halkevleri (19 Şubat 1932) : Halkevleri, halkın kültürel yönden gelişimin sağlamak ve cumhuriyet ilkeleri ve inkılaplarını halka aktarmak amacı ile kurulmuştur. Halkevlerinde, Biçki, dikiş kursları, yöresel sergiler, okuma‐yazma kursları, sağlık bilgileri ailelere soyadı bulma çalışmaları gibi çalışmalar yapılmıştır. Halkevlerinin temelini Türk Ocakları oluşturmuştur. Türk Ocakları siyasi bir merkez haline dönüşmesi nedeniyle 1931 yılında kapatılmıştır. Halkevlerinin yayın organı Ülkü Dergisi’dir. Tek yurtdışı şubesi ise Londra’da açılmıştır. Halkevleri 1951 yılında Adnan Menderes tarafından kapatılmıştır. 3‐C‐ EĞİTİMİ YAYGINLAŞTIRMAK İÇİN (Yazı, dil ve tarih inkılabı) 3‐ Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) (12 Temmuz 1932) Türk Dil Kurumunun Kurulması (12 Temmuz 1932) Millî kültürün oluşup gelişmesinde dil son derece önemlidir. Dil, insanlar arasında iletişimin kurulmasını sağladığı gibi toplumda sosyo‐kültürel hayatın oluşmasında ve yaşatılmasında bir araç görevi üstlenir. Ayrıca dil, bir milletin geçmişten geleceğe uzanan süreç içerisinde, kuşaklar arasındaki iletişimini ve devamlılığını sağlar. Dil, insanların yaşadıkları coğrafya ve olayların etkisiyle değişikliğe uğrayabilir. Türkler yaşadıkları coğrafyalarda ilişki 15 kurduğu kültürlerden ve olaylardan etkilendikleri için Türkçe de tarih boyunca çeşitli değişikliklere uğramıştır. Bu manada Osmanlı Devleti’nde Türkçe’ye Arapça ve Farsça’dan birçok kelimenin girdiği görülmektedir. Bu durum, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı kelimelerden oluşan Osmanlıca denilen bir dilin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Medreselerde bilim dili Arapça iken edebiyat dili ise tarihî kökleri bakımından Farsça’ya dayanıyordu. Türk aydın ve bilim adamları bu iki dilin etkisi altında kalarak Arapça ve Farsça kelimelerin ağırlıkta olduğu, Arapça ve Farsça kalıpların kullanıldığı Osmanlıca’yı kullanıyordu. Günlük hayatta ise halk daha saf bir Türkçe ile konuşuyordu. Böylece toplumda iki ayrı dil ortaya çıkmış, aydınlarla halk arasında da büyük bir uçurum oluşmuştu. Tanzimat’tan sonra Türk dilinde kullanılan yabancı kelimelere Fransızca da eklenmiş, böylece dil birliği tamamen bozulmuş, Türkçe Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde gerçek kimliğinden tamamen uzaklaşmıştı. Oysa bir milletin ruhu olan dil, onu birbirine bağlar ve ayakta tutar. Balkan Harbi öncesinde Selanik’te yayımlanan Genç Kalemler mecmuasında Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin Mehmet Emin Yurdakul Türkçeyi savundular. Yeni Türk Devletinde eğitimde birlik sağlanıp, yeni Türk harfleri de kabul edilince, Türkçe’nin gelişmesi için uygun bir ortam doğdu. Atatürk bir konuşmasında ; “Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının, kısaca, bu gün kendini millet yapan her şeyinin, dili sayesinde korunduğunu görmektedir. Türk dili, Türk milletinin, zihnidir” ifadeleriyle Türk dilinin önemini açıklamıştır. Onun Türk dili ile ilgili hassasiyetleri herkes tarafından biliniyordu. Bu konuda hem kendisi bizzat çalışmış hem de çevresindekileri bu konuya yönlendirmiştir. Bu konuda yapılacak çalışmalar için de hedefler belirlemişti. Bu hedefleri kısaca şöyle ifade edebiliriz: Dilde millileşmeyi tesis etmek. Türk dilini yabancı dillerin etkisinden kurtarmak. Türk dilinden yabancı kelimelerin atılmasıdır. Türk dilini sadeleştirmek. Aydınların kullandığı Türkçe ile halkın konuştuğu Türkçe arasındaki kopukluğu gidermek. Türkçe’nin kökenlerini araştırmak. Türkçeyi uzun vadede çağdaş uygarlığın gerektirdiği her türlü ihtiyacı karşılayabilecek kelime ve kavramlara sahip, akıcı ve zengin bir kültür dili hâline getirebilmek. Türkçe’nin zenginliğini ortaya koymak. Türkçeyi zenginleştirmek. Türkçenin dünya ve bilim dili olabilmesi gerekli çalışmaları yapmak. Türkçe’yi halkın anlayacağı şekle getirmek. Dil çalışmalarını planlı hale getirmek. Türk dilini öz benliğine kavuşturmak. Ülke içinde konuşma ve yazı dili birlikteliğini sağlamak Konuşma dili, yazı dili ve bilim dili arasındaki farkları gidermek. Teknik kavramlara Türkçe karşılık bulmak. Halk ağzından derlemelerin yapılması kararlaştırılmıştı. Türkçeyi bilim dili haline getirmek. Konuşma dili, yazı dili ve bilim dili arasındaki farkları gidermek. Resmi dil ile halk dili arasındaki farkları gidermek. Türk dilinin eski bir dil olduğunu kanıtlamak ve Türkçeyi dünya dilleri içine sokmak. Dilimizi, karma ve yapma bir dil olan Osmanlıca’dan kalan pürüzlerden ayıklamak. Bu yolla, aydınların dili ile halkın dili, yazı dili ile konuşma dili arasındaki açıklığı kapatmak. den kurtarmak ve millî gelişmeyi sağlamak şeklinde özetlenebilir. 1928‐1932 yılları arasında Türk dili ile ilgili çalışmalar yapmak amacıyla önce “Dil Heyeti” adıyla bir komisyon kurulmuş ve İmla Kılavuzu hazırlanmıştır. 12 Temmuz 1932’de Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’ni kurdu. Amaç, Türk dilinin lügat, terim, gramer, ses yapısı ve kökenleri ile ilgili araştırmalar yapmaktı. Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’nin ( Türk Dil Kurumu ) çalışmaları sonucu, dilimize giren pek çok kelime, terim, bilim ve sanatla ilgili kavramların Türkçe karşılıkları kullanılmaya başlandı. Böylece Türk dilinin geliştirilmesi çalışmaları başladı. Dildeki bağımsızlığı, tam bağımsızlığın bir parçası olarak gören Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı bir konuşmasında; “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın dikkatli olmasını isteriz” sözleriyle bu konunun devlete düşen bir görev olduğunu da ifade etmiştir. 16 26 Eylül‐5 Ekim 1932 tarihleri arasında, Atatürk’ün de katılımıyla Dolmabahçe’de Dil‐Tarih ve harfler için; Türk dilinin kaynaklarını, geçirdiği değişimleri ve geleceğiyle ilgili esasları belirlemek amacı ile I. Türk Dili Kurultayı toplanmış, bu konudaki çalışmalar ve öneriler değerlendirilmiştir. Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 31 Ağustos 1936 tarihinde “Türk Dil Kurumu” adıyla yeniden örgütlenmiştir. Bu kurumun çalışmaları neticesinde Türk dilinde sadeleştirmeye gidilmiş ve Türkçe bir kültür ve sanat dili haline getirilmiştir. Bilim dili, aydın dili ve halk dili gibi ayrımlarda ortadan kaldırılmıştır. 1932 yılından itibaren Dil Bayramı kabul edilmiş ve kutlanmıştır. Türk Dil Kurumu’nun ilk başkanı Samih Rıfat Horozcu‘dur. Türk Dil Kurumu’nun kurulması Milliyetçilik ilkesi ile doğrudan ilgilidir. 1936’da Türk Dil Kurumu “Güneş Dil Teorisini ortaya atmıştır. Güneş Dil Teorisi, Türkçe’nin dünya dillerinin kaynağı olduğunu savunur. Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Türk Tarihi ve Türk Dilini geliştirme çabaları Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu öncülüğünde devam etmiş, daha sonra bu iki kuruma 1983 yılında “Atatürk Kültür” ve ”Atatürk Araştırma “ merkezleri de eklenerek bu dört kurum “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” adıyla yeniden yapılandırılmıştır. 3‐D‐ EĞİTİMİN NİTELİĞİNDE DEĞİŞME (Milli Eğitim Şuraları) I. Maarif Kongresi Eskişehir‐Kütahya Muharebeleri sırasında Ankara’da toplanmıştı. Muallimler Kurulu’nun toplandığı bu kongrede açılış konuşmasını Atatürk yapmıştır. Bu kongrede ilk ve ortaöğretim kademelerinin hedefi ve programları ile ilgili tartışmalar yapılmış, okul ve öğrenci sayıları tespit edilmeye çalışılmıştır. I. Maarif Kongresi eğitime milli bir yöne kazandırılmaya çalışıldığı büyük bir eğitim kongresidir. 15‐16Temmuz 1921’deki Maarif Kongresi dışında, benzer bir toplantı ilk kez “ Heyet‐i İlmîye” adıyla, Temmuz 1923’te; ikincisi Nisan 1924’te; üçüncüsü Aralık 1925‐Ocak 1926’da yapılmıştır. 1926 yılında Tâlim ve Terbiye Dairesinin kurulması üzerine bu tür çalışmaları yapma görevi bu daireye verilmiştir. Milî Eğitim Şûraları” adı altında ilki Şura 1939 düzenlenmiştir. Millî Eğitim Şûraları, eğitim sistemini geliştirmek ve eğitimin niteliğini yükseltmek amacıyla öğretmenlerin, eğitimcilerin, bilim insanlarının, çeşitli alan uzmanlarının, eğitim yöneticilerinin kamu ve özel kurum, kuruluş, sivil toplum örgütleri ve gönüllü kuruluşların temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Şûralarda, eğitim sorunlarına ilişkin önemli kararlar alınmakta ve eğitim hizmetleri, toplumun bütün kesimleriyle, geniş çerçevede tartışılmakta ve değerlendirilmektedir. Heyet‐i İlmiyeler (1923‐1926) :Heyet‐i İlmiyeler Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eğitim politikalarının belirlendiği, eğitim meselelerinin tanınmış eğitimcilerin fikir, düşünce ve tecrübelerinden yararlanarak tartışılıp karara bağlandığı ve belli bir uygulama gücü olan ilmi toplantılardır. Heyet‐i İlmiye şu kararlar alınmıştır: Köy Mekteplerinin kurulması, İlköğretimin 6 yıl olması, Kadınlarında heyete girebilmesi ve müfettiş olabilmesi, Sultani yerine Lise tabirinin kullanılması Heyet‐i İlmiye, Cumhuriyet’in ilan edilmesinden birkaç ay önce başlamış ve 1926 yılına kadar üç defa toplanmıştır. Halkı eğitmek için Halk Evleri açıldı. 17 Üniversite Reformu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden tek üniversite olan Dâr’ül Fünûn’un kurulması 1846’da kararlaştırılmış, ancak 1863’te açılabilmiştir. Ancak hem öğrenci bulamaması hem de medreselerin baskısı sebebiyle kapatılan Dâr’ül Fünûn 1900 yılında II. Abdülhamit Dönemi’nde “Dâr’ül Fünûn‐ı Şahane” adıyla yeniden açıldı.1908 yılında “Dâr’ül Fünûn‐ı Osmani “adını alan bu okul, 1933 yılına kadar varlığını sürdürdü. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim alanında yapılan inkılaplar kapsamında üniversite eğitimi konusu da masaya yatırılmış, bu konuda önemli düzenlemelere ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştı. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere genç Cumhuriyetin yöneticileri Dâr’ül Fünûn’un çalışmalarını yeterli görmüyorlardı. Bu amaçla İsviçreli Prof.Albert Malche, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Türkiye’ye davet edilerek Dâr’ül Fünûn’un durumu ve yeniden yapılandırılmasıyla ilgili bir rapor hazırlaması istenmiştir. Prof.Albert Malche, 29 Mayıs 1932’de tarihli raporunda bu konda acil bir reforma ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Raporda ifade edilen öneriler doğrultusunda reformun bir an önce yapılması için harekete geçildi ve İstanbul Dâr’ül Fünûn kapatıldı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yeni bir üniversitenin kurulmasına dair kanun 31 Mayıs 1933’te yürürlüğe girdi. Bu kanunun ikinci maddesi gereğince 1 Ağustos 1933’ten itibaren İstanbul’da “İstanbul Üniversitesi” adıyla yeni bir üniversite kuruldu. Bu kanuna bağlı olarak Dâr’ül Fünûn’da görevli 240 bilim adamından 157’si görevden alınarak yeni kadrolarla eğitime devam edildi. Ayrıca o dönemde Almanya’daki Hitler yönetiminden kaçan bilim adamlarına kucak açılarak Türkiye’ye gelmeleri sağlandı. Diğer taraftan değişik ülkelerdeki uzman bilim adamları Türkiye’ye davet edilmek suretiyle onların bilgi ve birikiminden istifade edilmeye çalışıldı.İstanbul Üniversitesinden ayrı olarak 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüsü ve 1936’da da Dil ve Tarih‐Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Güzel Sanatlar Alanındaki Gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan inkılaplar arasında güzel sanatlarla ilgili düzenlemeler yapılırken, sanata ve sanatçıya ayrı bir yer verilmiştir. Çünkü bir milletin gelişmişliği güzel sanatlar alanındaki gelişmişliği ile ölçülür. Bunu çok iyi bilen Atatürk, “Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olmaz” demek suretiyle sanatın önemini ve millet hayatındaki rolünü açıklamıştır. Yine 1923’te Adana’da “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur” sözleriyle de sanatın millet hayatındaki değerine vurgu yapmıştır. Atatürk güzel sanatların her dalında sanatçıların yetişmesi ve toplumda saygın bir konuma gelmesi için yöneticilere talimatlar vermiş ve her vesile ile de onları on öre etmiştir. “Efendiler hepiniz mebus olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olmazsınız” diyerek onlara övgü dolu sözler söylemiştir. Sanata ve sanatçıya bu derece önem verilen Cumhuriyet Türkiye’sinde, sanatın bütün dallarında önemli gelişmeler görülmüştür. Güzel sanatlarla ilgili okullar, konservatuarlar, müzeler ve tiyatrolar açılmış; buralarda müzik, resim, heykel ve mimari dallarında sanatkârlar yetiştirilmiştir. Müzecilikte de önemli aşamalar kat edilmiş, ilk olarak 1924 yılında Topkapı Sarayı, müze hâline getirilmiştir. Aynı yıl Konya Asâr‐i Atika Müzesi açılarak millî sanat eserlerimiz sergilenmiştir. 