DİCLE ÜNİVERSİTESİ DİYARBAKIR TEKNİK BİLİMLER MESLEK YÜKSEKOKULU PARK VE BAHÇE BİTKİLERİ BÖLÜMÜ PEYZAJ VE SÜS BİTKİLERİ PROGRAMI TARİH DERSİ ÖDEV 2019/2020 1. Ara Sınavı Ödevi Adı Soyadı : Şeyhmus Kızıl No:18116008 KONU: SİYASİ,SOSYAL VE HUKUK ALANINDA INKILAPLARIN TÜRK VE DÜNYA ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR : Siyasi alanda yapılan inkılaplar Ülkemizin işgaline karşı başlatılan Milli Mücadele; beraberinde çağının ve toplumunun ihtiyaçlarına cevap veremeyen kurumlarını kökten değiştirmeyi hedefleyen Türk inkılâp sürecini başlatmıştır. Siyasi alanda yapılan inkılaplar ; 1. 2. 3. 4. 5. 6. Ankara'nın Başkent Oluşu (27 Aralık 1919) Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) Yeni Türk Devletinde Anayasa Hareketleri Çok Partili Rejim Denemeleri ve Sonuçları ANKARANIN BAŞKENT OLUŞU (27 ARALIK 1919) Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, 19 mayıs 1919’da, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basarak Milli Mücadele’ye başlamıştı. Erzurum, Sivas kongrelerinden sonra, Kırşehir yolu ile, 27 aralık 1919’da Ankara’ya geldi. Günlerden cumartesiydi. Ankara ve çevresinin halkı, Mustafa Kemal’i ve beraberindekileri, yollara dökülerek, sevinç gözyaşları içinde karşıladı. Önce Vilayet Konağı’na inen Mustafa Kemal, Ankara Ziraat Okulu’nda kendisine ayrılan daireye yerleşti. Ankara o günden sonra bir daha eskisi gibi olmadı. Milli Mücadele’nin, hürriyet ve bağımsızlığa kavuşma savaşının merkezi haline geldi. Ankara, Birinci Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süre içinde sayısız olaylara sahne oldu, 13 Ekim 1923‘te başkent olarak kabul edildi. Ankara coğrafi özelliklerinin yanı sıra, diğer yörelerimize göre merkezi konumda olması nedeniyle başkent olarak seçilmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın idare merkezi de olan Ankara’da 23 Nisan 1920’de TBMM açılmıştı. Mecliste başkentin İstanbul olarak kalacağı ya da Ankara’nın başkent olacağı yönünde çeşitli fikirler ortaya sürülmüştür. Ancak İsmet Paşa’nın sunduğu tek maddelik bir önerge ile Ankara başkent olarak seçilmiştir. SALTANATIN KALDIRILMASI; Saltanatın kaldırılmasına doğrudan doğruya yol açan olay, Kurtuluş Savaşı'nın başarı ile sonuçlanmasından sonra toplanması öngörülen barış konferansına Ankara ve İstanbul hükümetlerinin birlikte davet edilmeleridir. 17 Ekim tarihli bir telgrafla sadrazam Tevfik Paşa barış konferansında ortak bir tavır belirlemek amacıyla Mustafa Kemal'e başvurmuştur. 20 Ekim tarihli, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına hitap eden ikinci bir telgrafta Tevfik Paşa Babıali ile Büyük Millet Meclisi arasında amaç bakımından tam bir birlik olduğunu, Sevr Antlaşmasını iptal ettirmek ve işgalin sonuçlarını ortadan kaldırmak için beraberce mücadele edildiğini belirterek ulusal birliğin önemini vurgulamış ve vatan uğruna kişisel hırslardan vazgeçilmesi gerektiğini belirtmiştir.28 Ekim'de İtilaf Devletleri İsviçre'nin Lozan kentinde toplanacak olan konferansa İstanbul ve Ankara hükûmetlerini resmen davet etmiştir. Bunun üzerine iki gün sonra toplanan TBMM, İstanbul hükûmetinin tasfiyesine yönelik 82 imzalı karar tasarısını görüşmüşse de aynı gün sonuç alamamış, ancak 1 Kasım tarihli toplantıda Mustafa Kemal'in sert müdahalesi üzerine saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir. Kararname, ilga hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şeklî hükûmetin 16 Mart 1920'de tarihe intikal ettiğini" bildirmiştir.Aynı gün alınan bir başka Meclis kararıyla 1 ve 2 Kasım günleri milli bayram ilan edilmiştir. Mustafa Kemal'in ifadesine göre milletvekillerinin birçoğu saltanatın kaldırılması kararına karşı çıkmışlardır. Bakanlar kurulu başkanı Rauf Bey (Orbay) başta karşı çıktığı karara 29 Ekim'de Mustafa Kemal ile görüştükten sonra taraftar olmuştur. Buna karşılık liberal görüşleriyle tanınan Mersin vekili Selahattin Bey (Köseoğlu) sonuna kadar karara muhalif kalmıştır. Oylama sırasında bağırışarak açık oy ve sayım isteyen milletvekillerine rağmen sayım yapılmamış ve kararın oy birliği ile alındığı ilan edilmiştir. Gerek Rauf gerek Selahattin Beyler daha sonra kaleme aldıkları anılarında, cumhuriyete prensip olarak karşı olmadıklarını, ancak padişahlığı kişisel diktatörlük eğilimlerine karşı bir engel olarak gördükleri için kaldırılmasına muhalif olduklarını anlatırlar. Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda 15 Nisan 1923'te yapılan bir değişiklikle, saltanatın lağvına dair kararnameye karşı sözle ve basın yoluyla muhalefet etmek vatan hainliği kapsamına alınmış ve idamla cezalandırılmıştır. Kararnamenin ilanından sonra sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında 4 Kasım günü son toplantısını yapan Osmanlı hükûmeti istifasını padişaha sunmuştur. 5 Kasım'da Ankara hükumetinin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa (Bele) tüm bakanlık müsteşarlarını Divanyolu'ndaki Şark Mahfilinde toplayarak her türlü faaliyete son vermelerini tebliğ etmiştir. 7 Kasım'da Babıali'deki başbakanlık dairesi resmen boşaltılmış ve Osmanlı Devleti'nin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin yayınına son verilmiştir. Saltanatın Kaldırılmasının Sebepleri 1. Saltanat sisteminin ulusal egemenlik anlayışına ters düşmesi 2. Kurtuluş Savaşı’nı TBMM kazandığı halde, Lozan Konferansı’na saltanatı temsilen İstanbul Hükümetinin de çağrılması. 3. İstanbul Hükümeti ve padişahın, Kurtuluş Savaşı sırasında Milli Mücadele’ye karşı olması ve Millî Mücadele’yi engellemeye çalışması 4. TBMM Hükümetinin padişahın da yanında bulunduğu İtilaf Devletleri’ne karşı kesin bir zafer kazanması 5. Ülke yönetiminde ve barış görüşmelerinde iki ayrı hükümetin bulunmasının milli menfaatlere uygun olmaması İtilaf Devletleri 27 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti yanında İstanbul Hükümeti’ni de Lozan Görüşmeleri’ne davet etmişlerdir. Osmanlı Hükümeti adına Sadrazam Tevfik Paşa meclise bir telgraf çekerek TBMM Hükümeti yanında konferansa katılmak arzusunda olduğunu bildirmiştir. İtilaf Devletleri’nin bu şekilde davranarak Türk tarafı arasında ikilik çıkarma ve konferans sırasında istediklerine daha kolay ulaşma amaçlarına karşı Mustafa Kemal, İstanbul Hükümetinin bu önerisini reddetmiştir. 1 Kasım 1922’de kabul edilen kanunla saltanat ve halifelik birbirinden ayrılmış, saltanatın 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgaliyle birlikte tarihe karıştığı kabul edilmiştir. Halifeliğin ise Osmanlı hanedanından bir kişinin TBMM tarafından bu göreve getirilmesiyle devam etmesi kararlaştırılmıştır. Saltanatın Kaldırılmasının Sonuçları Bir ülkede iki ayrı yönetimin bulunmasına son verildi, Altı yüz yıllık Osmanlı saltanatı sona erdi. Ulusal egemenliğin tam olarak sağlanması için Önemli bir adım atıldı. TBMM, Türkiye’de tek yasal güç haline geldi. Din ve devlet işlerinin tek bir makamın elinde bulunmasına son verilerek laiklik alanında ilk adım atılmış oldu. Son Osmanlı padişahı VI. Mehmet Vahdettin, 17 Kasım 1922’de ülkeyi terk etti. Halifelik, Osmanlı Devleti’ndeki siyasi gücünü kaybederek sembolik bir makam haline geldi. Yapılacak inkılaplara zemin hazırlandı. Lozan Barış Görüşmeleri’nde Türkiye’yi bir heyetin temsil etmesi sağlanarak İtilaf devletlerinin ikilik çıkarma planı sonuçsuz bırakıldı. CUMHURİYETİN İLANI (29 EKİM 1923) 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilmişti. