Uploaded by kizilbeyzanur8

ŞEHMUS-ÖDEV

advertisement
DİCLE ÜNİVERSİTESİ
DİYARBAKIR TEKNİK BİLİMLER MESLEK YÜKSEKOKULU
PARK VE BAHÇE BİTKİLERİ BÖLÜMÜ
PEYZAJ VE SÜS BİTKİLERİ PROGRAMI TARİH DERSİ ÖDEV
2019/2020 1. Ara Sınavı Ödevi
Adı Soyadı : Şeyhmus Kızıl
No:18116008
KONU: SİYASİ,SOSYAL VE HUKUK ALANINDA INKILAPLARIN TÜRK VE
DÜNYA ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR :
Siyasi alanda yapılan inkılaplar Ülkemizin işgaline karşı başlatılan Milli Mücadele;
beraberinde çağının ve toplumunun ihtiyaçlarına cevap veremeyen kurumlarını kökten
değiştirmeyi hedefleyen Türk inkılâp sürecini başlatmıştır. Siyasi alanda yapılan
inkılaplar ;
1.
2.
3.
4.
5.
6.
Ankara'nın Başkent Oluşu (27 Aralık 1919)
Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Yeni Türk Devletinde Anayasa Hareketleri
Çok Partili Rejim Denemeleri ve Sonuçları
ANKARANIN BAŞKENT OLUŞU (27 ARALIK 1919)
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, 19 mayıs 1919’da, Samsun’da Anadolu topraklarına
ayak basarak Milli Mücadele’ye başlamıştı. Erzurum, Sivas kongrelerinden sonra,
Kırşehir yolu ile, 27 aralık 1919’da Ankara’ya geldi. Günlerden cumartesiydi. Ankara ve
çevresinin halkı, Mustafa Kemal’i ve beraberindekileri, yollara dökülerek, sevinç
gözyaşları içinde karşıladı. Önce Vilayet Konağı’na inen Mustafa Kemal, Ankara Ziraat
Okulu’nda kendisine ayrılan daireye yerleşti.
Ankara o günden sonra bir daha eskisi gibi olmadı. Milli Mücadele’nin, hürriyet ve
bağımsızlığa kavuşma savaşının merkezi haline geldi. Ankara, Birinci Büyük Millet
Meclisi’nin toplanmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süre içinde sayısız
olaylara sahne oldu, 13 Ekim 1923‘te başkent olarak kabul edildi.
Ankara coğrafi özelliklerinin yanı sıra, diğer yörelerimize göre merkezi konumda olması
nedeniyle başkent olarak seçilmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın idare merkezi de olan
Ankara’da 23 Nisan 1920’de TBMM açılmıştı. Mecliste başkentin İstanbul olarak
kalacağı ya da Ankara’nın başkent olacağı yönünde çeşitli fikirler ortaya sürülmüştür.
Ancak İsmet Paşa’nın sunduğu tek maddelik bir önerge ile Ankara başkent olarak
seçilmiştir.
SALTANATIN KALDIRILMASI;
Saltanatın kaldırılmasına doğrudan doğruya yol açan olay, Kurtuluş Savaşı'nın başarı
ile sonuçlanmasından sonra toplanması öngörülen barış konferansına Ankara ve
İstanbul hükümetlerinin birlikte davet edilmeleridir.
17 Ekim tarihli bir telgrafla sadrazam Tevfik Paşa barış konferansında ortak bir tavır
belirlemek amacıyla Mustafa Kemal'e başvurmuştur. 20 Ekim tarihli, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanlığına hitap eden ikinci bir telgrafta Tevfik Paşa Babıali ile Büyük
Millet Meclisi arasında amaç bakımından tam bir birlik olduğunu, Sevr Antlaşmasını
iptal ettirmek ve işgalin sonuçlarını ortadan kaldırmak için beraberce mücadele
edildiğini belirterek ulusal birliğin önemini vurgulamış ve vatan uğruna kişisel
hırslardan vazgeçilmesi gerektiğini belirtmiştir.28 Ekim'de İtilaf
Devletleri İsviçre'nin Lozan kentinde toplanacak olan konferansa İstanbul ve Ankara
hükûmetlerini resmen davet etmiştir. Bunun üzerine iki gün sonra toplanan TBMM,
İstanbul hükûmetinin tasfiyesine yönelik 82 imzalı karar tasarısını görüşmüşse de aynı
gün sonuç alamamış, ancak 1 Kasım tarihli toplantıda Mustafa Kemal'in sert
müdahalesi üzerine saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir. Kararname, ilga
hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şeklî hükûmetin 16 Mart 1920'de tarihe
intikal ettiğini" bildirmiştir.Aynı gün alınan bir başka Meclis kararıyla 1 ve 2 Kasım
günleri milli bayram ilan edilmiştir.