1925 yılında açılan Etnografya Müzesi, müzecilik alanında önemli bir kuruluş olmanın yanı sıra inkılapların toplumsal yönüne verilen öneminde bir göstergesidir. 1937 yılında bizzat Atatürk’ün emri ile bir de Resim ve Heykel Müzesi açılmıştır. Müzik, resim, heykeltıraşlık, mimari gibi sanat dallarında büyük ilerlemeler sağlandı. GELECEK HAFTANIN KONUSU TOPLUMSAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR 18 2020‐ 2021 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II BAHAR DÖNEMİ 5. HAFTA TOPLUMSAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR Bu hafta Toplumsal Alanda Yapılan İnkılapları Şu Başlıklar Altında işleyeceğiz. • Şapka Kanunu ve Kılık Kıyafet Alanında Yapılan Düzenlemeler • Tekke Zaviye ve Türbelerin Kapatılması • Soyadı Kanunu’nun Kabulü • Milletlerarası Takvim, Saat ve Ölçü Sistemlerindeki Yeni Düzenlemeler • Millî Bayram Olgusu ve Tatil Günlerinin Değiştirilmesi • Sağlık Hizmetleri Alanında Yapılan Yenilikler • Kadınlara Siyasi Haklarının verilmesi Hakları Konusundaki Gelişmeler Milli Mücadele'nin başarı ile neticelenmesinden sonra bir dizi inkılâplar yapılmıştır. Atatürk'ün ifadesine göre inkılâpların amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve medeni bir toplum haline getirmektir. ŞAPKA KANUNU VE KILIK KIYAFET ALANINDA YAPILAN DÜZENLEMELER Kılık Kıyafette Değişiklik ve Şapka Kanunu (25 Kasım 1925) Şapka kanunu ve kıyafete ilişkin düzenlemeler halkın günlük yaşamında önemli bir değişimi simgelemektedir. Bu alanda yenilik yapılması gereksinimi batılılaşma anlayışı ile birlikte ortaya çıkmış, çoğunlukla devlet memurlarının giyim kuşamlarından başlamak üzere batılı toplumlarca benimsenen giyim şekli Türklerin de hayatına girmeye başlamıştır. İkinci Mahmut döneminde sarığın yerini fes alırken, Cumhuriyet döneminde fesin yerini şapka alacak ve her iki süreç de sancılı bir seyir takip edecektir. Osmanlı Devleti çok uluslu, çok kültürlü ve değişik inançlara sahip bir toplum yapısına sahip olduğundan, Osmanlı’da kılık‐kıyafet birliğinden söz etmek mümkün değildi. Farklı dinlere mensup insanların kendi inanç ve geleneklerine uygun kıyafetleri giymeleri normal karşılanıyordu. Devlet kıyafet konusunda belirleyici değildi. Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi din adamları kendi özel elbiseleriyle dolaşırken, devlet görevlileri ise rütbelerini ve sosyal statülerini belirten çeşitli cübbeler, kürkler ve başlarına da rütbelerini simgeleyen kavuklar giyerlerdi. Halk ise dilediği biçimde giyinebilirdi. Her tarikatın kendine has özel kıyafetleri vardı. Başlık konusunda herkes istediği başlığı kullanma serbestliğine sahipti. İlim erbabı sarık, tarikat mensupları külah, halktan bazıları kalpak, bazıları da keçe‐külah takarlardı. Bu başlık (Serpuş) farklılığından dolayı halk tarif edilirken “başıbozuk” tabiri kullanılırdı. Müslüman kadınlar peçe ve çarşaf giyerken diğer dinlere mensup kadınların daha rahat kıyafetler giydikleri bilinmektedir. II. Mahmut Dönemi’ne gelinceye kadar devlet, kılık kıyafet birliği konusunda ciddi bir düzenlemeye gitmemiştir. Islahatçı Padişah II. Mahmut, devlet örgütünü modern esaslara göre yeniden düzenlemeye karar verdiğinde, asker ve memurların kıyafetlerindeki karışıklığa son vermek ve onları belli bir saygınlığa kavuşturmak amacıyla o zamana kadar giydikleri cübbe, kürk, sarık gibi kıyafetleri yasaklamış, setre‐pantolon ve potin giyme mecburiyeti getirmiştir. Başlarına ise Kuzey Afrika’da Tunusluların, Ege adalarında da Yunanlıların kullandıkları fes giymeleri zorunlu tutulmuştur. Kılık kıyafette yapılan bu değişiklikler için başta Şeyhülislam ve bütün ulema fes giymenin şeriata 1 aykırı olduğu gerekçesiyle karşı çıkmışlar ve hiç de hoş karşılamamışlardır. Fakat başlangıçta gâvurluk simgesi olarak değerlendirilen fes, zamanla İslamlığın bir simgesi olmuş ve toplumun diğer kesimleri tarafından da kabullenilmiştir. II. Abdülhamit Devri’nde ise fes dinî dayanışmanın bir sembolü hâline gelmişti. Ancak II. Abdülhamit topçu ve süvari askerlerine fes yerine kalpak giydirmeye kalkınca bazı din adamları ve ulemanın bir kısmı, fesin din ve iman alameti olduğunu ileri sürerek bu defa fesi savunup, kalpağa karşı çıkmışlardır. Oysa aynı çevreler daha önce fesi getirdiği için II. Mahmut’a gâvur Padişah demişlerdi. Aslında bunların muhalif oldukları konu fes, kalpak, şapka veya elbise değil, yapılan yeniliklerdi. Şapka konusu ilk kez 1915 yılında Batıcılık akımı çerçevesinde dile getirilmiş ve fesin yerini şapkanın alabileceği yönünde görüşler kaleme alınmıştır. Ancak fesin dini bir sembol olarak görüldüğü halk arasında bu görüş geçerlilik kazanmamıştır. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Hükümeti, özellikle Güney Cephesi’nde savaşan askerlerin güneşten korunmaları için “Enveriye veya Kabalak” adı verilen bir şapka giymeleri uygun görmüştü. Buna bile karşı çıkmak istemiş fakat savaş hali olduğundan pek fazla ses çıkaramamışlardır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde kadınların kıyafetleri üzerinde tartışmalar yapılmış, peçe ve çarşaf gibi giyecekler eleştirilmiş, peçe yüzü örten bir perde olmaktan çıkarılıp, süs aracı biçimine dönüştürülmüştür. Millî Mücadele yıllarında ise Mustafa Kemal Paşa’nın, sivil kıyafetlerinin üzerine kalpak giydiği ve bu kıyafetin Anadolu’da aydınlar arasında da rağbet gördüğü bilinmektedir. Görüldüğü gibi Osmanlı’daki Batılılaşma süreci başladığından bu yana kılık kıyafette de bazı ıslahatlar yapılmış; ancak tutarlı ve kalıcı bir çizgiye ulaşılamamıştır. Her alanda yeniden yapılanmayı hedef alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, toplumsal alanda da değişikliklere ve düzenlemelere ihtiyaç duymuş ve bu kapsamda kılık kıyafette yeni düzenlemelerin yapılmasını gerekli görmüştür. Bu açıdan bakıldığında kılık kıyafet konusunda yapılan inkılapların amacı, Türk toplumuna her açıdan çeki düzen vermek ve biçimsel olarak da modern bir toplum görünümü kazandırmaktı Batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınması Türkiye’de medeni kıyafetlerin de benimsenmesini gerekli kılıyordu. Mustafa Kemal’e göre medeni bir toplum her yönüyle, şekliyle, tutum, düşünce ve zihniyeti ile medeni olmalıydı. 1925 yılı içerisinde kılık‐kıyafet konusunda önemli değişikler olmuştur. Aynı yıl hükümet, ordu için “siper‐i şems” adı verilen aslında şapkadan başka bir şey olmayan başlığı kabul etmiştir. Doktorlar bu şapkanın başı güneşten koruduğu için sağlık açısından faydalı olduğunu savunmuşlardır. Hatta bazı şehirlerde gençlerin ve memurların bir kısmı bu başlığı giymişler ve böylece kamuoyunda şapka aleyhindeki fikirler yumuşamıştır. İşte bu ortam içerisinde Mustafa Kemal Paşa, 16 Ağustos 1925 tarihinde Ankara’dan Kastamonu istikametine anlamlı bir seyahate çıktı. Bu seferki seyahatin sebebini kimse bilmiyordu. Gazi Mustafa Kemal, 24 Ağustos 1925’de Kastamonu’ya ulaştığında şehrin girişinde büyük bir kalabalık tarafından karşılanmış, kendisini karşılamaya gelen memurları ve halkı elinde Panama Şapkası olduğu hâlde başı açık selamlamıştır. Gazi’nin ilk defa Panama Şapkasıyla görülmesi bundan sonra özellikle sosyal alanda yapılacak inkılapların ve değişimin habercisi olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, yapacağı yenilikleri halka açıklar, onların görüş ve düşüncelerini alır, tepkilerine bakarak ona göre düzenlemeler yapmaya özen göstermiştir. Bir hafta süren bu seyahat süresince yaptığı konuşmalarda hep alanda yapılması gerekli hususlara yer vermiş ve halkın tutum ve davranışlarını gözlemlemiştir. Mustafa Kemal Paşa 25 Ağustos 1925’te Kastamonu ve çevresine yaptığı seyahati sırasında uygar Türkiye’nin dış görünüşü ile de uygar olduğunu göstermesi gerektiğini ifade ederek, memlekette giyilmesi gereken kıyafetin tanımını yapmış ve bu kıyafeti tamamlayan başlığa da “şapka” denildiğini belirtmiştir. Bundan sora 2 Eylül 1925’de 2431 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile devlet memurlarına müşterek kıyafet ve şapka giyme zorunluluğu getirilmiştir. Takip eden günlerde din adamlarının kıyafetleri konusunda düzenleme yapılmış ve din adamı olmayanların dini kıyafetle 2 gezmeleri yasaklanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın üzerinde hassasiyetle durduğu şapka konusunda sivillere mecburiyet konmamasına karşın özellikle Ankara hükümeti ve çevresinin şapka giymeye başladıkları görülmektedir. Kamuoyunun bu konuda yavaş yavaş olgunlaşması üzerine 16 Kasım 1925’de Konya mebusu Refik (Koraltan) Bey ve arkadaşları tarafından şapka kanunu teklifi Meclis’e sunulmuş ve farklı görüşlerin ortaya konduğu görüşmeler sonunda 25 Kasım 1925’de 671 sayılı Şapka İktisası Hakkındaki Kanun kabul edilmiştir. 3 Aralık 1934’te çıkarılan bir kanun ile de din adamlarının ibadet yerlerinin dışında dinî kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmıştır. Şapka bir başlık taklidi değil; hür fikir ve düşüncenin sembolü olarak kabul edilmiştir. Bu durum hem laiklik ve modernleşme açısından, hem de millî devletin güç kazanması açısından önemli bir inkılap hareketidir. Şapka giyilmesine tepki olarak başlayan fakat aslında Cumhuriyete karşı yapılan bazı ayaklanma girişimleri ise kısa süre içerisinde bastırılmıştır. Kıyafete ilişkin düzenlemeler yapılırken yasal açıdan kadın kıyafetlerine ilişkin bir yaptırım konulmamış ancak CHP tarafından çarşaf ve peçenin kaldırılması yönünde illere talimat yollanmıştır. Çarşaf ve peçenin kaldırılması konusunda temkinli hareket edilirken, halk arasında propaganda yapmaya önem verilmiş ve Belediyelerin hassas tutumları sayesinde çarşaf ve peçe kullanımı büyük ölçüde azalmış ve bunun yerini manto ile başörtüsü almıştır. Zamanla şapka konusunda da hassasiyet azalmış, kanun yürürlükte olmasına rağmen devlet dairelerinde ve günlük hayatta giyilmesi zorunluluk olmaktan çıkmıştır. Sebepleri: *Türk halkının görünümünü çağdaşlaştırmak *Ayrılık ifade edilen giysilerin giyimini durdurmak. *Çağdaşlaşmayı ve birliği sağlamak. Açıklamalar: *Şapka devrimi Kastamonu’dan başlatılmıştır. *Fes geri kalmışlığın sebebi değil; anısıydı. *Kadınların giyimi konusunda kanun çıkarılmayıp; bu durum doğal haline bırakıldı. *3 Arlık 1934’de çıkarılan bir kanunla din adamlarının ibadet yerlerinin dışında dini kıyafet giymeleri yasaklandı. (Diyanet İşleri Başkanı, Patrik ve Haham Başı bu kuralın dışında tutuldu.) TEKKE ZAVİYE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması (30 Kasım 1925): Selçuklulardan itibaren Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında daha sonrada Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme dönemlerinde büyük hizmetleri olan Tekke ve Zaviyelerin ortaya çıkış tarihi VIII. yüzyıla dayanmaktadır. Bunların kurumsallaşması ise X. ve XI. yüzyılda daha belirgin hâle gelmiştir. Özellikle sınır boylarındaki yerleşik ve göçebe Türkmenlerin dinî hayatı üzerinde ve Hıristiyan halkın İslam dinine kazandırılmasında, ayrıca Balkanlarda İslamiyet’in yayılmasında çok büyük etkileri olmuştur. Tekke, zaviye ve türbeler, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında önemli rol oynamıştır. Sosyal yardımlaşma, edebiyat ve güzel sanatlar öğretmek, ruh terbiyesi vermek gibi görevleri bulunan ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde etkin olarak görev yapan bu kurumlar, devletin gerilemesine paralel olarak diğer kurumlardaki çözülmeden 3 nasibini almıştır. Tekkelerin durumunun düzeltilmesine yönelik olarak Osmanlı Devleti’nce bazı girişimlerde bulunulmuştur. Tarikat aynı dine mensup kişiler tarafından benimsenen, tasavvufa dayalı, bazı ilke ve ayinleriyle birbirinden ayrılan, Allah’a ulaşma amacıyla takip edilen yollardan her birine verilen isimdir. Ancak İslamiyet’in farklı şekillerde yorumlanması sonucunda çeşitli isimlerle farklı tarikatlar ortaya çıkmıştır. Tekkeler ise tarikat mensuplarının oturdukları, tarikat ilke ve geleneklerinin öğretildiği dinî ve kültürel merkezlerdir. Tekkelerin küçüklerine “zaviye” denilirdi. Tekke ve zaviyelerin başındaki kişilere “şeyh”, tarikat şeyhlerine bağlı müritlere de “derviş” denirdi. Ölen din bilgini, devlet büyüğü ya da halktan bazı kişilere zamanla bazı üstün vasıfların yüklenmesi sonucunda ise bu kişilerin mezarları “türbe” adıyla kutsal mekânlar haline dönüştürülürdü. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi önceleri devlet ve toplum hayatında olumlu etkileri görülen, halkı eğiten, devletle toplum arasında dayanışmayı sağlayan tekke ve zaviyeler, XVI. yüzyıldan itibaren bozulmaya başlamış, amacından uzaklaşarak, toplumdaki sosyal barışı koruması gerekirken başka tarikat mensuplarına karşı kin ve husumete varabilen ayrılıkların odağı hâline gelmiştir. Ayrıca dini istismar ederek, yapılmak istenen yeniliklere ve gelişmelere taassup içerisinde karşı koymuşlardır. Devlet içerisinde siyasi bir güç haline geldiklerinden kendilerine karşı olanları daima sindirmişlerdir. Bu duruma Osmanlı Devleti’nde ilk ciddi müdahale II. Mahmut Dönemi’nde olmuş, II. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken yeniçerilerin bağlı olduğu Bektaşi tarikatını da kapatmıştır. Ancak tarikatların ve onların liderleri olan tarikat şeyhlerinin etkileri bir türlü kırılamamıştır. Osmanlı Devleti’nin merkezileşme ve yeniden yapılanma çabalarına karşı isyanların öncüleri olmuşlar, çıkarlarının tehlikeye düştüğünü gördüklerinde de toplum düzenini bozmaktan geri kalmamışlardır. Her bakımdan medeni bir toplum oluşturmayı amaçlayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, önündeki bu engelleri mutlaka kaldırmalıydı. Bu durumu iyi görebilen Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu gezisi sırasında tekke ve zaviyelerle ilgili yapmış olduğu konuşmasında haklı tespitlerde bulunarak tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir. 30 Kasım 1925’te çıkarılan bir kanunla “Tekke, Zaviye ve Türbelerin” kapatılması ile bir takım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Aynı kanunla bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber vermek amacıyla muskacılık gibi unvan ve sıfatların kullanılması ve bunlarla ilgili kıyafetlerin giyilmesi yasaklanmıştır. Böylece sosyal alanda çok önemli bir inkılap daha gerçekleştirilmiş oldu. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasının Takriri Sükûn kanununun geçerli olduğu bir devreye rastlaması bu konudaki olumsuz tepkileri bertaraf etmiş, kanunun şapka kanununun akabinde çıkarılması, onun arka planında kalmasına ve ikisine gösterilen tepkinin birleştirilmesine veya şapka yoluyla ifade edilmesine yol açmıştır. Yönetimin aldığı tedbirler sonucu bu konu uzunca bir süre gündeme gelmemiş ancak gerek tek parti döneminin sonlarına doğru laiklik anlayışının yumuşaması, gerekse çok partili hayata geçiş sırasında gizli bir potansiyel olarak halk arasında bu kurumlara duyulan sempatinin siyasal bir avantaja dönüştürülmesi isteği, mevcut kanunun ilk maddesine yapılan bir ek ile “Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla, büyük sanat değeri bulunanların Milli Eğitim Bakanlığınca umuma açılabileceği” kararının alınmasında etkili olmuştur. Önemi: *Türk halkının bilime, akılcılığa ve laik düşünceye yönelmesi açısından önemli bir adım atıldı. 4 *Birlik beraberliğin sağlanması yönünde önemli bir adım atıldı. *Türkiye’nin falcılar, şeyhler, dervişler ve büyücüler ülkesi olamayacağı ispatlandı. Açıklamalar: *Aynı gün şeyh, derviş, mürit gibi unvanların kullanılması ve kurumlarla ilgili elbiselerin giyilmesi ve muskacılık yasaklandı. *Türbeler kapatılırken Yavuz ve Fatih gibi Türk büyüklerinin türbelerinin kapatılmaması; Türk İnkılabının tarihi kökleri koparmaya yönelik olmadığını gösterdi. SOYADI KANUNU’NUN KABULÜ Soyadı Kanununun Kabulü (21 Haziran 1934): Toplumsal kargaşayı önlemek, Çağdaşlaşmak, Halkçılık ilkesini uygulamak, Toplumsal eşitliği sağlamak. Sosyal hayatı düzenlemeye yönelik inkılaplardan birisi de Soyadı Kanunu’nun kabulü ve eski unvanların kaldırılmasıdır. 21 Haziran 1934 yılında çıkarılan soyadı kanunuyla okul, askerlik, tapu, miras işlerinde ortaya çıkan güçlükler ve karışıklıklar önlenmiştir. Osmanlı Dönemi’nde Türk aileleri için soyadı taşıması mecburiyeti yoktu. Genellikle insanlar isimlerinin sonuna baba isimlerini eklerler veya doğum yerleriyle isimlerini birlikte kullanırlardı. Bazen de doğum tarihlerini de ekledikleri olurdu. Örneğin; Yunus İbrahim, Celal Nuri, Ahmet Hamdi veya Ahmet‐Erzurum, Temel‐Trabzon gibi. Bununla birlikte kişilerin fiziki eksiklikleri veya belirli özellikleri de kişileri tanıtmakta kullanılırdı. Sarı Hikmet, Kara Vasıf, Topal Osman, Kel Ali, Sağır Mehmet şeklinde lakaplarla çağrılırlardı. Şahısları tanıtmakta bir başka yol da, o kişilerin isimlerinin mensup oldukları meslek, sülale veya etnik kökenleri ile birlikte söylenmesidir. Berber İsmail, Kasap Mahmut, Karabaşların Süleyman, Kilimcilerden Hasan veya Arnavut Bekir, Çerkez Hamdi, Lazoğlu Murat gibi. Ancak bütün bunların hiç birisi soyadı yerini tutmuyordu. Özellikle nüfusun hızla artması, askerlik, tapu, miras, adalet, eğitim, ticaret gibi devlet hizmetlerindeki yoğunluğu beraberinde getirmişti. Bu durum toplumda aynı adı taşıyan insanların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinde çeşitli problemlerin ve karışıklıkların çıkmasına sebep oluyordu Çünkü aynı memlekette aynı adla pek çok insan olacağı gibi, benzer lakap, unvan ve fiziki özelliklere sahip insanlara da rastlamak mümkündü. Bu durumda kimliklerin birbirleriyle karışması kaçınılmazdı. Oysa medeni toplumlarda soyadı kullanılıyordu. Bu sayede toplumdaki karışıklıklar önlenirken, diğer taraftan ailelerde çok eski zamanlara dayanan aile köklerine ulaşabiliyorlardı. Dolayısıyla çağdaş bir toplum olmayı amaçlayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çeşitli problemlere yol açan bu konudaki eski uygulamaları devam ettiremezdi. Bu amaçla 21 Haziran 1934’de çıkarılan “Soyadı Kanunu” ile her Türk vatandaşının öz adından başka bir soyadı taşıması mecburi hâle getirilmiştir. Bunun nasıl kullanılacağı ise kanunun ikinci maddesinde belirtilmiş, buna göre söyleyişte yazışta, imzada öz ad önde, soyadı sonda kullanılacaktır. Yine bu kanuna göre alınacak soyadının Türkçe olması, “rütbe, memuriyet, yabancı ırk ve millet adlarıyla, ahlaka aykırı ve gülünç olan sözcükler” in kullanılmaması istenmiştir. Bu kanunla toplumda kişileri tanımak ve bulmak konusundaki karışıklıklara son verilmiş oluyordu. Kanuna göre iki yıl içinde herkes mutlaka bir soyadı alacak, almayanlara ise devlet mecburen bir soyadı verecekti. Ancak bütün çabalara rağmen yine eski alışkanlıklardan ve toplum yapısından dolayı, eski toplum yapısını yansıtan isimlerin soyadı olarak alındığı görülmekteydi. Bu 5 sebeple 1934 tarihinde çıkarılan diğer bir kanunla; “ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, paşa, hanım, hanımefendi” gibi toplumsal ayrıcalık ifade eden unvanların kullanılması yasaklandı Böylece Türk toplumsal hayatından lakaplar atılıp, çağdaş bir uygulamaya geçilirken, halkçılık ilkesinin de gerçekleşmesinde önemli bir adım daha atılmış oluyordu. O günlerde Mustafa Kemal Paşa’ya bir soyadı bulmak için Gazi’nin yakın arkadaşları ve Cumhuriyet Halk Partisi meclis grubu üyeleri dil ve tarih uzmanlarıyla çeşitli toplantılar yapmışlardı. Soyadı listesinde birçok isim teklif edilmiş, fakat bir türlü karara varılamamıştı. Ancak Konya Milletvekili Naim Hazım’ın (Onat) teklif ettiği Atatürk soyadı çoğunluk tarafından beğenilmiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın da onayıyla 24 Kasım 1934’de 2258 sayılı kanunla TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Atatürk soyadını vermiş ve bu soyadının başkaları tarafından alınmasını ve kullanılmasını da yasaklamıştır. Sebepleri: *Medeni Kanunun uygulanmasından doğan aksaklıkları gidermek. *Toplumda ayrılık ifade eden lakapları kaldırarak birliği güçlendirmek. *Eşitlik ilkesini güçlendirmek. Açıklamalar: *Aynı gün ağa, hoca, molla, paşa ve bey gibi unvanların kullanımı yasaklandı. *Osmanlı’dan kalan madalyaların taşınması yasaklandı. *Meclis Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını verdi ve bu soyadı başkalarının kullanmasını yasakladı. MİLLETLERARASI TAKVİM, SAAT VE ÖLÇÜ SİSTEMLERİNDEKİ YENİ DÜZENLEMELER Miladi Takvimin Kabulü (26 Aralık 1925): Genç Türkiye Cumhuriyeti her alanda medeni bir toplum ve uluslararası sistemin bir parçası olmak amacındaydı. Bunun içindir ki Türk toplumundaki farklı uygulamaları ortadan kaldırmak ve uluslararası toplumla daha iyi ilişkiler kurmaya yönelik yeniliklerle toplumsal yapı kökten değiştirilmiştir. Yasal düzenlemeler şeklinde yapılan bu yeniliklerin arasında uluslararası takvim, saat, rakam, ölçü, tartı ve hafta sonu tatilinin kabulü ile Türk toplum yapısındaki ikiliğe son verilirken, medeni dünya ile de bütünleşmeye çalışılmıştır. Çünkü Türk toplumunda kullanılan takvim, saat, rakam ve ölçülerin batı ülkelerininkinden farklı olması çeşitli zorluklar doğurmakta ekonomik ve ticari ilişkilerimizi olumsuz şekilde etkilemekteydi. Bu alanda yapılan ilk değişiklik Osmanlı Devleti’nde de kullanılmakta olan Hicri ve Rumi takvimlerin yerine 26 Aralık 1925’te çıkarılan bir kanunla milletler arası takvim olan Miladi Takvimin kabul edilmesiydi. Miladi Takvim, 1 Ocak 1926’dan itibaren de kullanılmaya başlandı. Ayrıca aynı kanunla “alaturka” denilen ve yaz kış güneşin batışını saat 12 olarak kabul eden saat sistemi yerine günün 24 saate taksimini esas alan düzenlemeye gidilmiştir. •Hicri Takvim: Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği 622 yılı başlangıç olarak kabul edilmiş ve yıl olarak da ay yılı kullanılmıştır. Ayların isimleri Arapça olup bir yıl 354 gün olarak kabul edilmiştir. Bu takvim Hz. Ömer devrinden itibaren İslam dünyasında kullanılmaya başlanmıştır. 6 •Rumi Takvim: Osmanlı Devletinde I. Mahmut Dönemi’nde düşünülüp Hicri 1205‐Miladi 1790 yılından itibaren seneyi maliye adıyla mali işlerde, hicret tarihinden başlayan fakat güneş yılı esasına dayanan Rumi Takvim adıyla yeni bir takvim kullanılmıştır. Rumi takvim ile Miladi takvim arasında 584 yıllık bir zaman farkı vardır. Rumi takvimde birinci ay mart ayı olduğundan yılbaşı da mart ayı kabul edilmişti. Bu durum yılbaşını ocak ayı olarak kabul eden Batı ülkeleriyle problemlere yol açtığından, Osmanlı Hükümeti 1334 (1918) tarihinden itibaren çıkardığı bir genelge ile ocak başlangıcını yılbaşı olarak kabul etmiştir. Daha ziyade resmî işlerde kullanılırdı. 20 Mayıs 1928’de ise Arap rakamları terk edilerek, bugün kullandığımız milletlerarası rakamlar kabul edilmiştir. 26 Mart 1931’de çıkarılan bir kanunla da eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri arşın, endaze, okka, dirhem, çeki, kile gibi hem belirli olmayan hem de bölgelere göre değişen eski ağırlık ve uzunluk ölçü birimleri kaldırılarak, yerine bütün dünyanın yaygın olarak kullandığı metre ve kilogram gibi uluslararası ölçü ve tartılar getirilmiştir. Gerçekleştirilen bu düzenlemelerle hem ülke içerisinde hem de uluslararası siyasi, sosyal, ekonomik ve ticari münasebetlerde önemli kolaylıklar ve katkılar sağlanmıştır. Bu alanda yapılan bir diğer önemli yenilik ise hafta tatilinin cuma gününden pazar gününe alınması olmuştur. Batı dünyası ile olan siyasal, ekonomik ve ticari ilişkilerimizdeki kopukluğu gidermek ve daha verimli hale getirmek amacıyla 1 Haziran 1935’te çıkarılan kanun ile hafta tatili cumadan pazara alınmıştır. Böylece Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde engel teşkil eden bir durum daha ortadan kaldırılmıştır. 