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923’de Ankara Türkiye Devleti’nin Hükümet Merkezi oldu. Artık, mevcut rejimin isminin de bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar Devlet Başkanlığı görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak Atatürk tarafından yürütülmüştü. Diğer taraftan bazı yabancı ülkeler de Lozan Antlaşması’nı onay için Türkiye’deki yeni devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyorlardı. Bu sıralarda, 27 Ekim 1923’te İcra Vekilleri Heyeti’nin istifası ve Meclis’in güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması da bu soruna ivedi bir çözüm gerektirdi. İşte, iç ve dış şartların doğurduğu bu gelişmeler sonucu 29 Ekim 1923 akşamı cumhuriyet ilân edildi. Bu suretle yeni devletin yönetim biçimi bütün açıklığı ile ismini almış oluyordu. Cumhuriyetin ilânı ile "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" kuralı, artık devlet yönetiminde, en belirgin şekliyle yerini alıyor; demokrasiye giden yol daha aydınlık olarak çiziliyordu. Atatürk, cumhuriyeti ilân ederken demokrasinin bütün kurallarının zamanı geldikçe uygulanması görüşünde idi. Türk milletinin, siyasal haklarını dilediği gibi kullanması, memlekette çoğulcu demokrasinin işlerlik kazanması, onun baş amacı idi. Nitekim çok partili döneme geçme ile ilgili Atatürk döneminde yapılan iki büyük deneme, bu hususu göstermektedir; ancak çağdaşlaşmayı amaçlayan büyük devrimlerin yapıldığı bu dönemde, muhalefet partileri iyi niyetlerine rağmen kendilerine katılan gerici çevrelerin, cumhuriyet rejimini devirmek isteyen fırsatçıların da gizli faaliyet odakları haline geldi. Bu suretle şartların henüz müsait olmadığı bir dönemde, çok partili rejim, ister istemez bir süre daha ileriye bırakıldı. Bu bakımdan Atatürk dönemini ve bu döneme egemen olan tek parti rejimini, Türkiye’yi çoğulcu demokrasiye ulaştırma yolunda gelecek için engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, bu nedenle halkın siyasal ve sosyal eğitime önem veren bir zaman aralığı olarak yorumlamak gerekir. HALİFELİĞİN KALDIRILMASI (3 MART 1924) Saltanatın kaldırılmasına, cumhuriyetin ilânına karşın hiçbir gereği kalmayan halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu. İstanbul’daki son halife de bu durumdan yararlanarak cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsünü vermekten çekinmiyor, tantanalı törenler düzenliyor, devlet bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu. Bu tutum, devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor, bir kısım basın da halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu. Halbuki büyük özverilerle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi. Artık halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı. Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha attı; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında "halifeli cumhuriyet" söz konusu olamazdı. Anayasa’da, 1928’de yapılan bir değişiklikle "Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâmdır" maddesinin de kaldırılması, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937’de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa’da yer aldı. YENİ TÜRK DEVLETİNDE ANAYASA HAREKETLERİ Bir devletin gücünü nereden aldığı ve buna bağlı olarak hangi ilkeler çerçevesinde yönetileceği hususunda en belirleyici unsur şüphesiz o devletin Anayasasıdır. Dolayısıyla, Millî Egemenlik gibi yeni bir sistem benimsenerek, bu esasa göre teşkil edilmiş olan Yeni Türk Devleti’nin de bir Anayasasının olması tabiidir. Ancak, bir Anayasanın hazırlanarak yürürlüğe konulması zaman isteyen bir iştir. Bu sebeple, Yeni Türk Devleti’nde Anayasanın kabulünden önce daha pratik olduğu için Anayasa niteliğinde bazı kanunlar çıkarılmıştır. İlk Anayasanın Kabulünden Önce Çıkarılan Anayasa Niteliğindeki Kanunlar; Millî Mücadele döneminin devlet müessesesi; milletin içinden doğan, millî hayatı fiilen sevk ve idare eden ve her alanda milletin hem temsilcisi, hem de organizatörü olan bir teşkilat idi. Yani bu dönemde devlet, millete dayanan, gücünü milletten alan ve milletin hakimiyetini her şeyin üstünde tutan bir yapıdaydı. Bu anlamda Yeni Türk Devleti, millî hakimiyet esasını benimsemiş olması sebebiyle, hakimiyetin kaynağı konusunda Osmanlı Devleti’ne göre farklı bir özellik gösteriyordu. Sadece bu farklılıkla da yetinmeyen Yeni Devlet, modern ve halkçı bir yapıyı benimseyip geliştirmek düşüncesindeydi. Bu yapının gerçekleşebilmesi için ise, sistemin temelini oluşturacak bazı yeni kanunların hazırlanarak uygulamaya konulması gerekiyordu. 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılmasıyla da, başta bu yöndeki kanunların hazırlanması işi olmak üzere, Mecliste yoğun bir çalışma başlatılmıştı. Çünkü, Mustafa Kemal’in 22 Nisan 1920’de bütün askerî ve mülkî erkana gönderdiği telgrafta da belirttiği gibi, meclisin açılmasından itibaren, bütün makamlar ve millet adına karar verecek tek merci TBMM olmuştu. Dolayısıyla devlet ve millet adına her türlü kararın mecliste alınması gerekiyordu. Bu düşünce doğrultusunda Yeni Türk Devleti’nin ilk siyasî organı olarak açılmış olan TBMM’de, 23 Nisan günü, devletin ve milletin geleceğiyle ilgili olarak, meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla Şerif Bey tarafından yapılan konuşmada; Türk Milleti’nin yabancı köleliğine karşı çıkarak, geleceğini tayin etmek hakkına sahip bulunduğu ve bağımsızlık yolunda direnmek azminde olduğu vurgulanıyordu. Bu çerçevede, Mustafa Kemal Paşa, hemen harekete geçiyor ve 24 Nisan günü Meclise sunduğu ilk önergede yer alan; 1) Hükümetin kurulması zaruridir. 2) Geçici olarak bir hükümet başkanı seçmek veya Padişaha bir vekil tanımak mümkün değildir. 3) Mecliste yoğunlaşan millî iradenin doğrudan doğruya vatanın mukadderatına el koymuş olduğunu kabul etmek temel ilkedir. TBMM’nin üstünde bir kuvvet yoktur. 4) TBMM yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplar. Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir heyet, hükümet, Meclis başkanı bu heyetin de başkanıdır. Not: Padişah ve halife baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclisin düzenleyeceği kanunî esaslar çerçevesinde durumunu alır. şeklindeki prensipler ile, milletin kendi geleceğini, yine kendisinin seçtiği vekiller vasıtasıyla Mecliste belirlemesi hususunda somut bir adım atıyordu. Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu ve TBMM’nin yetkilerini düzenleyen bu önergede, yeni bir hükümet kurulmasının gerekliliğinin de ifade edilmesinden sonra, Türkiye’de gerçek manada millet hakimiyetine dayanan ilk hükümet kurulmuştur. Yeni devletin yapısını ortaya koyan ve ilk hükümetin kurulmasına imkan veren bu önerge, aynı zamanda devlet hayatına yeni ilkeler ve devlete yeni özellikler kazandırmıştır. Özellikle millî hakimiyet prensibinin gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik olması sebebiyle büyük bir önem taşırken, aynı zamanda devletin temel ilkesinin de bu prensip olacağının hukukî anlamdaki güvencesi olmuştur. Millet hakimiyetini esas alan ve TBMM tarafından kabul edilen bu kanunlar, devlet hayatına getirdikleri yapı değişikliği ve yeni prensipler ile adeta bir anayasa niteliği taşımaktadırlar. Bu sebeple bu kanunlar, ilk anayasanın kabul edilmesinden önceki anayasa niteliği taşıyan kanunlar olarak kabul edilirler.Yeni Türk Devleti’nde ilki 20 Ocak 1921 ve diğeri 20 Nisan 1924’te olmak üzere, iki anayasa hazırlanarak meclis tarafından kabul edilmiştir. ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİ VE SONUÇLARI İnsanların düşüncelerini açıklayabilmeleri ve başkalarının haklarına da saygı göstererek inandıkları gibi yaşamaları, ideal bir toplum düzeninin başlıca şartıdır Bu ise ancak hür ve demokratik bir sistem içinde gerçekleştirilebilir. Türk milletinin mutluluğunu sağlamayı başlıca amaç edinen Mustafa Kemal, demokrasinin ülkemizde yerleşmesi için çalıştı Demokrasilerde aynı görüş ve düşüncedeki insanlar, siyasî partiler kurarak yönetimde söz sahibi olmaya çalışırlar Siyasî partiler demokratik rejimlerin vazgeçilmez unsurlarıdır Bu konuda da Mustafa Kemal Paşa, milletine önderlik etti Kendisi bir parti kurup, çok partili siyasî hayata geçişi teşvik etti Çok partili rejimde hükümeti kuran parti veya partiler, muhalefet partileri tarafından denetlenir. Mustafa Kemal Paşa'nın en büyük arzusu demokrasinin ülkemizde tam olarak yerleşmesi idi Bu sebeple ülkede çeşitli partilerin kurulmasını istiyordu. Kurulan Partiler: 1-Cumhuriyet Halk Partisi (9 Ağustos 1923) -I.TBMM’deki Müdafa-ı Hukuk (I.Grup) grubunca kuruldu. -Kurucusu M.Kemal’dir. -Diğer kurucuları : Refik Saydam, Celal Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan, Zülfü Bey idi. Genel Sekreter Recep Peker idi -İlk siyasi partidir. -Devletçidir. -Ekonomide Devletçilik ilkesini benimser. -1923-1950 arasında devlete tek başına hakimdir. -Millet iradesine ve milletin egemenliğine değer verdiler. -Devrimleri gerçekleştiren partidir. -Çok partili hayata geçiş programının ilk adımıdır. -Sivas Kongresi CHP’nin ilk kongresi sayılır. -M.Kemal CHP’nin 2. Kongresinde Nutkunu okudu. 2-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924) -Saltanat, Hilafet yanlıları, ittihatçılar tarafından kuruldu. 29 Ekim 1923'te, CHP üyesi 158 vekil Cumhuriyet'i ilan ederek Mustafa Kemal’i cumhurbaşkanı seçti. Bu olay üzerine, milli mücadele'nin lider ve aydın kadrosunu oluşturan vekillerden, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar Eğilmez, Refet Bele, Bekir Sami, Hüseyin Cahit Yalçın ülkenin diktatörlüğe, despotluğa yöneldiğini iddia ederek mecliste ayrı bir grup oluşturdular. -Gelenekçi ve Osmanlı düzeninden yanaydılar. -Ekonomide liberalizmi savundular. -Dine değer verdiler. Dini duyguları istismar ettiler. -Genel Başkanı Kazım Karabekir’dir. -Parti kurulurken demokrasi esaslarını kabul etti. -İlk Muhalefet partisidir. -İlk kapatılan partidir. -Şeyh Said isyanı gerekçesi ile 3 Haziran 1925’te kapatıldı. -Kurucu ve üyelerinin birçoğu 1926'da idam edildi. ŞEYH SAİD İSYANI (13 Şubat 1925) Halifeliğin kaldırılması, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Kürt Teali Cemiyetinin olumsuz etkileri, İngilizlerin Musul meselesinin kendi lehlerine çözülmesi için kışkırtmaları gibi nedenlerden dolayı çıktı. -İsyan Diyarbakır’da çıkmış ve yayılmıştır. (Erzurum, Elazığ, Muş, Bitlis, Bingöl) -İsyan, İngilizlerle yapılan Musul görüşmeleri sırasında çıkarıldı. -Şeriat esasına dayalı devlet kurma esaslıdır. -İsyan din elden gidiyor propagandası ile başladı. -Cumhuriyet rejimine karşı çıkarılan ilk isyandır. --Fethi Okyar hükümeti doğu illerinde sıkıyönetim ilan etse de isyanı bastıramaz ve istifa eder. Yerine İsmet İnönü hükümeti kurulur. -Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı. -Takrir-i Sükun ilk seferberlik emridir. -Meclis, Hükümete olağanüstü hal yetkileri tanıdı. -Hıyanet-i Vataniye Kanunu genişletildi. -İstiklal mahkemeleri yeniden kuruldu. -Şeyh Said ve yandaşları yakalanarak idam edildi. -İsyandan sorumlu tutulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. -İsyan TBMM’yi yıprattığı için Musul kaybedildi. -Atatürk’ün laiklik ilkesine karşı yapılmış bir isyandır. M. KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ (İZMİR SUİKASTI) (16 Haziran 1926) Laiklik karşıtları ve İttihatçılar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasından sonra Mustafa Kemal’i öldürmekle amaçlarına ulaşacaklarını düşündüler. -Suikast planı bir ihbarcı tarafından ortaya çıkarılınca sorumlular idam edildi. -Olay cumhuriyeti yıkmaya yöneliktir. -İttihatçılar tamamen tasfiye edildi. -Rauf Orbay 10 yıl hapis cezası aldı. SERBEST CUMHURİYET FIRKASI (12 Ağustos 1930) Meclis’te muhalefet oluşturmak, Meclisin denetimini sağlamak amacıyla M. Kemal Fethi Okyar’a Serbest Cumhuriyet Fırkasının kurdurttu. - İkinci muhalefet partisidir. - 1929 dünya ekonomik buhranı ile Liberalizmi deneme ihtiyacı bu partinin kurulmasını gerekli kılmıştır. - Bu partiye ilk kez kadınlar da katıldı. - Yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi, ekonomide devlet müdahalesinin azaltılması amaçlandı. - Bir süre sonra partiye rejim karşıtları sıçradı. Fethi Okyar 17 Kasım 1930’da partiyi kapattı. MENEMEN OLAYI (23 Aralık 1930) Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanması ile eski düzen yanlılarının sığınacakları kapıların kalmaması üzerine Giritli Derviş Mehmet adında biri rejime karşı çıkarak halkı kışkırtmış ve isyanı çıkartmıştır. -Din elden gidiyor, Saltanatı geri getireceğiz, şapka giyen kâfirdir propagandası kullanıldı. -Olaya karşı çıkan Yedek Subay Kubilay öldürüldü. -Menemen olayı çok partili rejim denemelerini durdurmuştur. -Bu olay Serbest cumhuriyet partisinin kapatılmasındaki haklılığı göstermiştir. -Laiklik ilkesine karşı yapılmıştır. ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİNİN SONUÇLARI: - Çok partili rejim denemeleri 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurulması ile başladı. - Kurulan partiler, yaşanan isyanlar demokrasiye geçilmeye hazır olunmadığını gösterdi. - Her kurulan parti eskiye dönüş için kullanıldı. - Şeyh Said İsyanı, Suikast girişimi, Menemen Olayının ortak sonucu laik düzene ve rejim değiştirmeye yönelik geçici isyanlar olmasıdır. - Atatürk döneminde bir daha parti kurulmamıştır. - Türkiye, çok partili hayata 1946 yılında Demokrat Partinin kurulmasıyla geçmiştir. 