Mustafa Kemal'in ifadesine göre milletvekillerinin birçoğu saltanatın kaldırılması
kararına karşı çıkmışlardır. Bakanlar kurulu başkanı Rauf Bey (Orbay) başta karşı
çıktığı karara 29 Ekim'de Mustafa Kemal ile görüştükten sonra taraftar olmuştur. Buna
karşılık liberal görüşleriyle tanınan Mersin vekili Selahattin Bey (Köseoğlu) sonuna
kadar karara muhalif kalmıştır. Oylama sırasında bağırışarak açık oy ve sayım isteyen
milletvekillerine rağmen sayım yapılmamış ve kararın oy birliği ile alındığı ilan
edilmiştir.
Gerek Rauf gerek Selahattin Beyler daha sonra kaleme aldıkları anılarında,
cumhuriyete prensip olarak karşı olmadıklarını, ancak padişahlığı kişisel diktatörlük
eğilimlerine karşı bir engel olarak gördükleri için kaldırılmasına muhalif olduklarını
anlatırlar.
Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda 15 Nisan 1923'te yapılan bir değişiklikle, saltanatın
lağvına dair kararnameye karşı sözle ve basın yoluyla muhalefet etmek vatan hainliği
kapsamına alınmış ve idamla cezalandırılmıştır.
Kararnamenin ilanından sonra sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında 4 Kasım günü son
toplantısını yapan Osmanlı hükûmeti istifasını padişaha sunmuştur. 5
Kasım'da Ankara hükumetinin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa (Bele) tüm bakanlık
müsteşarlarını Divanyolu'ndaki Şark Mahfilinde toplayarak her türlü faaliyete son
vermelerini tebliğ etmiştir. 7 Kasım'da Babıali'deki başbakanlık dairesi resmen
boşaltılmış ve Osmanlı Devleti'nin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin yayınına son
verilmiştir.
Saltanatın Kaldırılmasının Sebepleri
1. Saltanat sisteminin ulusal egemenlik anlayışına ters düşmesi
2. Kurtuluş Savaşı’nı TBMM kazandığı halde, Lozan Konferansı’na saltanatı temsilen
İstanbul Hükümetinin de çağrılması.
3. İstanbul Hükümeti ve padişahın, Kurtuluş Savaşı sırasında Milli Mücadele’ye karşı
olması ve Millî Mücadele’yi engellemeye çalışması
4. TBMM Hükümetinin padişahın da yanında bulunduğu İtilaf Devletleri’ne karşı
kesin bir zafer kazanması
5. Ülke yönetiminde ve barış görüşmelerinde iki ayrı hükümetin bulunmasının milli
menfaatlere uygun olmaması
İtilaf Devletleri 27 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti yanında İstanbul Hükümeti’ni de
Lozan Görüşmeleri’ne davet etmişlerdir. Osmanlı Hükümeti adına Sadrazam Tevfik
Paşa meclise bir telgraf çekerek TBMM Hükümeti yanında konferansa katılmak
arzusunda olduğunu bildirmiştir. İtilaf Devletleri’nin bu şekilde davranarak Türk tarafı
arasında ikilik çıkarma ve konferans sırasında istediklerine daha kolay ulaşma
amaçlarına karşı Mustafa Kemal, İstanbul Hükümetinin bu önerisini reddetmiştir.