10 Ocak 1945’te bazı ay adları değiştirilmiştir. Buna göre Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunuevvel, Kanunusani isimleri Ekim, Kasım, Aralık, Ocak şeklinde değiştirilmiştir. Sebepleri: *Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkileri kolaylaştırmak Açıklama: *Aynı gün Avrupa’nın saat ölçüsü de ölçü alındı. *1931’de Avrupaî tarz ağırlık ve uzunluk ölçüleri de kabul edildi. *1935’de haftalık tatil Cumadan Pazara alındı. *1928’de uluslararası rakamlar kabul edildi. *Uzunluk ve ağırlık alanındaki değişiklikler ve hafta tatilinin değiştirilmesi Avrupa ile ticari İlişkileri kolaylaştırmaya yöneliktir. MİLLÎ BAYRAM OLGUSU VE TATİL GÜNLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ Bütün toplumlar geçmişte yaşadığı önemli olayları gelecek nesillere aktarmak için bu günleri özel günler olarak ilan edip, bayram olarak kutlar ve genç nesillere unutturmamaya çalışırlar. Çünkü bu bayram günleri o toplumu millet yapan, onları birbirleriyle kaynaştıran önemli günlerdir. Örneğin; 23 Nisan 1920 TBMM’nin açılış günü, 23 Nisan 1921’de TBMM’ye verilen bir önerge ile Türk milletinin bağımsızlığını elde ettiği, millî egemenliğinin ilan ve kabul edildiği tarih olarak “resmî bayram” kabul edilmiştir. Daha sonra Millî Mücadele içerisindeki önemli olayların yaşandığı günlerin birer millî bayram olarak kabul edip kutlanılması için kanunlar çıkarılmıştır. Bu amaçla TBMM’nin 27 Mayıs 1935 tarihli oturumunda bir önceki konumuzda açıkladığımız üzere hafta sonu tatilinin cuma 7 gününden, pazar gününe alınması konusu da dâhil olmak üzere aynı kanun çerçevesi içerisinde millî ve dinî bayram günü tatilleri belirlenmiştir. •23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı: Bu bayram; TBMM'nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Millî Bayramı ve 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935'te 23 Nisan Millî Bayramı'yla birleştirilen Hâkimiyet‐i Milliye Bayramı ile Himaye‐i Etfal Cemiyeti’nin 1927'de ilan ettiği ve ilki Atatürk’ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın kendiliğinden birleşmesiyle oluştu. Hakimiyet‐i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM’nin açılışının egemenliği padişahtan alıp halka vermesini kutlamak amacını taşırken, Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocuklarını bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı. Günümüzde bayrama diğer ülkelerden çocuklar katılmakta, çeşitli gösteriler hazırlanmakta, okullarda törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir Ayrıca 1933’te Atatürk’le başlayan çocukları makama kabul etme geleneği günümüzde çocukların kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmesi şeklinde devam etmektedir. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO’nun 1979’u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır. SAĞLIK HİZMETLERİ ALANINDA YAPILAN YENİLİKLER Sağlık hizmetleri bir kamu hizmeti olarak öteden beri Türklerde devletin vazife ve görevleri arasında önemli bir yere sahipti. Birçok hastane ve tabip yetiştiren okullar açmışlar, hastalıklarla mücadele etmeye gayret sarf etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu yıllarda bu çabalar devam etmiştir. Ancak XX. yüzyılda Osmanlı Dönemi’nde nüfusun hızla artması, uzun süren savaşlar, göçler, insanların yeterince beslenememesi ve bulaşıcı hastalıkların artması bu hizmetlerin yeterince yerine getirilemediğini göstermekteydi. Ülkede daha çok veba, kolera, çiçek hastalıkları gibi hastalıkların önlenmesi için aşı ve karantina tedbirleri uygulanmakta, tedavi cihetine pek gidilmemekteydi. Zira ülkede tedavi imkânları kısıtlı, hekim sayısı az, hastaneler ve hastanelerdeki yatak sayısı yetersizdi ve yeterince ilaç yoktu. Bu alandaki hizmetlerin yetersizliği Yeni Türk Devleti’nin derhal acil tedbirler almasını zorunlu kılıyordu. Bu amaçla 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasından sonra kurulan ilk hükümette sağlık hizmetleri ilk defa bağımsız bir bakanlık bünyesinde toplandı. 2 Mayıs 1920 tarihli kanunla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kuruldu. Öncelikle bir sağlık politikası belirleyen Yeni Türk Devleti, bu kapsamda acil olarak savaş sırasında ortaya çıkan kimsesiz ve yetim çocukların kötü durumlara düşmelerini önlemek için 1921 yılında Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunu (Himayei Etfal) kurdu. 1923 yılında çıkarılan bir kanunla hekimlere mecburi hizmet getirildi ve sağlık hizmetleri devlet eliyle yürütülmeye çalışıldı. 1925 tarihinde ise hazırlamış olduğu yeni sağlık programıyla sorunların üzerine daha dikkatli olarak eğilmeye çalıştı. Bu kapsamda sağlık teşkilatı genişletilerek, sağlık elamanları yetiştirmek, yeni hastaneler, doğum ve çocuk bakım evleri açmak, önemli bulaşıcı hastalıklarla (sıtma, verem, çiçek, trahom, frengi, kolera, kuduz vb. ) mücadele etmek gibi önemli hayati konular ele alınmıştır. 1930 yılında çıkarılan Belediye ve Umumi Hıfzıssıhha Kanunları ile koruyucu sağlık hizmetleriyle ilgili önemli düzenlemeler yapıldı. Bulaşıcı hastalıkların devlete bildirilmesi mecburiyeti getirildi ve bu gibi hastalıkların tedavisinin bedava yapılması için karar alındı. Ayrıca halkın sağlık yönünden eğitilmesi için halk eğitim çalışmalarına önem verildi. Doktor, eczacı, sağlık memuru, ebe ve hemşirelerin yetişmesi için Cumhuriyetin ilanından sonra çeşitli okullar açılmış, hastanelerin ve yatak sayılarının artırılmasına önem verilmiştir. Atatürk her yıl TBMM’yi açış konuşmalarında sağlık sorunlarına önem ve ciddiyetle eğilerek, hükümetlere konu ile ilgili yol gösterici direktifler vermiştir. 8 KADIN HAKLARI KONUSUNDAKİ GELİŞMELER Kadınlara Siyasal Hakların Verilmesi (1930‐1934) Toplumsal alanda yapılan en önemli yeniliklerden birisi de kadının toplumda hak ettiği yeri almasıdır. Osmanlı Devleti zamanında kadınlar kamu hizmetine hiç katılmıyorlardı. Devlet hizmetine alınmazlardı. Siyasî hakları yoktu. Özel hukuk alanında ise tam bir kadın‐erkek eşitsizliği hâkimdi. Kadınlar çalışma, eş seçme, boşanma, velâyet haklarından mahrumdular. Erkekler dört kadınla evlenebiliyor, cariye tutabiliyor, eşlerini diledikleri zaman tek bir sözcükle boşayabiliyorlardı. Boşama yetkisi sadece kocalara verilmişti. Kadınlar mirasta erkeklere düşenin yarısı kadar pay alabilirlerdi. Mahkemelerde bazı konularda (ceza hukuku alanında) kadınların şahitliği kabul edilmez, şahitlik edebildikleri alanlarda ise iki kadın tanık, bir erkek tanığın yerini tutabilirdi. Kadın ekonomik ve toplumsal hayattan dışlanmıştı. Bazı dönemlerde sokağa çıkmaları, dükkânlara girmeleri kurallara bağlanmış, kocalarıyla da olsa, erkeklerle aynı arabaya binmeleri bile yasaklanmıştı. Kadınlar tıp, hukuk eğitimi yapamazdı. İkinci Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki Yönetimi kadınlara Gülhane Parkı’na giriş izni vermiş, tiyatroya gitmelerini teşvik etmiştir. Kadınlar, çıkardıkları dergi ve gazetelerle içinde tutuldukları baskı ortamını şiddetle protesto ettikleri hâlde toplumda istedikleri yeri alamamışlardır. Osmanlı toplumunda kadına verilen değerin sınırlı olduğunu ve Türk kadınının toplumda daha fazla yer alması gerektiğini düşünen Atatürk, Türk milletinin bütün fertlerinin, kadın‐erkek ayrımı yapmadan çağdaşlaşması ve kalkınması gereğine inanıyordu. Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak ve ülkeyi kalkındırmak isterken kadınların bunun dışında tutulmasının mümkün olamayacağını belirterek, 21 Mart 1923 tarihinde yapmış olduğu bir konuşmada kadınlara mutlaka birtakım hakların verilmesi gereği üzerinde durmuştur. Bu bağlamda yaptığı konuşmasında “Bir Millet kadın ve erkekten meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?” diyerek konunun önemini dile getirmiş ve düşüncelerini açıklamıştır. Özellikle Osmanlı toplum hayatında hak ettiği yeri alamayan Türk kadını, Millî Mücadele yıllarında nasıl bir karaktere sahip olduğunu dost düşman bütün dünyaya göstermiştir. Vatanı kurtarmak için erkeğinin yanında yer alan, sırtında çocuğu ile cepheye koşan Türk kadını, yapmış olduğu fedakârlık ve çektiği sıkıntılarla Millî Mücadele’nin kazanılmasında çok önemli roller üstlenmiştir. Onun bir an evvel toplum hayatında hak ettiği yeri alabilmesi için acilen birtakım kanuni düzenlemelerin yapılmasına ihtiyaç vardı. Türk kadını 17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu’nun uygulamaya konulmasından sonra kademeli olarak hak ettiği medeni, siyasi ve sosyal haklarına kavuşmaya başlamıştır. Özellikle kadın erkek eşitliği sağlandıktan sonra toplumun her alanında kadınları görmek mümkün olmuştur. 3 Nisan 1930 tarihinde çıkarılan Belediye Kanunu ile Belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkını elde ederken, 26 Ekim 1933’te de Muhtarlık seçimleri için aynı hakları elde etmişlerdir. Son olarak 5 Aralık 1934’te yapılan anayasa değişikliği ile de milletvekili seçme ve seçilme hakkına kavuşmuşlardır. Türk kadını bu kazanımlarını birçok Avrupa ülkesindeki kadınlardan daha önce elde etmiş ve kullanmaya başlamıştır. Cumhuriyet Dönemi’nde gerçekleşen bu düzenlemelerle Türk kadını toplumda layık olduğu yeri almış, günümüz Türkiye’sinde de bu haklarını daha da genişletme imkânı bulmuştur. En son 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren yeni Türk Medeni Kanunu ile kadın erkek eşitliğini zedeleyen bazı hükümler, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar da göz önüne alınarak yeniden düzenlenmiştir. 9 ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ – II Öğr. Gör. Nurgül GENECİ Öğr. Gör. Burcu PINAR 6.HAFTANIN KONU BAŞLIKLARI EKONOMİ ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR 1‐ Osmanlı Devletinden Devralınan Ekonomik Yapı 2‐ Mustafa Kemal Atatürk’ün Ekonomi Hakkındaki Düşünceleri 3‐ Cumhuriyet Döneminde Ekonomi Alanında Yapılan Yenilikler 4‐ İzmir İktisat Kongresi 17‐Şubat‐1923 5‐ Tarım Alanına Yapılan Yenilikler 6‐ Ticaret Alanında Yapılan Yenilikler 7‐ Sanayi Ve Madencilik Alanında Yapılan Yenilikler 8‐ Planlı Ekonomiye Geçiş 9‐ Bayındırlık Ve Ulaşım Alanında Yapılan Yenilikler 10‐Sağlık Alanında Yapılan Yenilikler EKONOMİ ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR Türk Milli Mücadelesi maddi imkansızlıklar içinde kazanılmış bir zaferdir. Türkiye'nin hür ve bağımsız yaşayabilmesi ve güçlü bir devlet olabilmesi için ekonomik kalkınmasını sağlaması gerekmektedir. Ekonominin zaten az olan bütün kaynakları savaşların etkisiyle tamamen tükenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk; bütün dünyada olduğu gibi memleketimizde de en başta bulunan önemli işimiz ekonomidir. diyerek ekonomik alanda da yenileşmenin zaruri olduğunu belirtmiştir. Ekonomi alanında yapılan yenilikleri tam olarak anlayabilmek için Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine kalan ekonomik mirası ana hatları ile kısaca bir özetleyelim. 1‐Osmanlı Devletinde Ekonomik Yapı Osmanlı Devleti kurulduğu andan itibaren tarım, hayvancılık ve ticaret devleti olmuştur. Tarımda uygulanan Tımar Sistemi hem ekonomik, hem de askeri yapının bel kemiğini oluşturmak da idi. Böylece tarımda, üretimde devamlılık sağlanırken, Osmanlı maliyesine yük olmadan Osmanlı askeri sisteminin temeli sayılabilecek olan Tımarlı Sipahiler yetişiyordu. Klasik dönem olarak tabir ettiğimiz Osmanlı Devletinin Kuruluş ve Yükselme dönemlerinde Osmanlı ekonomisinde iki hedef gözetilmiştir. Birincisi, Toplumsal refahı sağlamak, ikincisi ise, Devlet ihtiyaçlarının sağlanması için vergilerin düzenli olarak toplamaktı İkta( Toprak Sistemi/ Tımar Sistemi) ve Vakıf sistemi toplum arasında düzenli bir teşkilatlanmaya neden olurken Osmanlı Devletinin ekonomik hayatında da önemli rol oynamıştır. Yani Osmanlı Devleti; tımar, lonca, ihtisap, vakıf, cizye, zekât, humus, haraç vb… uygulamaları kendisinden önceki Türk ve Müslüman devletlerinden miras olarak almıştır. . Osmanlı Devletinin ekonomi anlayışı özellikle Kuruluş ve Yükseliş döneminde ahilik geleneklerine göre biçimlenmiştir. Bu dönemde Osmanlı ekonomisi Toprak, hayvancılık ve ganimet üzerine kurulmuştu. Sınırların genişlemesi ile Fatih Sultan döneminde İpek ve Yavuz Sultan Selim döneminde ise baharat yolları kontrol altına alınmıştı. Bu da Osmanlının ekonomi anlayışında bazı değişikliklere gitmesine neden olmuştu. Coğrafi keşiflerle ticaret yollarının değişmesi Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu durum 1580 ler de kendisini göstermeye ve Osmanlı ekonomisinde enflasyon arkasından da devalüasyon olaylarının görülmeye başlanmasına sebep olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde verilmeye başlanan Kapitülasyonlar sonraki yıllarda diğer bazı Avrupa ülkelerine de verilmesi Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkileyen bir diğer unsurdur. 