1946 Seçimini CHP kazandı. (Açık Oy-Gizli Tasnif) - 1946 seçimi ilk çok partili seçimdir. - Tek dereceli sistem 1946’da başladı. - 1950 Seçimini Demokrat Parti (Celal Bayar-Adnan Menderes) kazandı. (Gizli Oy-Açık Tasnif) - 1950 yılında ilk defa CHP dışında farklı bir parti iktidara geldi. Böylece çok partili hayata geçilmiş oldu. HUKUK ALANDA YAPILAN INKILAPLAR A. Medeni Kanunun kabulü B. Ceza Kanunun kabulü C. Hakimler Kanun kabulü D. Ticaret Kanunun kabulü E. Borçlar Kanunun kabulü F. İcra ve İflas Kanunun kabulü Hukuk Alanında Yapılan Değişiklikler : Cumhuriyet öncesinde yargı işleri din adamları tarafından görülürdü. Kadı adı verilen yargıçlar din kurallarına göre karar verirdi. Hukuk alanında yapılan değişiklikle eski mahkemeler kapatıldı. Eski yasalar yürürlükten kaldırıldı. Uygar ulusların yasaları örnek alınarak boşanma, miras, ceza hukuku yeniden düzenlendi. Hukuk devrimi ile kadın - erkek arasında eşitlik sağlandı. Miras konusunda kadın ve erkek eşit pay almaya başladı. Kadınlar da erkekler gibi seçme ve seçilme hakkına kavuştu. Hukuk Alanında Yapılan Devrimler: 1) Şeriye Mahkemelerinin Kaldırılması ve Yeni Mahkemeler Teşkilatının Kurulması Kanunu (8 Nisan 1924) 2) Türk Medeni ve Borçlar Kanunu (17 Şubat 1926) 3) Ceza Kanunu (1926) 4) Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (1927) 5) Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (1929) 6) İcra ve İflas Kanunu (1923) 7) Kara ve Deniz Ticareti Kanunu (1926, 1929) Dini hukuk sisteminden ayrılarak laik çağdaş hukuk sisteminin uygulanmasına başlanmıştır. Hukuksal Devrimler ; Hukuk alanında yapılan ve bir bütün olarak “Hukuk İnkılabı” olarak nitelendirilebilecek inkılapların temel amacı laik, demokratik, akla ve bilimsel esaslara v eşitliğe dayalı bir devlet ve toplum sistemi ile yaşam biçimi oluşturmak; bunları korumak ve geliştirmek için gerekli “aklı hür, vicdanı hür” nesilleri yetiştirebilmektir. a) Hukuksal Devrimlerin Nedenleri ; Dine ve dini örfe dayalı bir hukuk sistemine dayalı Osmanlı Devletinde tüm kuralların İslam hukukuna uydurulması her zaman esas olmuştur. Osmanlı ülkesinde yaşayan Müslüman tebaya İslam hukuku,gayrimüslimlere de kendi hukukları uygulanmakta idi. Bu durum devletin vatandaşlarının kanun karşısında eşit olmamalarını ve din bazında farklı kurallara tabi tutulmaları ile sonuçlanıyordu. Devlet konularının yanı sıra toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları eski Türk gelenekleri ile İslam hukukunun yoğrulması sonucu ortaya konan örfi kurallarla düzenlenmişti. Ticaret, ceza ve usul hukuku alanlarında Tanzimat sonrası Fransa’dan çeşitli kanunlar alınmış; ancak devletin teokratik yapısı ile bu durum çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ayrıca hukuk sistemindeki çok hukukluluk esası, yeni çağın hukuki ihtiyaçlarının karşılanmasında yaşanan sorunlar ve yukarıda yer verilen aksaklıklar, bağımsız ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine ait yeni bir hukuk sistemini yerleştirmesi gerektiğini ortaya koymuştur. b) Hukuksal Devrimlerin Gelişimi Hukuki inkılapların ön şartını oluşturan siyasi inkılapların tamamlanmasının ardından mevcut hukuk sisteminin yenilenmesi amacıyla çalışmalara başlanmış 1923 yılında Adliye Vekaleti nezdinde komisyonlar kurulmuştur. 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu bazı değişiklikler yapılarak Türk Medeni Kanunu olarak yürürlüğe girdi. Bu kanun seçilirken basit dili, açık, hakime geniş takdir yetkisi veren karakteri ve Avrupa’da kabul edilen en yeni, liberal, kadın-erkek eşitliğine dayanan aile düzenini içeren ve demokratik bir devletin ihtiyacını karşılayabilir olması özellikleri etken olmuştur. Bu kanun ile topraklarımızda yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilere ayrı hukuk uygulamaları da sona ermiş; yüzyıllar sonra bu topraklar üzerinde hukuk birliği sağlanmış; azınlıklara verilen hukuki ayrıcalıklar da kaldırılmıştır. Yeni medeni kanun, evlenme, boşanma, miras, velayet, hak ve fiil ehliyeti gibi konularda kadın-erkek eşitliği, tek eşlilik ve medeni nikah usulü getirmiş böylece tüm vatandaşlara aynı medeni hakları sağlamıştır. Medeni Kanunun yanı sıra 1926 yılında Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, 1927 yılında Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunu, 1929 yılında Ceza Muhakemeleri Usulü ve Deniz Ticareti Kanunları, 1932 yılında İcra-İflas Kanunları yine batı kanunlarından yararlanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe girmişlerdir. Hukuk inkılabının en temel adımı ise 20 Nisan 1924 yılında yeni bir anayasanın hazırlanarak yürürlüğe girmesi olmuştur. Yeni anayasa ile, saltanat ve hilafet kaldırılmış; bunların yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkeleri amil kılınmıştır. Bu anayasada “Türk Devleti bir cumhuriyettir,dili Türkçe, dini İslam, başkenti Ankara’dır” ifadesi yer almıştır. Bu anayasada kuvvetler birliği esas alınmış, yargının bağımsızlığı ise vurgulanmıştır. Her türlü kamu hürriyeti ile kız-erkek çocuklarının eşitliği hakim kılınmıştır. 1924 Anayasa’sı devletin tüm işlerinin kanuna uygunluğunu vurgulayarak Cumhuriyetin “hukuk devleti” niteliğinin altını çizmiştir. 30 Kasım 1925’de çıkarılan tekke ve zaviyeler ile türbelerin kapatılmasına ilişkin kanunla laiklik ilkesinin temeli atılmıştır. Bu tür yerlerde yapılan din sömürüsünün engellenmesi, birtakım tarikat unvanlarının kullanımının ve kıyafetlerinin yasaklanması ile Tanrı ile kul arasına girilerek vicdanlarabaskı yapılması önlenmiş; laikliğin temel kuralı olan vicdan özgürlüğünün temeli atılmıştır. Hukuk alanındaki laikleşmeye paralel olarak 1928’de yapılan anayasa değişikliği ile dini hükümler anayasadan tamamen çıkarılmıştır. 1925 yılında çağdaş hukukçular yetiştirilmek üzere Ankara Hukuk Fakültesi açılmış; daha sonra barolar kurulmuş, mahkemeler yeniden düzenlenmiştir. Medeni hukuk alanındaki tüm haklarına kavuşan Türk kadınına 1930 yılında belediye üyelikleri için seçme ve seçilme hakkı, 1934 yılında ise her türlü şeçme ve seçilme hakkı verilmiştir. 1937 yılında laiklik, inkılapçılık, devletçilik, milliyetçilik ve halkçılık ilkelerine anayasada bir madde olarak yer verilmiş; böylece altı ilkenin devletin temel ve vazgeçilmez ilkeleri haline dönüştürülmeleri süreci tamamlanmıştır. Hukuk alanında yapılan inkılaplar ile Türk hukuku laik bir karakter kazanmıştır. Bu karakter sayesinde insanlar arasında hiçbir kıstasa bağlı kalınarak ayrım yapılmıyor; herkes kanun karşısında eşit muameleye tabi tutuluyordu. Kanunların tekliği ve genelliği şeklindeki evrensel ilkenin benimsenmesiyle çok hukukluluk, azınlıklara hukuki ayrıcalık ve imtiyazlar kaldırılıyor; devletin egemenliği önündeki engeller temizleniyordu. Genel anlamıyla Hukuk İnkılabı, dünya işlerini bilim ve akılla yürütme (legal-rasyonalite) yolunu açıyor, devlet yönetiminde keyfiliğin yerine hukuka tabiliği hakim kılıyordu. MEDENİ KANUNUN KABULÜ Türkiye’de 17 Şubat 1926’da İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan 743 sayılı kanundur. 1 Ocak 2002 tarihinde Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kalkmıştır. Medeni hukuk, şahıslar arasındaki ilişkileri düzenleyen, şahısların doğumdan (tüzel kişilerde kuruluşundan) ölümüne (tüzel kişilerde sona ermesine) ilişkilerini düzenleyen özel hukuk dalıdır. Kişiler hukuku, aile hukuku, eşya hukuku, miras hukuku medeni hukuk kapsamında yer alır ve medeni kanunla düzenlenirler. Borçlar hukuku ve ticaret hukuku da aslında medeni hukukun uzantısıdır. Medeni hukuk salt bir hukuk dalı olmaktan öte hukukun özüdür. Türkiye’de Medeni Kanun, İsviçre Medeni Kanunundan iktibas edilmiştir. Kazuistik metoda sahip Prusya Kanunu ile devrimci bir felsefeye sahip katı Fransız Kanunu arasında kalarak ortalama bir yol izlemiştir. Kanuna öncelik tanımakla birlikte hakime takdir hakkı da tanımaktadır. 1926’da kanunun getirdikleri şu şekildedir; • • • • • • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı. Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi. Tek eşle evlilik esası getirildi. Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı. Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi. Patrikhanelerin, din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı. Medeni Kanunun kabulünün ardından Türk hukuk sistemini yenileyen kanunlar sırasıyla alınmaya başlanmıştır. Bunlardan ilki ve en önemlilerinden biri 1 Mart 1926 tarihinde 1889 tarihli İtalya Ceza Kanunundan uyarlanan Türk Ceza Kanunudur. Bu kanunda laikliği güvence altına almak amacıyla laiklik aleyhine sayılabilecek fiilleri kanun iki suç grubu halinde toplamış, din hürriyeti, vicdan ve ibadet hürriyeti aleyhine işlenen suçlar 175 ve 176. maddelerde, laik devlet düzeni aleyhine işlenen dini dernek kurmak, dini propaganda yapmak, telkinde bulunmak suçları 163. maddede düzenlenmiştir. Deniz Ticaret Kanunları alınmıştır." Bundan sonra da Ticaret, Hukuk Usul ve Bundan başka Askeri Ceza Kanunu ile Askeri Muhakeme Usulü Kanunu 22 Mayıs 1930 tarihinde kabul edilmiştir.Askeri Ceza Kanunu Alman ve Fransız Askeri Ceza Kanunları esas alınarak hazırlanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen hukuk inkılabının en önemli özelliği laik hukuk kuralarının kabul edilmiş olmasıdır. Laik hukuk sistemine geçilmesiyle vatandaşlar siyasi ve demokratik haklarına kavuşmuş ve kanun önünde eşit hale gelmişlerdir.Bu durum özellikle kadınların erkeklerle eşit haklara kavuşmaları şeklinde kendisini göstererek toplumda kadınların çeşitli sosyal ve siyasal haklar edinmesine yol açmıştır. Medeni kanunla birlikte hukuk alanında yapılan inkılapların diğer bir sonucu da “hukuk devleti" ne geçişin sağlanmasıdır.Hukuk devletinde devlet de vatandaş kadar hukuka saygılıdır ve devlet yönetiminde keyfilik değil, hukuka uygunluk esastır. Ayrıca yargı hakkı bağımsız mahkemelerce, millet adına, kanunlara uygun olarak kullanılmaktadır. Cumhuriyetle birlikte hukuk alanında gerçekleştirilen yeniliklerin temel amacı, yeni bir düzene geçişte hukukun kültürel değişmeyi sağlayacak önemli unsurlardan biri olarak görülmesidir. CEZA KANUNUNUN KABUL EDİLMESİ 1926 yılının 1 Mart günü yeni Türk Ceza Kanunu TBMM'de kabul edildi. İtalya'dan iktibas edilmiş olmasına rağmen ceza kanunu yaygın kanının aksine faşist döneme ait değildir, ancak faşist kanunları aratmayacak sertliktedir. Yıllar boyunca devrimcilerin, aydınların, muhaliflerin başına bela olan 141 ve 142 no.lu maddeler kanuna 1936'da yapılan değişiklik sırasında eklenmiş, 1991 yılında da kaldırılmış olmalarına rağmen varlıklarını farklı şekillerde sürdürmeye devam ettiler. 1923 yılında cumhuriyet kurulduğunda, Kemalistlerin anlattığı masalların aksine Türkiye'de muhalefet ve çok partili sistem vardı. 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası'na ciddi bir rakip oluşturuyordu. Dünya savaşının ardından mağlubiyete rağmen ulusal devlet kurma projelerini gerçekleştirmek için örgütlenmeye başlayan 5 ila 7 kişilik kadro, Atatürk ve İnönü hariç olduğu gibi bu partideydi. Fakat sivil-askeri bürokrasiye dayanan ve bu sınıfın çıkarlarının temsilciliğini yapan CHF, kendisine muhalefet edilmesine tahammül edecek durumda değildi. Atatürk, TCF yöneticilerini cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçladı. 1925 yılında Şeyh Sait isyanının başlamasıyla birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu çıkartıldı, TCF yasadışı bir örgütmüş gibi yargılandı ve kapatıldı. Bu dönemde Kemalistlerin şeklen de olsa batı kapitalizminin itiraz etmeyeceği, ancak muhalefetin kımıldamasına bile izin vermeyecek sertlikte bir ceza kanununa olan ihtiyaçları ortaya çıktı. Böylece dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından görevlendirilen bir komisyon, 1889 İtalyan Zanardelli kanunu esas alınarak yeni Türk Ceza Kanunu'nu hazırladı. Kanun, 1 Mart 1926'da TBMM'de kabul edildi. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, TBMM'de yaptığı konuşmada yeni kanun hakkında şunları söylüyordu: "Arkadaşlar, ceza kanunumuz çok serttir. Çünkü inkılap çok kıskançtır. Fakat şunu heyet-i celilenize temin edebilirim ki sertliği ile beraber ilmi bir eserdir. Bundan korkacak olanlar ve korkması lazım gelenler Türk milletinin menfaatlerine, Türk milletinin hukukuna ve inkılabına karşı tekin olmayanlardır ve bunların korkması lazımdır." Azılı bir Türk ırkçısı olan ve bu fikirlerini "Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!" diyerek ilan eden Mahmut Esat Bozkurt'un hazırladığı yeni kanunun halka kan kusturacağı daha ilk günden belli olmuştu. Gerçekten de ülkede ne kadar muhalif varsa, kanunun herhangi bir maddesine dayandırılarak ağır cezalara çarptırıldı, idam edildi, yıllarca hapislerde çürütüldü. 1936 yılında ise kanuna bu kez faşist İtalya'dan alınan meşhur 141 ve 142 no.lu maddeler eklendi. Bu maddeler sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde tahakküm kurmasını yasaklıyordu. Kemalistler bu maddeleri kabul etmekle kendileri tarafından anlatılan Türk milletinin "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle" olduğu efsanesini de çürütmüş oluyorlardı; çünkü bu maddeler sosyal sınıfların varlığını kabul ediyor, ancak aralarındaki ilişkinin değiştirilmesini yasaklıyordu. Başka bir ifadeyle, sivil-askeri bürokrasinin iktidarına dokunmaya cüret edenlerin ağır şekilde cezalandırılacağını söylüyorlardı. Türk Ceza Kanunu bu tarihten sonra 53 kere değiştirildi. 141, 142 ve din esasına dayanmayı yasaklayan 163 no.lu maddelerin 31 Ocak 1991'de Bakanlar Kurulu'nda "cebir şartlarına bağlanarak" kaldırılmasına ve yerine bir "Terörle Mücadele Kanunu"nun hazırlanmasına karar verildi. 12 Nisan 1991'de de TBMM'de Terörle Mücadele Kanunu kabul edilerek TCK'nın 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırıldı. cezaevlerinde bu maddelerden yatmakta olanlara koşullu af getirildi. Yerine kabul edilen Terörle Mücadele Kanunu ise eskisini hiçbir şekilde aratmadı. Hakimler Kanununun Kabulü 3 Mart 1926 tarihinde kabul edilmiştir. Bu kanunla mahkemeler bağımsız hale getirilirken, hakimlere verecekleri kararlar sırasında baskı yapılmasının önüne geçilmiş ve kararlarını kanunlar çerçevesinde sadece vicdanlarının sesini dinleyerek vermeleri sağlanmıştır. Ayrıca, siyasî güçlerin, hakimler üzerinde olabilecek olumsuz tesirlerinin önüne geçilmesi maksadıyla, tayin, terfi vs gibi işlerinin de kendi içlerinden oluşturulacak kurullar vasıtasıyla yapılması sağlanmıştır. Ticaret Kanununun Kabulü Alman ve İtalyan Ticaret Kanunları esas alınarak hazırlanmış olan yeni Ticaret Kanunu, Kara Ticaret Kanunu ve Deniz Ticaret Kanunu olmak üzere, iki bölümden oluşmaktadır. Kabul ve yürürlüğe giriş tarihleri farklı olan bu kanunlardan Kara Ticaret Kanunu 29 Mayıs 1926’da kabul edilmiş ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiş iken, Deniz Ticaret Kanunu ise, 13 Mayıs 1929’da kabul edilmiştir. Borçlar Kanununun Kabulü Borçlar Kanunu 8 Mayıs 1928 tarihinde kabul edilmiştir. Ticaret Kanunun bir tamamlayıcısı olarak kabul edilen bu kanun ile, ticaret hayatında sürekli yaşanabilecek alacak – borç sorunu belirli kurallar çerçevesinde