1 Kasım 1922’de kabul edilen kanunla saltanat ve halifelik birbirinden ayrılmış,
saltanatın 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgaliyle birlikte tarihe karıştığı kabul edilmiştir.
Halifeliğin ise Osmanlı hanedanından bir kişinin TBMM tarafından bu göreve
getirilmesiyle devam etmesi kararlaştırılmıştır.
Saltanatın Kaldırılmasının Sonuçları
 Bir ülkede iki ayrı yönetimin bulunmasına son verildi, 
Altı
yüz
yıllık
Osmanlı saltanatı sona erdi.
 Ulusal egemenliğin tam olarak sağlanması için Önemli bir adım atıldı.
 TBMM, Türkiye’de tek yasal güç haline geldi.
 Din ve devlet işlerinin tek bir makamın elinde bulunmasına son verilerek laiklik
alanında ilk adım atılmış oldu.
 Son Osmanlı padişahı VI. Mehmet Vahdettin, 17 Kasım 1922’de ülkeyi terk etti.
 Halifelik, Osmanlı Devleti’ndeki siyasi gücünü kaybederek sembolik bir makam
haline geldi.
 Yapılacak inkılaplara zemin hazırlandı.

Lozan Barış Görüşmeleri’nde Türkiye’yi bir heyetin temsil etmesi sağlanarak 
İtilaf devletlerinin ikilik çıkarma planı sonuçsuz bırakıldı.
CUMHURİYETİN İLANI (29 EKİM 1923)
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti’nin
bağımsızlığı kabul edilmişti. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923’de Ankara Türkiye Devleti’nin Hükümet
Merkezi oldu.
Artık, mevcut rejimin isminin de bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin
başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar Devlet Başkanlığı görevi, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak Atatürk tarafından yürütülmüştü. Diğer
taraftan bazı yabancı ülkeler de Lozan Antlaşması’nı onay için Türkiye’deki yeni
devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyorlardı. Bu sıralarda, 27 Ekim
1923’te İcra Vekilleri Heyeti’nin istifası ve Meclis’in güvenini kazanacak bir kabine
listesinin oluşturulamaması da bu soruna ivedi bir çözüm gerektirdi. İşte, iç ve dış
şartların doğurduğu bu gelişmeler sonucu 29 Ekim 1923 akşamı cumhuriyet ilân
edildi. Bu suretle yeni devletin yönetim biçimi bütün açıklığı ile ismini almış
oluyordu.
Cumhuriyetin ilânı ile "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" kuralı, artık devlet
yönetiminde, en belirgin şekliyle yerini alıyor; demokrasiye giden yol daha aydınlık
olarak çiziliyordu.
Atatürk, cumhuriyeti ilân ederken demokrasinin bütün kurallarının zamanı
geldikçe uygulanması görüşünde idi. Türk milletinin, siyasal haklarını dilediği gibi
kullanması, memlekette çoğulcu demokrasinin işlerlik kazanması, onun baş amacı
idi. Nitekim çok partili döneme geçme ile ilgili Atatürk döneminde yapılan iki büyük
deneme, bu hususu göstermektedir; ancak çağdaşlaşmayı amaçlayan büyük
devrimlerin yapıldığı bu dönemde, muhalefet partileri iyi niyetlerine rağmen
kendilerine katılan gerici çevrelerin, cumhuriyet rejimini devirmek isteyen
fırsatçıların da gizli faaliyet odakları haline geldi. Bu suretle şartların henüz müsait
olmadığı bir dönemde, çok partili rejim, ister istemez bir süre daha ileriye bırakıldı.
Bu bakımdan Atatürk dönemini ve bu döneme egemen olan tek parti rejimini,
Türkiye’yi çoğulcu demokrasiye ulaştırma yolunda gelecek için engelleri ortadan
kaldırmayı amaçlayan, bu nedenle halkın siyasal ve sosyal eğitime önem veren bir
zaman aralığı olarak yorumlamak gerekir.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI (3 MART 1924)
Saltanatın kaldırılmasına, cumhuriyetin ilânına karşın hiçbir gereği kalmayan
halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu. İstanbul’daki son halife de bu
durumdan yararlanarak cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş
görüntüsünü vermekten çekinmiyor, tantanalı törenler düzenliyor, devlet
bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu.