1580’de ilk büyük devalüasyonun ardından Osmanlı parası büyük bir değer kaybına uğradı ve ilk para ayarlaması yapıldı. Bu durum 1660’lara kadar aralıklarla sürmüştür. Osmanlı Devleti'nde paranın değer kaybetmesinde iç ve dış nedenler etkili olmuştur: Dış nedenler: *Avrupalılar tarafından sömürgelerden elde edilen altın ve gümüşünün Avrupa'ya akması,(Coğrafi Keşiflerin Sonuçları) *Ticaret yollarının değişmesi, İpek ve Baharat Yollarının önemini kaybetmesi, *Fetihlerin durması ve savaşlarda elde edilen ganimetin kesilmesi, *Savaşlarda yenilgiler ve ödenen savaş tazminatları, İç nedenler: *Hızlı nüfus artışı, *Askeri, mali ve idari düzeninin temelini oluşturan Tımar sisteminin XVI. Yüzyılın sonlarına doğru çeşitli sebeplerle bozulmaya başlaması, tımar sisteminin bozulması olayı taşrada isyanlara neden olmuştur. Ayrıca tarımsal faaliyetler azalmış, tarımda süreklilik durmuş ve köylü toprağını terk etmeye başlamıştır. *Nüfuzlu kişilerin kanunlara aykırı olarak tımar ve zeametleri kendi çevrelerine vermeleri, *Devletin gelirlerini merkezde toplamak amacıyla tımarları yüksek bedeller karşılığında iltizama vermesi tımar sisteminin çözülüşünü hızlandırmıştır. Kapitülasyonlar Klasik dönem olarak tabir ettiğimiz Osmanlı Devletinin Yükselme döneminde iç üretimde olumsuz bir etki yapmamıştır. Osmanlı Devleti, yükselme devrinde çok iyi işleyen bir maliye sistemine sahipti. 16 y.y.da da ekonomik yönden Osmanlı Devleti güçlüdür. Yabancı Devletlere verilen kapitülasyonlara rağmen yerli üretim uzun süre başarıyla rekabet etmiştir. Kapitülasyonların yıkıcı etkisi ancak Sanayi İnkılabı sonrası etkisini göstermiştir. 19 YY da İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, yani fabrikalaşma ve makineleşme hızla Avrupa da üretimi artırmış, aynı zaman da Avrupalı Devletlerin hammadde ve pazar ihtiyacını da değiştirmiştir. Böylece 19. YY’da Avrupalı devletler “ Sömürgecilik” faaliyetlerini sanayi inkılabını gerçekleştiremeyen ülkelere karşı başlatmışlardır. I.Dünya Savaşının da sebepleri arasında göstereceğimiz Sanayi inkılabını Osmanlı Devleti de gerçekleştiremeyeceği için bir süre sonra Avrupalı Devletlerin acık pazarı haline gelmiştir. Osmanlı Devleti ticarette tekel usulü ile bazı malların ihracatını yasaklamış, bu uygulamanın dışında kalan malların ticaretini serbest bırakmıştır. Osmanlı Devletinin Avrupa ile ticarete girmesi 1838 tarihli İngiltere ile imzalanan “Balta Limanı Ticaret Sözleşmesi” sonrası başlamıştır. Antlaşmanın en önemli özelliği tekel usulünü kaldırması ve gümrük vergilerini düşürmesi idi. Böylece ticaret merkezi otoritenin denetiminden çıkmış, bütün yabancı tüccarlar Osmanlı Devletinde serbestçe ticaret yapa bilme imkanı bulmuştur. Böylece kapitülasyonlar Osmanlı ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisini iyice hissettirmeye başlamıştı. XIX. Yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı toprakları Batılı sömürgeci devletler için hem önemli bir pazar hem de hammaddelerini temin edebilecekleri bir yer olmuştur. Bu bağlamda 1838’de İngiltere ile yapılan Balta Limanı Ticaret Antlaşması Osmanlı ekonomisinde önemli değişmelere neden olmuştur. Balta Limanı sözleşmesi ile İngilizlere tanınan özel ayrıcalıklar, zamanla Osmanlı ekonomisini tamamen çökertti. Yerli esnaf çöktü. 1838‐1841 yıllarında buna benzer antlaşmalar Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve Portekiz'le de imzalandı. Bu antlaşmalar kapitülasyon sistemini sağlamlaştırdı, Osmanlı sanayine büyük bir darbe vurdu. Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer devletlere borçlanmasına yol açtı ve mali çöküntüsünü hızlandırdı. Osmanlı Devleti 19. YY ‘da giderek artan bütçe açıklarını kapamak için önce ek vergiler çıkardı. Bu yeterli olmayınca KAİME adı verilen hazine tahvillerini çıkarmasına rağmen istenilen sonuç alınmayınca bu defa dış borç ile açıklık kapatılmaya çalışıldı. Osmanlılarda ilk Dış borç 1854 yılında Kırım Savası sırasında İngiliz ve Fransız sarraflarından alındı. 1875’te borç ödemeleri durduruldu ve “moratoryum” ilan edildi. 1881'de yayınlanan ve adına Muharrem Kararnamesi denilen bir kararnameyle iç ve dış borçlarının ödenmesini Dûyûn‐I Umumiye (Genel Borçlar) denilen üyeleri alacaklı ülkeler tarafından seçilen bir komisyona bıraktı. Osmanlı Devleti borçlarına karşılık tuz, tütün, ipek ve damga vergilerine el konuldu. Kısaca Osmanlı Devletinin ekonomik olarak gerilemesinin sebeplerini maddeleyecek olursak; a. Başlangıçta Fransa’ya daha sonra diğer Avrupa devletlerine verilen kapitülasyon denilen ticari imtiyazların Osmanlı Devleti aleyhinde gelişme göstermesi. b. Batıdaki sanayii inkılabının Osmanlı Devleti’nde gerçekleştirilememesi, sanayii ürünlerinin yerli Osmanlı el sanatlarını eritmesi c. Kaybedilen savaşlar sonucunda ödenmek zorunda kalınan tazminatlar ve artan askeri giderler d. Dışarıdan alınan dış borçların ödenememesi sonucunda kurulan Düyunu Umumiye Teşkilatı e. Artan rüşvet ve iltimas olayları f. Ekonomiyi yönlendirecek insan unsurunun yetiştirilmemesi g. Sömürgecilik hareketinin sonucunda İspanyolların güney Amerika’dan getirdikleri altınlar yüzünden Avrupa’yı sarsan enflasyonun Osmanlı devletini de etkilemesi h Tımar sisteminin bozulması yüzünden tarım faaliyetlerinin aksaması ve devletin vergi kaybına uğraması i. Coğrafi keşifler sonucu dünya ticaret yollarının değişmesi ve Osmanlı Devleti’nin daha önce elinde tuttuğu ticari avantajları kaybetmesi. Böylece 20.yy’lın başlarına gelindiğinde diğer alanlardaki çöküşe paralel olarak ekonomik alanda da hızlı bir çöküş yaşanmıştır. Bu olumsuzluklara birde 1911 Trablusgarp savaşı, 1912 ve 1913’de Balkan Savaşları, akabinde 1914‐1918 I.Dünya Savaşı eklendiğinde Milli Mücadele Dönemine girildiğinde halkın ve ekonominin elinde bir şey kalmamıştı. Tüm bu zorluklara rağmen Türk Milleti Tekalif‐i Milliye Emirleri ile varını yoğunu bu mücadelenin başarısı için seve seve vermişti. 2‐Mustafa Kemal Atatürk’ün Ekonomi Hakkındaki Düşünceleri: Mustafa Kemal Atatürk’e göre “Ekonomi demek, her şey demektir. Yaşamak için, mutlu olmak için, insan varlığı için ne gerekli ise onların hepsi demektir. Tarım demektir, ticaret demektir, çalışma demektir, her şey demektir.” ( 1923 Atatürk’ün S.D.II, s. 110‐111) Atatürk yeni açılan dönemde Türkiye Cumhuriyetinin muasır medeniyetler seviyesine çıkabilmesi için, İktisadi bir devlet olmaya çalışacağını ve yeni devletin temellerinin süngünün dahi dayandığı iktisatla kurulacağını özenle belirtir. “Ordumuzun kazandığı zaferler ne kadar büyük olursa olsun, bunlar iktisadi zaferlerle tamamlanmadıkça eksik kalırlar” diyen Atatürk, toplumu iktisadi zaferler kazanmaya doğru yüreklendirmiştir. Yine bir konuşmasında Atatürk, ekonomi (iktisat) faaliyetlerinin bir devlet için ne kadar önemli olduğunu şu cümleleri ile dile getirmiştir: “Ekonomi her şeydir; milletlerin, devletlerin yükseliş ve çöküş nedenleri iyice araştırılacak olursa, bunun en başta ekonomik nedenlere dayandığı görülür. Asrımız ekonomi (iktisat) asrıdır. Bu çağda ekonomiye gereken önemi mutlaka vermeliyiz. Kalkınmamızın, ilerlememizin temel şartı budur, iktisadi hayatı canlandırmaktır. Türkiye Cumhuriyeti iktisadi alanda inkılaplar yaparak, • Ekonomik bağımsızlığın sağlanması, • Ülkenin temel ihtiyaçlarını öz kaynaklardan karşılayarak kendi kendine yeter duruma getirilmesi, • Özel sektörün desteklenerek ülke ekonomisini kalkındırması, • Sanayinin kurulması • Tarımsal faaliyetlerin korunması ve desteklenmesi, • Yabancıların elindeki kurum ve kuruluşların ulusallaştırılması gibi hedeflere ulaşmayı amaçlamıştır. 3‐Cumhuriyet Döneminde Ekonomi Alanında Yapılan Yenilikler Ekonomi (İktisat) : İnsanların üretim, pazarlama ve tüketim alanında yaptıkları faaliyetlerin tümüdür. Cumhuriyet döneminde ekonominin düzeltilmesi, askeri zafer kadar önemliydi. Çünkü Atatürk’ün belirttiği gibi, siyasi bağımsızlık, ekonomik bağımsızlıkla tamamlanması gereken bir süreçti. Ancak bu süreç tamamlanamaz ise askeri başarıların bir anlamı kalmamakta idi. Savaş kazanılmış, ancak pek çok alanda olduğu gibi ekonomik olarak da ülkede büyük olumsuzluklar mevcuttu. Bu olumsuzluklar kısaca şu şekilde maddeleyebilir; *Eldeki kaynaklar savaşlarda eriyip gitmişti, ülke sermayeden mahrumdu. *Lozan Antlaşması öncesinde Kapitülasyonlar nedeniyle ülke ticareti yabancıların eline geçmişti ve varolan nüfusun hemen tamamı okuma yazma bilmiyordu. *Ülke sanayi kaynakları yok denecek kadar azdı, *Tarımda ilkel yöntemler uygulanıyordu ve gübreleme, sulama, ilaçlama, tohum ıslah teknikleri yoktu. *Bankacılık, dış ticaret, demiryolları, yabancıların ellerinde idi. *Kapitülasyonlar kaldırılmış fakat ödemesi güç dış borçlar vardı. TBMM’ de 1 Mart 1922’de bazı ekonomik tedbirler alınarak yeni Türk Devleti’nin ekonomik hedefleri belirlemeye çalışılmıştır . Bunlar: 1‐ Devletin gelirleri ile giderleri arasında denge kurulacak 2‐ Kamuyu ilgilendiren işletmeler satın alınarak millileştirilecek 3‐Madenlerin işletmesini üslenecek özel teşebbüs kurulacak 4‐ Tarım ve sanayi modernize edilecektir. 4‐ İzmir İktisat Kongresi 17‐Şubat‐1923 Kongre 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında, Lozan görüşmelerinin kesildiği bir sırada toplanmıştır. İktisat Kongresi’nin İzmir’de toplanmasının amacı, İzmir’in büyük bir ticaret merkezi olmasının yanında Yunan ordusunun yakıp yıktığı İzmir’i gazetecilere, Anadolu insanına ve yabancılara göstermektir. Kongreye katılım mesleki temsil esası ile sağlanmış, farklı meslek gruplarından toplam 1135 delege katılmıştır. Başkanlığı Kazım Karabekir tarafından yürütülen kongrede ekonomik kalkınmanın kendi çabamızla gerçekleşmesi gerektiği öngörülmüş ve Misak‐ı İktisadi kabul edilmiştir. Bu kararda, Türk Milletinin Milli bağımsızlığından taviz vermeyeceği, iktisadi kalkınmanın Milli bağımsızlık doğrultusunda gerçekleştirileceği vurgulanmıştır. Böylece Milli Mücadele’nin başından beri takip edilen tam bağımsızlık anlayışına ekonomik bağımsızlık da dahil edilmiştir. İzmir İktisat Kongresinin en önemli kararlarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulması gerekmektedir. 2. El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir. 3. Devlet yavaş yavaş iktisadi görüşleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektörler tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır. 4. Özel teşebbüslere kredi sağlayacak bir Devlet Bankası kurulmalıdır. 5. Dış rekabete dayanabilmek için sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gerekir. 6. Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır. 7. Sanayinin teşviki ve milli bankaların kurulması sağlanmalıdır. 8. Demiryolu inşaat programına bağlanmalıdır. 9. İş erbabına amele değil, işçi denmelidir. 10. Sendika hakkı tanınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923‐1929 dönemi ekonomi politikasına damgasını vuran İzmir İktisat Kongresi'nin oy birliği ile alınmış kararlarından biri de 1925'te Aşar Vergisinin kaldırılmasıdır. İzmir İktisat Kongresinin Önemi, Kongre’nin toplandığı tarihlerde Lozan görüşmelerinin, kapitülasyonlar ve Misak‐ı Milli konularında çıkan anlaşmazlıklar dolayısıyla kesintiye uğrayacak olması, kongrenin önemini arttıran önemli bir noktaydı. Bu kongre aracılığıyla, İtilaf Devletleri’ne yeni devletin siyasi bağımsızlık kadar ekonomik bağımsızlığa da önem verdiği, kanunlara uymak şartıyla yabancı sermayeye müsaade edileceği ancak tam bağımsızlığın önündeki en büyük engellerden biri olan kapitülasyonlara asla izin verilmeyeceği mesajı verilmekteydi. Kongre sonunda alınan kararlar neticesinde, karma diyebileceğimiz bir ekonomik model benimsenmiştir. Bu modele göre, özel sektör teşvik edilecek, özel sektörün varlık göstermeyeceği alanlarda devletin ekonomik alandaki faaliyeti esas alınacaktır. Ayrıca özel sektörün gelişmesi için devlet desteği sağlanacaktır. Bu kongre ile Misak‐ı İktisadi kabul edilmiş, yerli üretimin teşvik edilmesi, lüks ithalatın kısılması, tekelciliğin önüne geçilmesi temel ilkeler olarak belirlenmiştir. İzmir İktisat Kongresi’nin amacı, yarı sömürge bir devlet yapısından, tam bağımsız bir yapıya geçişin sağlanması ve bunun kısa ömürlü olmaması için gerekli ilkelerin ortaya konulmasıdır. Bu amaca uygun bir şekilde, Kongre’de alınan kararlarının çoğunluğu, ilk dönem Cumhuriyet hükümetlerinin programlarında geniş bir şekilde yer almıştır. 1923 ‐ 1929 Yılları Arasındaki Ekonomik Gelişmeler * 26 Ağustos 1924'te Türkiye İş Bankası kuruldu. *17 Şubat 1925'te Aşar vergisi kaldırıldı. (Aşarın kaldırılması hem büyük toprak sahiplerini hem de küçük köylüleri ağır bir vergi yükünden kurtarmıştır.) * 19 Nisan 1925'te Türkiye Sanayi ve Maden Bankası kuruldu. * 1926 tarihinde TBMM tarafından Teşvik‐ Sanayi Kanunu kabul edildi. (Teşvik‐i Sanayi Kanunu, sanayi alanında teşvik yapılması, işletmelerin desteklenerek yerli ve milli üretime katkı sağlaması, istihdam oranının arttırılması, ekonomik gücün sağlanması adına kalkınma ve gelişme oluşturulması için çıkarılmıştır.) *1 Temmuz 1926'da, Kabotaj Kanunu yürürlüğe girdi. ( Bu yasa ile beraber Türkler kendi limanlarında, akarsularında, göllerde, Marmara Denizi ve boğazlarda tam bağımsızlığı kazanmış oldu.) * 1926 yılında İstatistik Genel Müdürlüğü kuruldu. *1928 yılında, İktisat Bakanlığı kuruldu. Osmanlı Devleti'nden kalma demiryolları yabancılardan satın alınarak yeni demiryolları yapıldı. 