çözümlenmeye ve tarafların karşılıklı zarar etmelerinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ayrıca taraflar arasında ticarî ahlâkın korunmasının sağlanması da bu kanunun kabul sebeplerindendir. İcra ve İflas Kanununun Kabulü İsviçre İcra ve İflas Kanunu esas alınarak hazırlanan bu kanun, 24 Nisan 1929 tarihinde kabul edilmiştir. Daha sonra çeşitli konularda eksikleri görülen kanun, 1932 yılında günün şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir. Çeşitli tarihlerde kabul edilen bu kanunlarla birlikte, 1925 yılında ülkenin ihtiyacı olan hukukçuları yetiştirmek üzere Ankara Hukuk Mektebi’nin açılması, Baroların kurulması, Mahkemelerin yeni düzene uygun olarak kurulması ve kadınlara da kademeli olarak, 1930’da Belediye Meclisi seçimlerinde, 1933’te Muhtarlık seçimlerinde ve nihayet 5 Aralık 1934 tarihinde de Milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının verilmesi, şüphesiz hukuk alanında gerçekleştirilen köklü değişiklikleri ihtiva etmektedir. Batı ülkelerinden alınan veya Batıdaki örnekler incelenerek hazırlanan bu kanunlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hukuk alanında gerçekleştirdiği büyük bir inkılâbı ifade etmektedir. Gerçekleştirilen bu inkılâp ile kabul edilen yeni kanunların ortak esprisi, kuşkusuz, teokratik nizama yani din kurallarına göre değil, laik nizama yani akla, mantığa ve bilime göre hazırlanmış olmalarıdır. SOSYAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR ; I. II. III. IV. V. VI. Kılık kıyafette yapılan değişiklik Tekke zaviye ve türbelerin kapatılması Takvim, saat, ölçüler ve rakamlarda değişiklik Soyadı Kanunun kabulü Milli bayramlar ve tatil günlerinin belirlenmesi Kadın haklarının kabulü KILIK KIYAFETTE YAPILAN DEĞİŞİKLİK Mustafa Kemal Paşa, 24 Ağustos 1925 günü Kastamonu'ya yaptığı gezide, kendisini karşılamaya gelenleri, elinde bir parama şapka olduğu halde başı açık olarak selamlamıştı. Böylece kıyafet inkılabını başlatmış oluyordu. Burada söylediği nutukta, "Her bakımdan medeni bir insan olmamız için, kıyafetimizle, fikrimizle, zihniyetimizle değişmemiz gerekiyor" demişti. Bundan sonra yurdun çeşitli yerlerinde vatandaşlar şapka giymeye başlamışlardı. Fes zaten milli bir serpuş değildi. II. Mahmut devrinde Yunanlılar'dan alınmıştı. Osmanlı İmparatorluğunda belli ve birleşik bir kıyafet yoktu. Memurların, din adamlarının kendilerine göre kıyafetleri bulunuyordu. Halkın ise türlü biçimde kıyafetleri vardı. Mahmut II. devrinde memurlarla askerlerde kıyafet birliğini sağlamak maksadıyla değişiklik yapıldı. Memurlar için setre ve pantalon kabul edildiği gibi yine memurlar ve askerlere kavuk yerine fes giydirildi. O zaman şeyhülislam başta olmak üzere bütün ulema fes giymenin şer'an caiz olmadığını ileri sürerek karşı koymuşlardı. Halkın her sınıfı istediğini başına giymekte özgürdü. İlmiye sınıfı sarıklı fes, tarikattan olanlar türlü biçimde külahlar, halktan bazı kimseler de fes kalpak, keçe külah kullanıyorlardı. Kilik1903 yılında Abdülhamit II. süvari ve topçu askerlerine kalpak giydirmek istediği vakit, ulema bu defa da kalpak giyilmesine karşı geldi. Esasında ne fesin, ne de diğer kıyafet unsurlarının din ve milliyetle hiç bir ilgisi yoktu. Ulema yenilikten korktuğu için dini çıkarlarını alet ederek karşı geliyordu. Cumhuriyet devrinde Atatürk, Batı medeniyetinin bir bütün olarak alınmasına taraftar olduğundan medeni kıyafetin kabulünü zaruri buluyordu. 24 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya giden Atatürk elinde bir panama şapka ile otomobilden indi ve halkı selamladı. Kastamonu ve İnebolu'da söylediği nutuklarda kıyafetimizin değiştirilmesi gereğinden şöyle bahsetmiştir: "Biz her noktai nazardan medeni olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır." "Mllite vazıh olarak bilmelidir ki; medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona bigane kalanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeni ailede layık olduğumuz mevkii bulacak ve onu muhafaza ve i'la edeceğiz. Refah, saadet ve insanlık bundadır." Atatürk'ün Kastamonu gezisinden Ankara'ya dönüşünde kendisini karşılamağa gelen halkın çoğu şapkalıydı. Ertesi gün Atatürk'ün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu bir kararla şapka giyilmesini bütün memurlar için zorunlu kıldı. Büyük Millet Meclisi 25 Kasım 1925'de şapkanın bütün milletçe giyilmesi meselesini görüştü ve Şapka Kanununu kabul etti. Şapkanın kabulü ile Türk ulusunu medeni uluslardan ayıran şekle ait özelliklerden en önemlisi kaldırılmış oldu. Din adamlarının kıyafeti: Osmanlı İmparatorluğunda medrese ulemasının özel bir kıyafeti vardı. Ulema siyah cübbe ve şalvar giyer, başına beyaz sarık sarardı. Sarıklı din adamlarının halk üzerinde oldukça kuvvetli manevi bir etkisi vardı. Zamanla dini vazifeleri olmayan bazı kimseler de sarığın bu nüfuzundan istifade etmeği düşündüler ve sarık sarmağa başladılar. Bu kimseler sarığın gölgesine sığınarak ve dini türlü maksatlarına alet ederek halkı soymağa başladılar. Atatürk bu noktaya değinerek demiştir ki: "..Millete hatırlatmak isterim ki, laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Herhalde salahiyet sahibi olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükümetin nazarı dikkatine koyacağım." İslam halkını aydınlatmak ve doğru yola sevk etmek için birçok tarikatlar kurulmuştu. Bu tarikatların şeyhleri, dervişleri ve müritleri vardı. Bunlar tekkelerde oturur, ayin yapar, zikrederlerdi. Tekke adamları hiç bir iş yapmazlar, halktan sağladıkları gelir ile geçinirlerdi. Bunlar bazen nüfuzlarından istifade ederek halkı hükümete karşı ayaklanmaya teşvik ederlerdi. Nitekim Şeyh Sait ayaklanması, hükümetin çalışmalarını çıkarlarına zararlı bulan Şeyh Sait ve müritlerinin tarikat nüfuzlarını siyasete alet ederek çıkardıkları bir ayaklanmadır. Atatürk, bu parazit ve gerici zümrenin kaldırılması gereğini nutuklarından şöyle belirtmiştir: "Biz medeniyetin ilim ve fenninden kuvvet alıyoruz, ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımıyoruz. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır. Halbuki, halk, meczup ve aptal olmamaya karar vermiştir." Şapka kanunu ile birlikte Türk vatandaşlarına şapka giyme zorunluluğunun getirilmesi, Türk kamuoyunda herhangi bir eleştiriye yer vermeksizin ele alınmasına rağmen, batılı gözlemciler için bu değişim çok ilgi çekici bulunarak farklı yorum ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Henüz şapka kanunu çıkmadan önce kamuoyunda şapka giyme konusundaki eğilimin artması üzerine İngiliz Manchester Guardian gazetesinde, başlıkları değiştirmenin kafaları değiştirmekten kolay olduğu söylenerek, yeni Cumhuriyetçilerin kafasının eski Osmanlı kafasından farklı olup olmadığından emin olmadıkları ifade edilmektedir. The Illustrated London News gazetesinde ise şapka’nın fesin yerini aldığı ve Mustafa Kemal Paşa’nın moda konusunda da söz sahibi olduğu belirtilmektedir. Türklere şapka giydirme zorunluluğunun getirilmesini alışılmamış bir durum olarak nitelendiren gazete yine de şapkanın Türkiye’de kalıcı olacağını ve bu durumun çok tuhaf sonuçlar meydana getirdiğini de eklemektedir. Genel olarak İngiliz basınında