Bu tutum, devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor, bir kısım basın da
halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu. Halbuki büyük özverilerle kurulan genç
Türkiye Cumhuriyeti’ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi. Artık
halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924 tarihinde
çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı.
Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha
attı; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında
"halifeli cumhuriyet" söz konusu olamazdı. Anayasa’da, 1928’de yapılan bir
değişiklikle "Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâmdır" maddesinin de kaldırılması,
cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik
yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937’de lâiklik, Türkiye
Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa’da yer aldı.
YENİ TÜRK DEVLETİNDE ANAYASA HAREKETLERİ
Bir devletin gücünü nereden aldığı ve buna bağlı olarak hangi ilkeler çerçevesinde
yönetileceği hususunda en belirleyici unsur şüphesiz o devletin Anayasasıdır. Dolayısıyla,
Millî Egemenlik gibi yeni bir sistem benimsenerek, bu esasa göre teşkil edilmiş olan Yeni
Türk Devleti’nin de bir Anayasasının olması tabiidir. Ancak, bir Anayasanın
hazırlanarak yürürlüğe konulması zaman isteyen bir iştir. Bu sebeple, Yeni Türk
Devleti’nde Anayasanın kabulünden önce daha pratik olduğu için Anayasa niteliğinde
bazı kanunlar çıkarılmıştır.
İlk Anayasanın Kabulünden Önce Çıkarılan Anayasa Niteliğindeki Kanunlar;
Millî Mücadele döneminin devlet müessesesi; milletin içinden doğan, millî hayatı fiilen
sevk ve idare eden ve her alanda milletin hem temsilcisi, hem de organizatörü olan bir
teşkilat idi. Yani bu dönemde devlet, millete dayanan, gücünü milletten alan ve milletin
hakimiyetini her şeyin üstünde tutan bir yapıdaydı.
Bu anlamda Yeni Türk Devleti, millî hakimiyet esasını benimsemiş olması sebebiyle,
hakimiyetin kaynağı konusunda Osmanlı Devleti’ne göre farklı bir özellik gösteriyordu.
Sadece bu farklılıkla da yetinmeyen Yeni Devlet, modern ve halkçı bir yapıyı benimseyip
geliştirmek düşüncesindeydi. Bu yapının gerçekleşebilmesi için ise, sistemin temelini
oluşturacak bazı yeni kanunların hazırlanarak uygulamaya konulması gerekiyordu.
23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılmasıyla da, başta bu yöndeki kanunların
hazırlanması işi olmak üzere, Mecliste yoğun bir çalışma başlatılmıştı. Çünkü, Mustafa
Kemal’in 22 Nisan 1920’de bütün askerî ve mülkî erkana gönderdiği telgrafta da belirttiği
gibi, meclisin açılmasından itibaren, bütün makamlar ve millet adına karar verecek tek
merci TBMM olmuştu. Dolayısıyla devlet ve millet adına her türlü kararın mecliste
alınması gerekiyordu.
Bu düşünce doğrultusunda Yeni Türk Devleti’nin ilk siyasî organı olarak açılmış olan
TBMM’de, 23 Nisan günü, devletin ve milletin geleceğiyle ilgili olarak, meclisin en yaşlı
üyesi sıfatıyla Şerif Bey tarafından yapılan konuşmada; Türk Milleti’nin yabancı
köleliğine karşı çıkarak, geleceğini tayin etmek hakkına sahip bulunduğu ve bağımsızlık
yolunda direnmek azminde olduğu vurgulanıyordu.
Bu çerçevede, Mustafa Kemal Paşa, hemen harekete geçiyor ve 24 Nisan günü Meclise
sunduğu ilk önergede yer alan;
1) Hükümetin kurulması zaruridir.
2) Geçici olarak bir hükümet başkanı seçmek veya Padişaha bir vekil tanımak mümkün
değildir.