5‐Tarım Alanına Yapılan Yenilikler Yeni Türkiye Devletinin ekonomik gelişiminde köyün ve köylünün kalkınmasının önemli bir rolü vardı. Bu önemi iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1922 tarihli TBMM açılış konuşmasında “ Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üreticisi olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanmış olan köylüdür.” Açıklamasında bulunmuştur. Atatürk’ün tarım ve çiftçinin iyileştirilmesi amacıyla kabul ettiği esaslar şunlardır: *Köylüden ağır vergileri kaldırmak. *Köye para ve kredi sağlamak. *Köylünün ürününü geliştirme ve koruma. *Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltmek. *Toprağı olmayan çiftçilere toprak dağıtmak. Bu amaçları gerçekleştirmek için şu yenilikler yapılmıştır: *Aşar Vergisi Kaldırıldı. 17‐Şuba‐1925 de Osmanlı döneminde ürün üzerinden alınan Aşar Vergisi kaldırıldı. Köylü rahatladı. *Çağdaş anlamda tarım eğitimi için Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün yerinde Ankara Ziraat Yüksek Mektebi açılır. Kapatılmış olan uygulama okullarının yerine 1930 yılında İstanbul, Bursa, İzmir ve Adana’da birer orta ziraat okulu açılır. Ankara’da 1930 yılında kurulan Yüksek Ziraat Okulu, 16 Haziran 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüsüne dönüştürülür. Bu enstitü gerek kuruluşu ve gerekse akademik faaliyetiyle tam bir “Tarım Üniversitesidir”. 1933 yılında Türkiye tarımının geliştirilmesi için Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü faaliyete geçti, 1 Ocak 1948 yılında Ankara Üniversitesi’nin kurulmasıyla aynı Enstitü, Ziraat Fakültesi adını aldı. Zamanla ziraat fakültesi bünyesinde veteriner, ziraat sanatları ve orman bölümleri açılmış ve bugünkü üniversitelerimizin temeli de bu süreçle birlikte başlamıştır. Ziraat okulları ile diğer tarım kuruluşları teknik bilgileri çiftçilere ulaştırmak ve teknik elemanlara yeni bilgiler vermek amacı ile kurslar açarak bu alandaki eksiklikleri gidermek için önemli aşamalar kaydetmiştir. * Tarım Kredi Kooperatifleri Kuruldu. *1929 Ziraat Bankasından köylüye kredi imkânı sağlandı. Yüksek Ziraat Enstitüsü Kuruldu. *Tarımda bilimsel araştırmalar yapıldı. Kooperatifçilik teşvik edildi. * Devlet Üretme Çiftlikleri ve Tohum Islah İstasyonları Kuruldu. Köylülere pulluk dağıtıldı. Traktör kullanan çiftçiler korundu. Ziraî Donatım Kurumu, çiftçinin tarım aleti, makine ve kimyasal gübre ihtiyacını sağladı. Halka parasız fidan verdi. Numune çiftlikleri açtı. Dalaman Çiftliği en büyük numune çiftliği haline getirildi. Ankara’da Gazi Orman Çiftliği’ni kurdu. Hükümet buğday fiyatını korumak için gerekli gördüğü zaman Ziraat Bankası ve “Toprak Mahsulleri Ofisi” aracılığı ile buğday alım satış işlerini de üzerine aldı. Atatürk 1925 yılından itibaren kendisine ait çiftliklerde geleneksel tarım anlayışını kökten değiştiren uygulamalar gerçekleştirdi. *Cumhuriyet’in ilk yıllarında, köylünün büyük bir kısmının topraksız olması, tarımsal üretimi olumsuz etkilemekteydi. Dönemin hükümeti, köylüyü toprak sahibi yapmak için birçok kanunlar çıkardı. 1925’de kabul edilen bir kanunla birlikte; Devlete ait arazilerin, uygun bir arazi yoksa devlet tarafından arazi alınıp köylüye dağıtılmasına başlanmıştır. Toprak sahibi olan köylünün toprak, tohumluk, tarım araçları borçlarının 20 yılda ödenmesi sağlanmıştır. İlk işletilen arazi, yeni yetiştirilmeye başlanan fidanlıklar, bağlar ve zeytinliklerden belirli bir süre için vergi alınmaması kuralı kabul edilmiştir. Not: Bu dönemde tarım alanında meydana gelen iki gelişme çok önemlidir. Bunlar Atatürk Orman Çiftliği’nin kurulması ve aşar vergisinin kaldırılmasıdır. 6‐ Ticaret Alanında Yapılan Yenilikler Cumhuriyet öncesi ticaret azınlıkların elindeydi. Kapitülasyonların verdiği imkanlardan yararlanan tüccarlarda ülke ticaretinde önemli ölçüde pay sahibi olmuşlardı. Türkler ise meslek olarak genelde devlet memurluğu, askerlik ve çiftçiliği seçtikleri için ülke ticaretinde fazla pay sahibi olamamışlardı. Bu durum kapitülasyonların kayıtsız şartsız kaldırıldığı Lozan Antlaşmasına kadar sürmüştür. Mili bir ticaret sisteminin kurulması için devlet köklü çalışmalara başlamıştır. Bu amaçla, çeşitli ticaret okullarının açılması, ticareti destekleyen kanunların çıkartılması gibi tedbirler alarak iç ve dış ticaretin gelişmesi ve kendi vatandaşlarımız tarafından yapılması sağlanmaya çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, iç ve dış ticareti canlandırmayı şu temele dayandırarak sağlamayı amaçlamıştır.” Milli üretimi korumak ve milli üretimin devamını sağlamak.” Bu amaçla ticaret alanında şu gelişmeler yaşanmıştır: *Ülke ihtiyaçları için yurt içi üretimle karşılanan mallarına yüksek gümrük vergileri konarak ithalatına engel olundu. *Vergi muafiyetlerinin arttırılması, hükümet alımlarında yurt içi ürünlerin yüzde 20 pahalı da olsa yabancı ürünlere tercihi, sanayi kuruluşlarının kurulması ve genişletilmesi için beş döneme kadar arazinin bedelsiz verilmesi, Teşvik‐i Sanayi Kanunu’ndan yalnızca Türk uyrukluların, Türk sanayi şirketlerinden de şirket sermayesinin en az yüzde 75’i Türklerin elinde bulunanların yararlandırılması. O dönemde diğer bir gelişme ise, şeker sanayii alanında oldu. 5 Nisan 1925 tarihinde çıkarılan bir yasa gereğince, gıda sanayiinin kurulmasında ilk hedef olarak, hammaddesi Türkiye’de yetişen şeker sanayii seçildi. O tarihe kadar ithal edilen şeker, bundan böyle ‐başta Alpullu Şeker Fabrikası olmak üzere‐ kurulan fabrikalar vasıtasıyla yurt içinde üretilmeye başlandı. 1926 yılında şeker ithalatı devlet tekeline verildi ve başka bir kanunla da şeker fabrikasının ürünlerinin devlet tarafından alınması mecburi kılındı. *İç pazarı canlandırmak için kara ve deniz ulaşımına ucuz tarifeler getirildi. Yerli mallarının kullanılması teşvik edildi. Yerli malı kullanımı özendirildi. *Ticaretin geliştirilmesi için kooperatifçilik geliştirildi ve teşvik edildi. Sigortacılık hizmetlerine önem verildi. * Ticaret okulları açıldı. *1925 yılında “Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu” çıkarılarak bütün illerde ticaret ve sanayi odalarının kuruluşu gerçekleştirildi. 1926 yılında “Emlak ve Eytam Bankası” kurularak ucuz konut kredisi verilmeye başlandı. Aynı yıl “Ticaret Kanunu” çıkarılarak bu alandaki çalışmalar bir sisteme bağlandı. *Sanayii Teşvik Kanunu (Teşvik‐i Sanayi) Bu dönemde sanayi alanındaki en büyük atılım, 28 Mayıs 1927’de 10545 sayılı kanunla çıkarılan Sanayii Teşvik Kanunu ile gerçekleşti. Bu yasa hem devletçiliğin anlamını ortaya koyması, hem de milli sanayileşme politikasının başlatıcısı olması nedeniyle ile çok önemlidir. * 26 Ağustos 1924 tarihinde özel teşebbüse kredi vermek, Milli Türk Tüccarını desteklemek amacıyla İş Bankası kurulmuştur. Türkiye İş Bankası 1 milyon sermaye ile anonim bir şirket olarak Bakanlar Kurulu kararı ile kurulmuştur. Kuruluş amacı, her türlü banka işlemlerini gerçekleştirmek, ziraat, sanayi, maden, enerji, sigortacılık ve daha pek çok alanda yatırımlar yapmak, yatırım yapacaklara ise sermaye vermekti. *Türk limanları arasında yolcu ve yük taşıma hakkı(Kabotaj hakkı) Türk denizcilerine verildi. Kabotaj Kanununun çıkarılması (1 TEMMUZ‐1926): *Kapitülasyonlarla elimizden çıkan Türk denizlerinde gemi işletme hakkı, yani Kabotaj hakkı Türkiye'ye geçti. *Yabancıların kurduğu ticaret işletmeleri satın alınarak millileştirilmiştir. 7‐Sanayi Ve Madencilik Alanında Yapılan Yenilikler Osmanlı Devleti Sanayi İnkılabını gerçekleştiremediği için, üretim makinelerle değil, el emeğine dayanıyordu. Yeni Türk Devleti askeri alanda kazandığı başarıları devam ettirebilmek için sanayileşmek zorunda idi. Atatürk “Endüstrileşmek, en büyük milli arasındadır.” diyerek bu konun önemi üzerinde bilhassa durmuştur. Türkiye Cumhuriyeti sanayinin gelişmesi için şu üç ana ilkeyi kabul etmiştir: *Sanayii teşvik etmek ve özendirmek *İhtiyaç duyulan kurumları gerekirse devlet eli ile kurmak. *Gerekli elemanları yetiştirmek için teknik okullar açmak. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında yeterli sermayesi yoktu. Bu amaçla yukarı da 26 Ağustos 1924 ‘de İş Bankasının açıldığını belirtmiştik. Daha sonra 19 Nisan 1925’de sanayi işletmelerinin kredi ihtiyacını karşılamak için Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. **1923 İzmir İktisat Kongresinden 1933’te I. Beş Yıllık Kalkınma Planının hazırlanışına kadar ki 10 yıllık süreçte kalkınmanın daha çok özel teşebbüs eliyle gerçekleştirilmesi yönündedir. Bu amaçla atılan en önemli adım 1927'de çıkarılan Teşvik‐i Sanayi Kanunu'dur. Teşvik‐i Sanayi Kanunu 28 Mayıs 1927 1927’de sanayiyi geliştirmek, özel teşebbüse kolaylık sağlamak amacıyla Teşvik‐i Sanayi kanunu çıkartıldı. Bu kanuna göre özel teşebbüse; *Ucuz enerji ve bina sağlandı *Taşıma indirimleri sağlandı *Vergide muafiyet sağlandı *Ulaştırma ve depolama imkânları sağlandı *Yeni ürünlere kolaylıklar getirme primleri sağlandı ***Yapılan tüm bu kolaylaştırmalara rağmen Teşvik‐i Sanayi kanunu başarılı olamamıştır. Bu başarısızlığın sebepleri: *Özel teşebbüsün yeterli sermayeye sahip olmaması *Teknik bilgi ve eleman eksikliği *Makine ve yedek parçaların dışarıdan getirilmesinde yaşanan sorunlar *1929’a kadar sanayiyi koruyacak bir gümrük duvarının olmaması *1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın Türkiye’yi de etkilemesi. *Özel Sektörün ve Teknik bilgilerin yetersizliği, *Gelir seviyesinin çok düşük olması, *Özel sektörün Teşvik‐i Sanayi Kanununa rağmen yapabildiği yatırımların miktar ve çeşit itibariyle yeterli olmaması, özel teşebbüsün faaliyetleri 1923 yılından 1929’a kadar bazı başarılar elde edilmişse de ülkeyi istenilen düzeyde endüstrileşmeye yetmemesi üzerine devlet daha hızlı kalkınmak amacı ile bizzat kendi eliyle sanayi kuruluşlarını oluşturma görevini üzerine aldı. Ancak 1929’da dünyada meydana gelen ekonomik bunalım Türkiyeyide etkilemişti. Zaten imkanları kısıtlı olan özel teşebbüs daha da zorlu bir hal aldı. Ancak Türkiye kalkınmaya mecbur bir ülke olarak yatırımlarda devletin etkinliği artmaya başladı. Bu amaçla Sanayi ve Maadin Bankası 1932 yılında “Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası” haline getirildi. 1933 yılında diğer sanayi kredi kuruluşları ile birleşerek “Sümerbank” oluşturulmuştur. Türkiye’de yeni açılan bu dönemde” Devletçilik İlkesine” uygun olarak yatırımların yapılması hız kazanmıştır. 1933‐1938 yıllarını kapsayan “Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı” uygulamaya konularak ekonomide planlı döneme geçilmiştir. 8‐Planlı Ekonomiye Geçiş 1929‐1930 Dünya bunalımına kadar Türkiye’de ulusal ekonomi yukarıda belirttiğimiz anlayışlardan hareket edilerek ele alınmış ve uygulamalar daha çok bu yönde yapılmıştı. Ancak, 1929 yılında, önce Amerika Birleşik Devletlerinde patlak veren büyük ekonomik bunalım, artan işsizlik, ekonomik durgunluk, enflasyon, hayat pahalılığı giderek bütün dünyaya yayılmaya başlamış ve her ülke bunun tesirlerini az veya çok hissetmeye başlamıştı. Nisbeten fakir ve savaşların yaralarını henüz saramamış olan Türkiye’de de bu bunalım etkisini göstermişti. Birçok devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, 1930 yılından itibaren, ekonomide devlet müdahaleciliğine yer veren bir sisteme doğru kaymıştır. Ekonomik bunalımın etkilerinden korunmak için Türk Lirasının değerinin korunması amacıyla sıkı bir caba gösterildi. 20 Şubat 1930’da Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkarıldı. 11 Haziran 1930 ‘da Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu. 3 Ekim 1931’de faaliyetlerine başladı. ***1923 İzmir İktisat Kongresinden 1933’te I. Beş Yıllık Kalkınma Planının hazırlanışına kadar ki 10 yıllık süreçte kalkınma beklenilen düzeyde gerçekleştirilememişti. Bunun iki önemli nedeni 1929 Dünya Ekonomik Krizi ve Özel Teşebbüsün yeterli seviyede olmamasıdır. Bu yüzden kalınmanın devlet eliyle gerçekleştirilmesine karar verildi. 1933’te I. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanarak DEVLETÇİ ekonomiye geçildi. Bu plan 1934’te uygulanmaya başladı. Devletçi ekonomi, özel teşebbüsün yetersiz kaldığı yerlerde veya büyük yatırım isteyen bazı alanlarda devletin ekonomiye doğrudan yatırım yapmasıdır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde sanayi yatırımlarının hedefi, temel tüketim malzemeleri ve diğer sanayi kolları için hammadde durumundaki malzemelerin üretimi olmuştur. Bu amaçla 3 siyah (Demir, kömür, petrol) ve 3 beyaz (Un, şeker, pamuk) projesine ağırlık vermiştir. I. Beş Yıllık Kalkınma Planındaki hedefler başarıyla uygulanmıştır. Sanayi alanında yapılan yenilikler: * Devlet sanayi kuruluşlarını kurarken özel girişimciler de desteklendi, * 1933 yılında “devletçilik” ilkesi uygulanarak girişimcilerin yapamadığı yatırımlar yapıldı, *3 Haziran 1933’te ilk kamu yatırımı bankası olan Sümerbank kurulmuştur. Böylece, planlı kalkınma modelinin uygulanması aşamasına geçilmiştir. * 14 Haziran 1935 tarihinde Madencilik faaliyetleri için MTA ( Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü) ve Etibank’ın kuruluşu gerçekleşti. *Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk barajı olan ve bünyesinde Elektrik İşleri Etüt İdaresi kurulan Çubuk Barajı, 1936 yılında hizmete girmiştir. *Kamu iktisadi teşekkülleri oluşturulmuştur (K. İ. T) *Malatya, Bursa, Manisa ve Kayseri’de tekstil sanayi kurulmuştur. *Beykoz'da deri Fabrikası açılmıştır. *Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası açılmıştır. *Şeker ve Çimento Fabrikaları kurulmuştur *İzmit'te Kağıt Fabrikası kurulmuştur. *Gemlik'te yapay ipek fabrikası açılmıştır. *Daha sonra ilk ağır sanayi atılımı yapılmış ve 1939'da Karabük'te ilk demir‐çelik fabrikası kuruldu. *Ayrıca bu dönemde Türkiye Emlak Kredi Bankası(1936), Denizbank(1937), Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu(1938)... gibi önemli kuruluşlar kuruldu. *Sanayi planı uygulama alanına konulurken dikkat edilen bir diğer nokta ise yabancı şirketlerin millileştirilmesidir. Demiryolları, su, elektrik, telefon, liman ve madenler millileştirilmiştir. ***1939’da 2. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlandı. Ancak bu sırada II. Dünya savaşı çıktığından uygulanamadı. 9‐ Bayındırlık Ve Ulaşım Alanında Yapılan Yenilikler Uzun savaşlar ülkemizi harap bir hâle getirmişti. İnsanımızın yaşama şartlarını kolaylaştırmak, bayındırlık faaliyetlerini zorunlu kılıyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra bayındırlık işlerine de hız verildi. Cumhuriyet kurulduğu zaman Türkiyede tamamı yabancı şirketlerin elinde olan demiryolları bulunuyordu. Orta Anadoluya giden yol Ankarada sona eriyordu. Akdeniz ve Karadeniz arasında ise demiryolu hiç yoktu. Karayolları ise çok kısıtlı idi. Onlarda zaten savaşlar neticesinde harap olmuştu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmeleri ve birliği sağlamak için ulaşım ve bayındırlık faaliyetleri son derece önemli idi. Bu konunun önemini Mustafa Kemal Atatürk şu cümleler ile dile getirmiştir: “Ekonominin gelişmesinde başlıca gerekli olan yollar, demiryolları, limanlar, kara ve deniz ulaştırma araçları, millî varlığın maddî ve siyasî kan damarlarıdır; refah ve kuvvet aracıdır.” 1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 266) Yol yapımında öncelik demiryollarında olmuştur. Cumhuriyetin ilk 15 yılında demiryolu uzunluğu iki katına çıkmıştır. 1927 yılında Ankara‐ Kayseri,1930 yılında Kayseri‐Sivas ve 1939 yılında Sivas‐ Erzurum hatları açılmıştır. Ülkenin ekonomik kaynaklarını birleştirmek amacı ile Orta Anadolu’yu Zonguldak kömür havzası ile birleştiren Zonguldak‐ Ankara hattı yapıldı. Bu hat daha sonra Diyarbakır ile birleştirilerek ulaşımda büyük yol alındı. Tüm bu çalışmalar devlet sermayesi, Türk mühendisleri ve işçileri ile yapıldı. Demiryollarının ihtiyaçlarının karşılanması için Sivas’da vagon fabrikası ile, Eskişehir, İzmir ve İstanbul’da atölyeler açıldı. Ayrıca nitelikli demiryolu personeli yetiştirmek için ”Devlet Demir Yolları Okulu” açıldı. Daha sonra devlet yabancı şirketlerin elinde olan demiryolları işletmelerini satın alarak millileştirdi. ( Haydarpaşa Limanı ve Adana‐Mersin demiryolu millileştirildi.) Demiryollarından sonra kara yolu yapımına hız verildi. Irmak ve çay yatakları ıslah edildi. Kanallar açıldı, su bentleri ve köprüler yapıldı, bataklıklar kurutuldu. Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkedir. Bu sebeple denizcilik büyük önem taşımaktadır. Kabotaj Kanununun çıkarılması ile, elimizden çıkan Türk denizlerinde gemi işletme hakkı, yani Kabotaj hakkı Türkiye'ye geçti. İzmit de faaliyet gösteren tersane desteklendi. 1937’de Denizbank’ın kurulması ile liman yapımına hız verilmiştir. Denizyolları Umum Müdürlüğü(1939) kuruldu. Kara Ve Denizyollarının yanında gelişmeye başlayan hava yollarına da gereken önem verildi. 1937 yılında “ Havayolları Umum Müdürlüğü” kuruldu. Yeni Türkiye Devleti modern şehircilik anlayışını geliştirmek ve planlı bir şekilde şehirleşme başlamak için22 Nisan 1925’de Kadastro Kanununu çıkarttı. 10‐Sağlık Alanında Yapılan Yenilikler *Sağlık Bakanlığı Kurulmuştur 2 Mart 1920'de Sağlık Bakanlığı kuruldu. Böylece Sağlık Hizmetleri bir çatı altında toplanarak çalışmaların yapılmasına önem verildi. Sağlık hizmetleri tek bir alandan yönetilmeye başlandı. * Numune Hastaneleri Açıldı Birçok ilde Numune Hastaneleri açıldı. Bu örnek ilk hastaneler; Sivas, Erzurum, Trabzon, İstanbul, Ankara gibi iller Hastaneleri'nin açıldığı ilk iller oldu. *Modern Sağlık Personeli Modern sağlık hizmeti sunmak amacıyla daha iyi yetiştirilmiş sağlık personeli yetiştirmek amacıyla okullar açıldı. Ayrıca sağlık personeli ihtiyacını karşılamak amacıyla sağlık meslek liseleri ve yüksekokullar açıldı. * Hıfzıssıhha Enstitüsü Kuruldu Dönemin en önemli sorunlarından bir tanesi olan bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek için Ankara'da Hıfzıssıhha Enstitüsü kuruldu. Hıfzıssıhha toplum sağlığının korunması anlamına gelir. Devlet; toplum sağlığını korumak amacıyla 1928 yılında Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesini kurmuştur. * Serum İmalatı Başladı Sağlık alanında yapılan inkılaplardan en önemlisi serum üretimidir. Daha önceleri Avrupa’dan ithal edilen serumlar, Hıfzıssıhha Enstitüsü 1932 yılında serum üretimi sayesinde, serum ithalatını durdurmuştur. 1934 yılında serum üretimi ülkeye yetecek düzeye getirmiştir. 1937 yılında kuduz aşısı üretilmeye başlanmıştır. * Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele Edildi Bulaşıcı hastalıklardan olan verem tüm dünyada ve Türkiye’de hızla yayılmaya başlamıştır. Verem hızla yayılan ve öldürücü sonuçları bulunan bir hastalıktır. Bunun üzerine çalışmalar başlamış Devlet; sağlık kurumlarının hizmet verecek şekilde getirilmesi amacıyla ve koruyucu hizmet ve salgın hastalıklarla mücadele için yeni kurumlar kurulmuştur. Sıtma, trahom, frengi gibi hastalıklarla mücadele etmeye çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen hastalıklardan biri olan verem yüzünden birçok kişi hayatını kaybetmeye başlamıştır. Veremle mücadele konusunda oldukça yoğun çalışmalar başlamış Bu nedenle 1923 yılında Behçet Uz İzmir veremle mücadele cemiyetini kurarak 1924 yılında İstanbul'da sanatoryum açmıştır. Öldürücü bir hastalık olan veremle mücadeleye başlamıştır. 1925 yılında veremle mücadele amacıyla ilk ilk dispanser açılmıştır. 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile veremli hastaların ihbar edilmesi sağlanmıştır. Böylece bulaşıcılık konusunda önlem alınmaya başlanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında koruyucu hekimlik uygulaması başlamış salgın hastalıkların bulaşması önlemeye çalışılmıştır. 1935 yılında Türk Kızılayı adıyla Hilal'i Ahmer Cemiyeti çalışmalarına devam etmiştir. ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ – II Öğr. Gör. Nurgül GENECİ Öğr. Gör. Burcu PINAR 7.HAFTANIN KONU BAŞLIKLARI ATATÜRK DÖNEMİ DIŞ POLİTİKA ‐Atatürk’ün Dış Politikasının Temel İlkeleri a) b) c) d) e) f) Gerçekçilik Bağımsızlık Barışçılık Güvenlik Politikası Batıcılık Akılcılık ‐Milli Mücadele Dönemi (1919‐1923) ‐ 1923‐1932 Dönemi ‐ 1932‐1938 Dönemi ATATÜRK DÖNEMİ DIŞ POLİTİKA Politika kelimesi, dilimizde oldukça kullanılan kelimelerden birisidir. TDK'ye göre politika kelimesinin anlamı şu şekildedir: Devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü, siyaset. Dış politika ise, bir siyaset biçimidir. Bir devletin sınırları ötesindeki devletlere uyguladığı siyasete verilen isimdir. Dış politika alanı, uluslararası ilişkilerin alt inceleme dallarından biri olarak gösterilmektedir. Dış politika devletlerin sosyoloji, ekonomi, eğitim, kamu yönetimi, tarih ve coğrafya gibi alanlarıyla doğrudan ilişkilidir. Mustafa Kemal Atatürk ise Türkiye Cumhuriyeti için öngördüğü “Milli Dış Politikayı” “Milli Siyaset” olarak ifade etmiştir. Milli Siyaseti Atatürk şu şekilde açıklamıştır. ”Bizim açık ve uygulama imkanı gördüğümüz siyasi meslek Milli Siyasettir. Dünyanın bugünkü şartları ve asırların dimağ ve karakterlerde topladığı hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Milletimizin güçlü, mutlu ve devamlı yaşayabilmesi için devletin tamamen milli siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilatımıza uygun olması ve ona dayanması lazımdır. Milli siyaset dediğimiz zaman, kastettiğim mana şudur: Kendi Milli sınırlarımız içinde , her şeyden önce kendi gücümüze, kuvvetimize dayanarak varlığını muhafaza etmek sureti ile millet ve memleketin saadet ve imarına çalışmak... Aşırı emeller peşinde milleti meşgul etmemek ve zarara sokmamak.” Türk Milleti, Atatürk’ün önderliğinde başlattığı Milli Mücadele sayesinde kendisine dayatılmaya çalışılan Mondros ve Sevr Antlaşmalarını tarihin karanlık sayfalarına gömmüş, Lozan Antlaşması ile varlığını tüm dünyaya kabul ettirmiştir. Türkiye’nin modern anlamda bir milli devlet olarak uluslararası alanda meşruiyet kazanması Lozan Konferansı ile gerçekleşmiştir. Atatürk Döneminde izlenen dış politikanın temel ilkesi “bağımsızlıktan hiçbir şekilde taviz vermemek olmuştur”. Bunun yanı sıra yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda gerçekleştirdiği köklü değişiklikler ve Atatürk’ün uygulamaya koyduğu inkılaplar ile Türkiye öncelikle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmayı ve bunu aşmayı ideal olarak benimsemiştir. Bu da dönemin diş politikasının oluşturulmasında önemli bir etken olmuştur. Atatürk’ün Dış Politikasının Temel İlkeleri: a) Gerçekçilik Atatürk’ün dış politikası gerçekçidir. Boş hayaller peşinde koşmaz. Maceracılıktan uzak durmayı hedefler. Bunun yanında milli çıkarları gerçekleştirmede kararlı olmayı amaçlar. Atatürk’ün milli siyaseti tanımlarken söylediği,” Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek mutluluğu ile kalkınmasına çalışmak… Rasgele bitmeyen emeller peşinde milleti uğraştırmamak, zarara uğratmamak… Medeni dünyadan, medeni ve insanca muameleyi, karşılıklı dostluğu beklemektir.” Sözleri, O’nun, devlet hayatında gerçekçiliği temel esas saydığını kesin olarak göstermektedir. b) Bağımsızlık Mustafa Kemal Atatürk için kurulan devletin Tam bağımsızlığı en önde gelen amaçtı. Bu bağımsızlık siyasi, iktisadi, mali, askeri ve kültürel açıdan bağımsızlıktı ve bunlardan ödün verilemezdi. Nitekim Atatürk düşüncesini, “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasında bütün bağımsızlığından mahrumiyet demektir.” İfadelerinde açıkça ortaya koymaktadır. c) Barışçılık Atatürk dönemi dış politikasının bir başka özelliği de barışı esas almasıdır. Uzun yıllar boyunca Osmanlı Devletinin cephelerde uğradığı acı yenilgilerin yakın tanığı olan ve bizzat kendisi de senelerce cephelerde savaşan Mustafa Kemal Atatürk, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletinin içte ve dışta barışçı bir politika izlemesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Bunun yine en güzel örneği Milli Mücadele yıllarında verilmiştir. Savaş ortamı içerisinde bile görüşmeler yoluyla barışın sağlanması için her türlü çaba sürdürülmüştür. Bir asker olarak savaşın ne demek olduğunu en iyi bilen kişi olarak Mustafa Kemal Paşa; “Ben harpçi olamam. Çünkü harbin acıklı hallerini herkesten iyi bilirim.” diyecektir. Yine bir başka konuşmasında Mustafa Kemal Paşa “Harp zaruri ve hayati olmalı... Öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye uğramadıkça harp bir cinayettir.” diyecektir. Atatürk’ün barışçılığı yine Kendisinin söylediği “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” olacaktır. Yani barış içinde yaşamak için gerekli hazırlıkları yapmak, gerekirse barış için savaşa hazır olmak kararlılığıyla hareket edilmiştir. d) Güvenlik Politikası Atatürk, Türk milletinin kendi gücüne dayalı askeri ve ekonomik yapılanmasını yeni ve sağlam esaslara oturtmak için çalışmalarda bulunmuştur. Bu anlamda askeri harcamalar ve ordunun modernleştirilmesi, ülkenin ekonomik yapılanması ile eş zamanlı olarak yürütülmüştür. Ülkenin kendini savunacak güce ve iradeye sahip olması gerektiğini Atatürk bir konuşmasında, “Bugün vardığımız barışın ebedi barış olacağına inanmak safdillik olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an bile gaflet, milletin hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz hukukumuza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat, ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu veya hiç saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için her türlü ihtimallerin gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz”. Şeklinde vurgulanacaktır. Barışın korunması için Türkiye’nin salt kendi gücünün yetersiz kalabileceği alanlarda ülkenin güvenliğini sağlamak için uluslararası politikanın gereği olarak yürütülecek denge politikaları çerçevesinde bölgesel barışın korunması için ittifaklar yaparak ülkenin güvenliğini sağlamak ilke olarak benimsenmiştir. Nitekim Atatürk bu doğrultuda hareket etmiş ve ülkenin güvenliği için gerekli gördüğü ittifakları yapmaktan kaçınmamıştır. e) Batıcılık Mustafa Kemal Atatürk, Batılı devletlere karşı savaşmasına, rağmen yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti her fırsatta batı ile yakınlaşmayı sağlayacak bir yol izlemiştir. Bunda Atatürk’ün Türkiye’yi çağdaşlaştırma yolunda takip ettiği ve uygulamaya koyduğu politikaların da rolü olmuştur. Yani yeni Türkiye kendisine hedef olarak en gelişmiş ülkeler düzeyine çıkma ve onun ötesine gitmeyi belirleyince, dış politikada da bu doğrultuda batı ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek esas olarak benimsenmiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak batı ülkeleri ile iyi ilişkiler kurarak, çağdaş medeniyetin bir parçası olma yolunda hareket edilmiştir. f) Akılcılık Akılcılık ilkesi doğrultusunda yeni devlet uluslararası hukuka bağlı kalmıştır. Atatürk Türkiye’sinin dış politika anlayışı ideolojik doğmalara, önyargılı saplantılara değil, aklı ve bilimi esas alan bir çizgi üzerine oturtulmuştur. Bu bağlamda uluslararası ilişkilerde, tarihi dostluk ve tarihi düşmanlık yerine değişen şartlar ve karşılıklı yarar ilişkileri esas alınmıştır. Nitekim, Atatürk, siyasal, toplumsal ve ekonomik düzenleri çok farklı olan ülkelerle dostluklar kurabilmiş ve barış içinde bir arada yaşayabilmenin örneklerini vermiştir. ***Sonuç itibariyle Atatürk dönemi dış politikasında, gerçekçi ve tam bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti hedeflenmiştir. Yeni devlet, yurt içinde ve dünyada barış içinde yaşamak için gerekli çalışmaları yapacak, gerekirse barış için savaşa hazır olmak doğrultusunda hareketten kaçınmayarak, çağdaşlaşmaya açık, akılcı politikalar izleyen bir devlet olarak hareket edecektir. Bu çerçevede Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası’nı Milli Mücadele Devri (1919‐1923) ve Lozan Sonrası (1923‐1938) olmak üzere başlıca iki döneme ayırabiliriz. Milli Mücadele Dönemi (1919‐1923) Milli Mücadele Sonrası (Lozan Sonrası) (1923‐1938) 1923‐1932 Arası 1932‐1938 Arası Milli Mücadele Dönemi (1919‐1923) Milli Mücadele hareketinin amaçları ve ilkeleri önce Erzurum’da, sonra da Sivas’ta toplanan kongrelerde tespit edilmiştir. İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgal edilmesiyle birlikte Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde kabul edilen Misak‐ı Milli, Türk sınırlarını çizmekteydi. Misak‐ı Milli’de tespit edilen ilkeler yalnız Milli Mücadele yıllarında değil, ondan sonraki devrede de Türk dış politikasının temelini teşkil etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında batıda Yunanlılar, güneyde Fransız ve doğuda Ermenilerle savaşılırken ABD ve Rusya ile dostluk kurulmaya çalışılmıştır. Rusya’dan silah ve para yardımı sağlanmış ve 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Batılı devletlerle de barıştan kaçan taraf olmadığımızı göstermek için antlaşmalar yapılmıştır. (Ankara, Kars Ant. vb.) Mudanya Ateşkesi ile savaş dönemi bitirilmiştir. 1‐ İkili Anlaşmalar Gümrü Antlaşması: 2/3 Aralık 1920 Türk‐Afgan Dostluk Antlaşması: 1 Mart 1921 Moskova Antlaşması: 16 Mart 1921 Kars Antlaşması : 13 Ekim 1921 Ankara Antlaşması : 20 Ekim 1921 2‐ Uluslararası Konferans ve Antlaşmalar Londra Konferansı: 21 Şubat – 12 Mart 1921 Mudanya Ateşkes Antlaşması: 11 Ekim 1922 Lozan Konferansı ve Antlaşması : 20 Kasım 1922‐24 Temmuz 1923 Haliç Konferansı : 19 Mayıs 1924 Sonuç olarak, Milli Mücadele’nin dış politikasının hedefleri; *Misak‐ı Milli’yi uygulamak, *Türkiye’nin dış ülkeler nezdinde tanınmasını sağlamak, *Çeşitli savunma, saldırmazlık, dostluk ve ittifak antlaşmalarının çerçevesi içinde maddi ve manevi yardım elde etmeye çalışmak ve bu amaçlara ulaşabilmek için her türlü propaganda amaçlarına baş vurmak olarak özetlenebilir. 1923‐1932 Dönemi Milli Mücadeleden zaferle çıkan Türk Milleti, Lozan Antlaşması’nı Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri ile eşit şartlarda imzalamış ve milletler arası alanda, bağımsız bir devlet olarak yerini almıştır. Türkiye’nin Lozan sonrası dış politikada gösterdiği barışçı politikaya rağmen zaman zaman bir takım engellemelerle karşılaşılmıştır. Batılı devletlerin Osmanlı Devleti döneminden kalma “devletin iç işlerine karışma” alışkanlıklarını yeni Türkiye üzerinde de tatbik etmeye çalışmışlar, ancak her defasında Türkiye’nin direnmesiyle karşılaşmışlardır. 1923‐1932 dönemi dış politikası, Türk milli siyaset anlayışına uygun olarak daha çok Lozan’dan arta kalan meselelerin halli ve Lozan esaslarının uygulanması yönünde bir seyir takip etmiştir. Lozan Antlaşmasının Önemi * Bir çok sınır problemi çözülerek Türkiye'nin ve komşularının barış içinde yaşaması sağlanmıştır. Misak‐ı Milli sınırları büyük ölçüde sağlanmıştır. *Türkiye tarihinde yeni bir dönem başlatmıştır. Sevr Antlaşması geçersiz kılınmıştır. * Türk ulusu adına, I. Dünya Savaşı'nı bitiren antlaşmadır. Yeni Türk devleti Dünya'daki devletlerin çoğu tarafından kabul görmüştür. * Türkiye tarafından konulan koşullara, Büyük Devletler uymak zorunda kalmışlardır. Türk ulusunun tam bağımsızlığı kanıtlanmıştır. *Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri, Lozan Antlaşmasında da yer almıştır. *Buna göre, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün oluşturan Türkiye'de yaşayan ve Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes eşit ve aynı haklara sahip Türk ulusunu oluşturmaktadır. *Antlaşmada Türkiye'de yaşayan Hıristiyan kökenli Rum ve Ermeniler ile Museviler azınlık olarak tanımlanmış; mal, mülk ve ibadet hakları güvence altına alınmıştır. * Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra 1923‐1932 yılları arasında Türkiye’nin dış politikası Lozan’dan geriye kalan pürüzlerin çözülmesine ve Lozan’da alınan kararların uygulanmasına yönelik olmuştur. Komşu devletlerle iyi ilişkiler kurmak, meydana gelen pürüzleri barışçı yollarla çözmek, büyük devletlerle olan ilişkileri normalleştirmek amaçlanmıştır. Lozan Barış Antlaşmasında çözülemeyen konular : * Musul Sorunu *Yabancı Okullar Sorunu *Nüfus Mübadelesi (Değişimi) Sorunu, Türk ‐Yunan Anlaşmazlığı ve Çözümü *Dış Borçlar Sorunu *Boğazlar Sorunu *Hatay Sorunu 1932‐1938 Dönemi 1932 yılına gelindiğinde Türkiye komşularıyla münasebetlerini büyük ölçüde hallederek milletler arası münasebetlerde oldukça güçlü bir konuma gelmiştir. Türkiye’nin elde ettiği bu konum dış münasebetlerde bağımsız ve eşit bir statü kazanmasından dolayı önemlidir. Türkiye 1932‐1938 devresinde daha çok elde ettiği statüyü yine barışçı bir politika takip ederek korumaya çalışacaktır. 1932‐1938 yıllarında devletler arası ilişkiler siyasi ve ekonomik olmak üzere iki yönlüdür. 1929‐1930 ekonomik krizi devletlerin dış politikalarını tekrar gözden geçirme zorunluluğunu doğurmuştur. İktisadi mücadelenin devletlerin siyasi münasebetlerinde önemli rol oynaması, birtakım gruplaşmalara ve gruplar arası ilişkilerin sertleşmesine neden olmuştur. ( Bu dönem tüm dünyada özellikle Almanya ve İtalya’da II.Dünya Savaşının ayak seslerinin duyulduğu dönem olması itibarı ile çok önemlidir.) Birinci Dünya Savaşı galip devletleri Versailles, Saint Germain, Trianon, Nevilley Antlaşmaları ile sağlanan durumun korunmasına çalışarak antirevizyonist grubu meydana getirmişlerdi. Buna karşılık Almanya ve Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinden olmasına rağmen umduğunu bulamayan İtalya, Versailles Antlaşması’nda kaybettiklerini tekrar alma çabasına girerek revizyonist grubu oluşturmuşlardır. Görüldüğü üzere1932 yılından itibaren dünyada güç dengeleri değişmeye başladı. Bu dönemde 1929 Dünya Ekonomik Krizi ve II.Dünya Savaşı öncesi gerilimlerinin etkin olarak dış politikamızı etkilediğini söyleyebiliriz. 1930’lu yıllar dünya siyasetinde yeniden saldırgan politikaların takip edildiği bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Mustafa Kemal ATATÜRK “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesinden hareketle yaptığı ikili anlaşmalar ve uluslar arası organizasyonların üyeliğine Türkiye’yi sokarak bölge ve dünya barışına katkıda bulunmayı dış politikada temel hedef edinmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin dış politikasının temelini aşağıdaki sözleriyle açıklamıştır: “Yeni esaslar ve anlayışlar çerçevesinde bütün dünya ile en yeni ilişkileri kurmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, barış yolunda harcanmış büyük gayretlerin gelişmesini derin bir ilgi ile izlemekte ve insanlığın en büyük ideali olan barışın gerekli ve esaslı unsurlarını, iyi niyetle yapılan ve özellikle doğrulukla uygulanan karşılıklı sözleşmelere uymanın oluşturduğu görüşündedir.” Atatürk, dış politika ile ilgili 1933 yılında şunları söylemiştir: “Dış siyasetimiz, başlangıçta kendisine çizdiği hareket çizgisinden asla sapmamıştır. Dış siyasetimiz, daima milletler refahının yaratıcısı olan barış içinde, memleketin gelişmesini amaç edinmiştir. Bu gelişmeyi, tam ve kayıtsız olarak, bütün milletlere temenni ederiz.” Atatürk’ün uyguladığı gerçekçi ve akılcı politikalarını devam ettiren Türkiye, bu istikrarlı politikası sayesinde yeni oluşan birçok uluslararası kuruluşta etkin görevler üstlendi. Dünyada meydana gelen olayları diplomatik yollarla çözüme kavuşturmak amacıyla kurulan Milletler Cemiyetine üye olarak sınırlarını güvence altına aldı. Daha sonra bölgesel barışa ve dünya barışına katkıda bulunmak için Sadabat Paktı ve Balkan Antantı’nı imzalamasıyla birlikte Türkiye, doğu ve batı sınırlarını teminat altına aldı ve komşu devletlerle sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda iş birliğine gitti. Türkiye, Misakımillî Kararları’nı gerçekleştirmek için diplomatik girişimlerini sürdürüp Montreux (Montrö) Sözleşmesi’ni imzalayarak Boğazlardaki Türk egemenliğini yeniden sağladı. Ayrıca bir Türk toprağı olan Hatay yine diplomatik görüşmeler sonucunda ana vatana bağlandı. 1929 yılında dünyayı derinden etkileyen “Ekonomik Bunalım” nedeniyle 1930 yılından sonra bu bunalımdan kurtulmak için uluslararası alanda büyük bir yardımlaşma ve iş birliği başlatıldı. Türkiye bu dönemde dünya barışına önemli katkılarda bulundu. Bu durum Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak için yaptığı çalışmaları ve yönetim alanında başlattığı yapısal değişiklikleri kolaylaştırdı. Ayrıca Avrupalı devletlerle siyasal, ekonomik, kültürel ve sosyal alanda kurulan iyi ilişkiler Türkiye’nin modernleşme sürecine katkıda bulundu. * Türkiye, 1930’ların başında, dış ve iç meselelerini büyük ölçüde çözüme kavuşturmuş, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi doğrultusunda barışçı bir politika izleyecektir. * Yaklaşan savaş tehlikesine karşı Türkiye hem sınırlarını korumak ve güvenliğini sağlamak hem de dünya barışına katkıda bulunmak istemiştir.