Türkiye’deki kılık kıyafete ilişkin düzenlemeleri modernleşme ve batılılaşmanın bir gereği olarak ele alan haberlerin yanı sıra bir gün içinde yerleşik bir geleneği ortadan kaldırmanın mümkün olmayacağı, bu hareketin kendiliğinden gelişmediği ve yabancı Avrupalı modellerden kopyalanarak alınanları zorla kabul ettirmenin doğru olmadığı, bu durumun Mustafa Kemal'in pozisyonunu sarsabileceği, yapılanların oldukça hızlı bir seyir takip ettiği ve bu sırada vatandaşların görüşlerinin ön planda tutulmadığı, Türkiye’nin dışarıya karşı tutumlarında yumuşak bir tavır sergilemesine karşın içeride oldukça sert bir politika yürüttüğü vb. pek çok haber ve yoruma da yer verilmiştir." Erkek giyimi üzerindeki bu değişikliğin kadın giyimine de yansıyacağı ve kadınların da kısa süre içinde çarşaftan kurtulacağı ve batılı kız kardeşleri gibi giyinecekleri de belirtilenler arasındadır. TEKKE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI Osmanlı döneminde tekkeler, gitgide, çalışmaksızın tevekkül felsefesini işleyen yerler haline dönüşmüştü; halbuki insanları daha yaşarken dünyadan uzaklaştırıp onları uhrevî âleme çekmek, çağdaş yaşam ile bağdaşamazdı.Toplum yeni bir enerjiye, yeni bir atılıma gereksinim gösteriyor; çağdaş yaşam, insanları çalışmaya, bu çalışmanın yaşarken ödülünü almaya çağırıyordu. Türbeler ise türbedarlar eliyle ölmüş kişilerin manevî varlığından çıkar sağlamaya çalışılan, çalışmaksızın onlardan medet umulan odaklar haline getirilmişti. Ayrıca tekke ve zaviyelerin başında bulunanlar siyasal amaçlarla ve çoğu kez dini siyasete âlet ederek masum vatandaşları suça yöneltiyorlardı.Türkiye Cumhuriyeti artık, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamazdı. İşte 30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı. Tekke ve türbelerin kapatılmasına ilişkin kanunla birlikte tekke ve türbeler kapatılmıştır. Tarikat şeyhleri arasında olayı soğukkanlılıkla karşılayanların yanı sıra büyük bir çoğunluk şaşkına dönmüş ancak durumu teslimiyetle karşılamışlardır. Kapatılan tekke, zaviye ve türbe gibi kurumların başlangıçta dini ve sosyal alanda önemli bir etkinliğe sahipken zamanla iç bünyelerindeki bozulmalar nedeniyle bu sona uğramaları kaçınılmaz olmuştur. Yeni yönetimin hep vurgu yaptığı aklı ve bilimi esas alan köklü bir biçimde modernleşme anlayışı ile eski anlayışı temsil eden kişi ve kurumların etkisini azaltmaya çalışması doğrultusunda artık fonksiyonlarını yitirmiş olan tekke ve zaviyeleri ortadan kaldırılmıştır. TAKVİM, SAAT, ÖLÇÜLER VE RAKAMLARDA DEĞİŞİKLİK Takvim, saat ve ölçülerde değişiklik ,26 Mart 1931'de gerçekleştirilen yasal değişikliklerle Türkiye Cumhuriyeti’nde kullanılan takvim, saat, rakam sistemleri, ağırlık ve uzunluk ölçülerinin değişmesi ile bayram ve tatil günlerinin düzenlenmesini içeren Atatürk Devrimi’dir. SAAT SİSTEMİNDE DEĞİŞİKLİK; Türkiye’deki saat sistemi 26 Aralık 1925’te “Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun”un mecliste görüşülüp kabul edilmesi ile değişti. 697 sayılı kanun, 2 Ocak 1926’da Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun birinci maddesi “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gün, gece yarısından başlar ve saatler sıfırdan yirmi dörde kadar sayılır” diyerek ülkede günün 24 saate bölündüğü saat sistemini yürürlüğe koyar. Kanunun 2. maddesi ile ulusal saat sistemi İzmit’ten geçen 30. meridyen esas alınarak oluşturuldu. Daha önce ülkede Güneş'in battığı anı 12:00 kabul eden “alaturka saat” sistemi geçerli idi. Güneşin tepe noktasında battığı anı esas alan (grubi saat) ve tamamen battığı anı esas alan (ezani saat) saatler arasında farklılık söz konusu idi. Bir de güneşin en tepede bulunduğu anı 12:00 olarak kabul eden sistem (zevali saat) vardı. Ancak bu sistemlerin hiçbirisi ulusal birliği sağlamıyordu. Modern saat sistemine geçilmesi 1909 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda tartışılmış; kabul görmemişti[1]. Yeni saat sisteminin kabulünden sonra halk alafranga saat kullanma alışkanlığı edininceye kadar güçlük yaşandı. Valiliklerin muvakkithanelerdeki ezani saatleri kaldırması ve resmi dairelerde de yeni sistemin esas alınması ile uyum sıkıntıları azaltıldı. TAKVİM SİSTEMİNDE DEĞİŞİKLİK; 26 Aralık 1925’te çıkarılan 698 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti’nde resmi devlet takvimi olarak Milâdî Takvim kabul edildi. Ülkede 1 Ocak 1926’dan itibaren miladi takvim kullanıldı. Daha önce Osmanlı Devleti’nde Tanzimat dönemine kadar Hicri takvim uygulanmış, Tanzimat’tan sonra Hicri ve Rumi takvimler birlikte kullanılmaya başlanmış; ardından sadece Rumi takvim kullanılır olmuştu. Cumhuriyet döneminde Miladi takvime geçildikten sonra bu konuda yapılan son değişiklik, 1945 yılında 4696 sayılı kanunla “Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunuevvel, Kanunusani” isimleri “Ekim, Kasım, Aralık, Ocak” olarak değişmesi oldu. ULUSLAR ARASI RAKAMLARIN KABULÜ; 20 Mayıs 1928’de kabul edilen 1288 numaralı kanun ile Türkiye’de 1 Haziran 1929 tarihinden itibaren uluslararası rakamların kullanılması mecburi hale geldi. Böylece Doğu Arap rakamları bırakılıp Arap rakamları kullanılmaya başladı. Rakamların değiştirilmesi, “harflerin değiştirilmesi” konusunu da gündeme getirdi. AĞIRLIK VE UZUNLUK ÖLÇÜLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ; Onlu yönteme uygun uzunluk ve ağırlık ölçüleri 26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan 1782 Sayılı Kanunla kullanıma girdi. O vakte kadar kullanılan endaze, arşın, kulaç gibi uzunluk ölçülerinin yerini metrik sistem; dirhem, okka gibi ağırlık ölçülerinin yerini miligramdan tona kadar uzanan ölçü sistemi; hacim için kullanılan kile, şinik, tas, ölçek gibi ölçü birimlerinin yerini litre sistemi; yüzey ölçümünde kullanılan dönüm ve çiftlik gibi tabirlerin yerini metrekareden kilometrekareye kadar uzanan sistem aldı. Bu değişiklikler sayesinde ülke içinde ölçülerde birlik sağlandı ayrıca dış ticaret kolaylaştı. Günümüzde 1782 sayılı Kanunun yerini alan 3516 sayılı Ölçüler ve Ayar Kanunu yürürlüktedir. SOYADI KANUNU KABULÜ Soyadı Kanunu, her Türk vatandaşına bir soyadı taşıma yükümlülüğü getiren 2525 sayılı kanundur. İsviçre'den alınarak düzenlenen kanun[kaynak belirtilmeli], 21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilmiş, 2 Temmuz 1934 günü Resmi Gazete'de yayımlanmış ve 2 Ocak 1935′te yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun kabulünden sonra soyadı, Türkiye’de kişilerin kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Soyadı Kanunu'nun kabulü, toplumsal alanda yapılan Atatürk Devrimleri'nden birisidir. Kanuna göre söylerken ve yazarken ön ad önde, soyad sonda kullanılmalıdır. Edebe aykırı ve gülünç soyadlarının, aşiret, yabancı ırk ve millet isimlerinin, rütbe ve memuriyet bildiren isimlerin soyadı olarak alınmasına izin verilmez. Soyadı seçme görevi, 2003'te medeni kanun değişinceye kadar ailenin başı sayılan kocaya verilmiştir. Yasanın amacı, o güne kadar kişilerin ön adlarının yanında bir soyadı yerine dini , sosyal ve ailevi unvanlar taşımalarının yol açtığı olumlu ya da olumsuz ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve nüfus işlemleri, askere