3) Mecliste yoğunlaşan millî iradenin doğrudan doğruya vatanın mukadderatına el
koymuş olduğunu kabul etmek temel ilkedir. TBMM’nin üstünde bir kuvvet yoktur.
4) TBMM yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplar. Meclisten seçilecek ve vekil
olarak görevlendirilecek bir heyet, hükümet, Meclis başkanı bu heyetin de başkanıdır.
Not: Padişah ve halife baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclisin düzenleyeceği
kanunî esaslar çerçevesinde durumunu alır. şeklindeki prensipler ile, milletin kendi
geleceğini, yine kendisinin seçtiği vekiller vasıtasıyla Mecliste belirlemesi hususunda
somut bir adım atıyordu. Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu ve TBMM’nin yetkilerini
düzenleyen bu önergede, yeni bir hükümet kurulmasının gerekliliğinin de ifade
edilmesinden sonra, Türkiye’de gerçek manada millet hakimiyetine dayanan ilk hükümet
kurulmuştur.
Yeni devletin yapısını ortaya koyan ve ilk hükümetin kurulmasına imkan veren bu
önerge, aynı zamanda devlet hayatına yeni ilkeler ve devlete yeni özellikler
kazandırmıştır. Özellikle millî hakimiyet prensibinin gerçekleştirilmesini sağlamaya
yönelik olması sebebiyle büyük bir önem taşırken, aynı zamanda devletin temel ilkesinin
de bu prensip olacağının hukukî anlamdaki güvencesi olmuştur.
Millet hakimiyetini esas alan ve TBMM tarafından kabul edilen bu kanunlar, devlet
hayatına getirdikleri yapı değişikliği ve yeni prensipler ile adeta bir anayasa niteliği
taşımaktadırlar. Bu sebeple bu kanunlar, ilk anayasanın kabul edilmesinden önceki
anayasa niteliği taşıyan kanunlar olarak kabul edilirler.Yeni Türk Devleti’nde ilki 20
Ocak 1921 ve diğeri 20 Nisan 1924’te olmak üzere, iki anayasa hazırlanarak meclis
tarafından kabul edilmiştir.
ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİ VE SONUÇLARI
İnsanların düşüncelerini açıklayabilmeleri ve başkalarının haklarına da saygı göstererek
inandıkları gibi yaşamaları, ideal bir toplum düzeninin başlıca şartıdır Bu ise ancak hür
ve demokratik bir sistem içinde gerçekleştirilebilir.
Türk milletinin mutluluğunu sağlamayı başlıca amaç edinen Mustafa Kemal,
demokrasinin ülkemizde yerleşmesi için çalıştı Demokrasilerde aynı görüş ve
düşüncedeki insanlar, siyasî partiler kurarak yönetimde söz sahibi olmaya çalışırlar
Siyasî partiler demokratik rejimlerin vazgeçilmez unsurlarıdır Bu konuda da Mustafa
Kemal Paşa, milletine önderlik etti Kendisi bir parti kurup, çok partili siyasî hayata
geçişi teşvik etti Çok partili rejimde hükümeti kuran parti veya partiler, muhalefet
partileri tarafından denetlenir.
Mustafa Kemal Paşa'nın en büyük arzusu demokrasinin ülkemizde tam olarak yerleşmesi
idi Bu sebeple ülkede çeşitli partilerin kurulmasını istiyordu.
Kurulan Partiler:
1-Cumhuriyet Halk Partisi (9 Ağustos 1923)
-I.TBMM’deki Müdafa-ı Hukuk (I.Grup) grubunca kuruldu.
-Kurucusu M.Kemal’dir.
-Diğer kurucuları : Refik Saydam, Celal Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle,
Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan, Zülfü Bey idi. Genel Sekreter Recep
Peker idi
-İlk siyasi partidir.
-Devletçidir.
-Ekonomide Devletçilik ilkesini benimser.
-1923-1950 arasında devlete tek başına hakimdir.
-Millet iradesine ve milletin egemenliğine değer verdiler.
-Devrimleri gerçekleştiren partidir.
-Çok partili hayata geçiş programının ilk adımıdır.
-Sivas Kongresi CHP’nin ilk kongresi sayılır.
-M.Kemal CHP’nin 2. Kongresinde Nutkunu okudu.
2-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924)
-Saltanat, Hilafet yanlıları, ittihatçılar tarafından kuruldu. 29 Ekim 1923'te, CHP üyesi
158 vekil Cumhuriyet'i ilan ederek Mustafa Kemal’i cumhurbaşkanı seçti. Bu olay
üzerine, milli mücadele'nin lider ve aydın kadrosunu oluşturan vekillerden, Kâzım
Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar
Eğilmez, Refet Bele, Bekir Sami, Hüseyin Cahit Yalçın ülkenin diktatörlüğe, despotluğa
yöneldiğini iddia ederek mecliste ayrı bir grup oluşturdular.
-Gelenekçi ve Osmanlı düzeninden yanaydılar. -Ekonomide
liberalizmi savundular.
-Dine değer verdiler. Dini duyguları istismar ettiler.
-Genel Başkanı Kazım Karabekir’dir.
-Parti kurulurken demokrasi esaslarını kabul etti.
-İlk Muhalefet partisidir.
-İlk kapatılan partidir.
-Şeyh Said isyanı gerekçesi ile 3 Haziran 1925’te kapatıldı. -Kurucu
ve üyelerinin birçoğu 1926'da idam edildi.
ŞEYH SAİD İSYANI (13 Şubat 1925)
Halifeliğin kaldırılması, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Kürt Teali Cemiyetinin
olumsuz etkileri, İngilizlerin Musul meselesinin kendi lehlerine çözülmesi için
kışkırtmaları gibi nedenlerden dolayı çıktı.
-İsyan Diyarbakır’da çıkmış ve yayılmıştır. (Erzurum, Elazığ, Muş, Bitlis, Bingöl) -İsyan,
İngilizlerle yapılan Musul görüşmeleri sırasında çıkarıldı.
-Şeriat esasına dayalı devlet kurma esaslıdır.
-İsyan din elden gidiyor propagandası ile başladı.
-Cumhuriyet rejimine karşı çıkarılan ilk isyandır.
--Fethi Okyar hükümeti doğu illerinde sıkıyönetim ilan etse de isyanı bastıramaz ve istifa
eder. Yerine İsmet İnönü hükümeti kurulur.
-Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı.
-Takrir-i Sükun ilk seferberlik emridir.
-Meclis, Hükümete olağanüstü hal yetkileri tanıdı.
-Hıyanet-i Vataniye Kanunu genişletildi.
-İstiklal mahkemeleri yeniden kuruldu.
-Şeyh Said ve yandaşları yakalanarak idam edildi.
-İsyandan sorumlu tutulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı.
-İsyan TBMM’yi yıprattığı için Musul kaybedildi.
-Atatürk’ün laiklik ilkesine karşı yapılmış bir isyandır.
M. KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ (İZMİR SUİKASTI) (16
Haziran 1926)
Laiklik karşıtları ve İttihatçılar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasından
sonra Mustafa Kemal’i öldürmekle amaçlarına ulaşacaklarını düşündüler.
-Suikast planı bir ihbarcı tarafından ortaya çıkarılınca sorumlular idam edildi.
-Olay cumhuriyeti yıkmaya yöneliktir.
-İttihatçılar tamamen tasfiye edildi.
-Rauf Orbay 10 yıl hapis cezası aldı.
SERBEST CUMHURİYET FIRKASI (12 Ağustos 1930)
Meclis’te muhalefet oluşturmak, Meclisin denetimini sağlamak amacıyla M. Kemal Fethi
Okyar’a Serbest Cumhuriyet Fırkasının kurdurttu.
- İkinci muhalefet partisidir.
- 1929 dünya ekonomik buhranı ile Liberalizmi deneme ihtiyacı bu partinin kurulmasını
gerekli kılmıştır.
- Bu partiye ilk kez kadınlar da katıldı.
- Yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi, ekonomide devlet müdahalesinin
azaltılması amaçlandı.