alma, okul kaydı, tapu işlemleri gibi alanlarda yaşanan karışıklıkları gidermekti. Bu yasayı takiben 26 Kasım’da çıkarılan 2590 sayılı kanunla "ağa", "hacı", "hafız", "hoca", "efendi", "bey", "beyefendi", "hanım", "hanımefendi", "paşa", "hazret" gibi unvan ve lakapların kullanılması yasaklandı. Mustafa Kemal'in Soyadı Kanunu'ndan sonra aldığı 993.814-B seri ve 51 sıra numaralı nüfus hüviyet cüzdanı Soyadı Kanunu'nun çıkmasından 5 ay sonra 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından oy birliği ile kabul edilen 2587 sayılı kanunla cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi. 17 Aralık 1934’te çıkarılan yasa ile bu soyadının diğer kişiler tarafından kullanılması yasaklandı. O nedenledir ki Mustafa Kemal'in kız kardeşi Makbule "Atadan" soyadını almıştır. Kanunun “yabancı ırk ve millet isimleri”nin kullanımını yasaklayan 3. maddesi; anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı bulunduğu iddiası ile tartışma ve dava konusu olmaktadır[4]. Bu maddeye göre soyadı ‑ oğlu ile bitebilirken, Ermenice ian, ‑ yan, Slavca ‑ of, ‑ ov, ‑ vich, ‑ ic, Rumca ‑ is, ‑ dis, ‑ pulos, ‑ aki, Farsça ‑ zade, Arapça ‑ mahdumu, ‑ veled, ‑ bin soneklerine izin verilmez. Soyadı konusundaki en önemli sorunlardan biri de uygun, güzel ve farklı soyadı alabilmek olmuştur. Basının bu konudaki önerilerinden biri iki sözcüğün birleşmesinden oluşan anlamlı kelimelerin soyadı olarak alınmasıdır. Bunun dışında soyadı alma konusunda karışıklıkları önlemek ve halka yol göstermek amacıyla İç İşleri Bakanlığınca soyadlarının bulunduğu bir kitap yayınlama kararı alınmış ve Aksaray Milletvekili Besim Atalay’ın “Türk Adları" adlı kitabı Türk Dil Kurumunca yayınlanmıştır. Burada yer alan isimler alfabetik sırayla gazetelerde yayınlanmaya başlanmıştır. Bunların temel özelliği öz Türkçe oluşları ve o gün kullanılan Türkçe'ye pek de uygun olmamalarıdır. Gerek yazılışları gerekse Bunun okunuşları zor olan bu adların pek yaygınlaşmadığı bugünkü soyadlarına bakıldığında anlaşılmaktadır." Atatürk inkılapları arasında önemli bir yere sahip olan ve milli devletin oluşumunda önemli bir katkı sağlayan soyadı konusuna günümüz perspektifinden bakıldığında bu yenilikle amaçlananın büyük ölçüde gerçekleştiğini söylemek mümkündür. O günün Türkiye'sinde vatandaşların büyük bir kısmı kanunun soyadı alma konusunda verdiği süre dolmadan soyadlarını alarak ortak bir tutum sergilemişlerdir. Soyadı konusunun 40'lı yıllarda gündeme gelmesi, Atatürk ilkelerinden biri olan milliyetçilik anlayışındaki değişim sonucunda Turancılığa varan Türkçülük söyleminin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Soyadı konusunu ele alan bu görüşe sahip bilim adamları belli ölçüde haklı olmakla birlikte (özellikle kanunun ruhuna aykırı olarak batılı dillerde kullanılan isimlere benzetmek suretiyle soyadı alınması konusunda) alınan soyadlarının neredeyse büyük bir çoğunluğunun değiştirilmesi ile sonuçlanacak olan önerileri pek makul olmasa gerektir. Aslında gerek yayınlanan Nizamname aracılığıyla gerekse her bölgede memur ve öğretmenlerin görevlendirilmesi şeklinde konunun üzerinde hassasiyetle durulmasına rağmen kanuna aykırı soyadı alınması, uygulamadaki ihmal veya bilgisizlikten kaynaklanmıştır. MİLLİ BAYRAMLARIMIZ HAKKINDA BİLGİLER Ulusal bayramlarımız sırasıyla 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim’dir. 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI 23 Nisan’ın mili bayram olarak kutlanmasının nedeni 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmış olmasıdır. Bu olay Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal egemenliği yani halkın kendi kendini idare etmesini temsil eder. Mustafa Kemal 23 Nisan’ı Türk ve Dünya çocuklarına armağan etmiştir. Her yıl 23 Nisan’da Dünya çocukları ülkemize misafir olur ve Türk çocuklarıyla birlikte bu bayram şenliklerle kutlanır. 19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI Atatürk Milli Mücadeleye başlamak üzere 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmıştır. Bu gün 20 Haziran 1938 tarih ve 3466 sayılı kanunla milli bayram olarak kabul edilmiştir. Her yıl 19 Mayıs günü Türkiye’nin her yerinde Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanır, kutlamalarda beden eğitimi ve spor gösterileri yapılır. 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI 26-30 Ağustos 1922 tarihinde yapılan Büyük Taarruz ile Türk devriminin askeri aşaması sona ermiştir. Kurtuluş Savaşı 30 Ağustos günü kazanlılan zaferle askeri anlamda sona ermiştir. Kurtuluş Savaşımızın nihayete erdiği gün diyebileceğimiz 30 Ağustos her yıl Zafer Bayramı’mız olarak törenlerle kutlanmaktadır. 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI 29 Ekim’im milli bayram olarak kutlanmasının nedeni 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in ilan edilmiş olmasıdır. Her 29 Ekim Cumhuriyetimizin kuruluş yıldönümü olması nedeniyle törenlerle kutlanır. KADIN HAKLARININ KABULÜ; İslâmiyet öncesi Orta Asya Türk toplumlarında ailenin ve kadının büyük bir değeri vardı. Kadın her alanda eşi ile yan yana olur, çalışır, savaşır, devletine ve çadırına sahip çıkardı. Göçebe yaşam gereği olarak rahat, özgür bir yaşama sahipti. Bu durum İslâmiyet'in kabulü ile daha sonraları kısıtlayıcı bir hal almıştır. İslâm dinin getirdiği kısıtlamalar yanında; yönetimin ve erkeklerin keyfi idareleri Türk kadınını ikincil konuma itmiştir. Toplumdan uzaklaşan kadın eğitim öğretimden de mahrum olmuş, serbestçe hareket etmeye alıştığı yaşamdan tamamen uzaklaşmıştır. Evlenirken söz hakkı tanınmamış, mirasta, şahitlikte eşit tutulmamış, kara çarşafa, eşinin odasına adeta hapsedilmiştir. Her ne kadar kırsal kesim kadını yaşamı gereği hâlâ göçebe hayatın izlerini taşısa da, tarlasında, hayvanının peşinde olsa da, o da şehirli gibi kısıtlanacaktır. Türk Kadınının bu durumu yapılan bazı düzenlemelerle iyileştirilmeye çalışılmıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde kadına bazı haklar verilmek istenmiştir. Bu haklar çok sınırlı kalmıştır. Türk kadını bu kısıtlamalara rağmen her zaman görevinin, sorumluluğunun bilincinde olarak hem I. Dünya Savaşı'nda hem de Kurtuluş Savaşı'nda düşmana karşı erkeğiyle savaşmış, vatanını korumuştur. Kurtuluş Savaşı'nda hem cephede hem de cephe gerisinde gösterdiği başarı, azim ve kararlılık Türk kadınına hak ettiği değerin verilmesini sağlayacaktır. Atatürk'ün devletin yeni rejimini ilân ederken, ilke ve inkılâplarına da zemin hazırlamıştır. Bu inkılâplarının en önemlisini hukuk ve kadın haklarında gerçekleştirmiştir. Böylece Türk kadınına verilen haklar ile Türkiye Cumhuriyeti daha güçlenecektir. Çünkü Atatürk, Anadolu kadınını gösterdiği cefâkarlıktan dolayı diğer ulusların kadınlarından daha üstün tutmuştur. Anadolu kadınının yüceltilmeye layık olduğunu belirterek toplumun her kesiminde yer almasını istemiştir. Türk kadını, 1930 ve 1934 verilen haklarla milletvekili seçmiş - seçilmiş, yerel seçimlere katılmıştır. Bugün, toplumda kadınların söz sahibi olmalarının, meclise girebilmelerinin, her meslek grubunda çalışmalarının sebebi yapılan inkılaplardır. Bu inkılapların değeri bilinip, korundukça kadın hakları da gelişecektir.