- Bir süre sonra partiye rejim karşıtları sıçradı. Fethi Okyar 17 Kasım 1930’da partiyi
kapattı.
MENEMEN OLAYI (23 Aralık 1930)
Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanması ile eski düzen yanlılarının sığınacakları
kapıların kalmaması üzerine Giritli Derviş Mehmet adında biri rejime karşı çıkarak
halkı kışkırtmış ve isyanı çıkartmıştır.
-Din elden gidiyor, Saltanatı geri getireceğiz, şapka giyen kâfirdir propagandası
kullanıldı.
-Olaya karşı çıkan Yedek Subay Kubilay öldürüldü.
-Menemen olayı çok partili rejim denemelerini durdurmuştur.
-Bu olay Serbest cumhuriyet partisinin kapatılmasındaki haklılığı göstermiştir. -Laiklik
ilkesine karşı yapılmıştır.
ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİNİN SONUÇLARI:
- Çok partili rejim denemeleri 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurulması
ile başladı.
- Kurulan partiler, yaşanan isyanlar demokrasiye geçilmeye hazır olunmadığını gösterdi.
- Her kurulan parti eskiye dönüş için kullanıldı.
- Şeyh Said İsyanı, Suikast girişimi, Menemen Olayının ortak sonucu laik düzene ve rejim
değiştirmeye yönelik geçici isyanlar olmasıdır.
- Atatürk döneminde bir daha parti kurulmamıştır.
- Türkiye, çok partili hayata 1946 yılında Demokrat Partinin kurulmasıyla geçmiştir. 1946 Seçimini CHP kazandı. (Açık Oy-Gizli Tasnif)
- 1946 seçimi ilk çok partili seçimdir.
- Tek dereceli sistem 1946’da başladı.
- 1950 Seçimini Demokrat Parti (Celal Bayar-Adnan Menderes) kazandı. (Gizli Oy-Açık
Tasnif)
- 1950 yılında ilk defa CHP dışında farklı bir parti iktidara geldi. Böylece çok partili
hayata geçilmiş oldu.
HUKUK ALANDA YAPILAN INKILAPLAR
A. Medeni Kanunun kabulü
B. Ceza Kanunun kabulü
C. Hakimler Kanun kabulü
D. Ticaret Kanunun kabulü
E. Borçlar Kanunun kabulü
F. İcra ve İflas Kanunun kabulü
Hukuk Alanında Yapılan Değişiklikler :
Cumhuriyet öncesinde yargı işleri din adamları tarafından görülürdü. Kadı adı verilen
yargıçlar din kurallarına göre karar verirdi. Hukuk alanında yapılan değişiklikle eski
mahkemeler kapatıldı. Eski yasalar yürürlükten kaldırıldı. Uygar ulusların yasaları
örnek alınarak boşanma, miras, ceza hukuku yeniden düzenlendi. Hukuk devrimi ile
kadın - erkek arasında eşitlik sağlandı. Miras konusunda kadın ve erkek eşit pay almaya
başladı. Kadınlar da erkekler gibi seçme ve seçilme hakkına kavuştu. Hukuk Alanında
Yapılan Devrimler:
1) Şeriye Mahkemelerinin Kaldırılması ve Yeni Mahkemeler Teşkilatının Kurulması
Kanunu (8 Nisan 1924) 2) Türk Medeni ve Borçlar Kanunu (17 Şubat 1926) 3) Ceza
Kanunu (1926) 4) Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (1927) 5) Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu (1929) 6) İcra ve İflas Kanunu (1923) 7) Kara ve Deniz Ticareti Kanunu
(1926, 1929)
Dini hukuk sisteminden ayrılarak laik çağdaş hukuk sisteminin uygulanmasına
başlanmıştır. Hukuksal Devrimler ;
Hukuk alanında yapılan ve bir bütün olarak “Hukuk İnkılabı” olarak nitelendirilebilecek
inkılapların temel amacı laik, demokratik, akla ve bilimsel esaslara v eşitliğe dayalı bir
devlet ve toplum sistemi ile yaşam biçimi oluşturmak; bunları korumak ve geliştirmek
için gerekli “aklı hür, vicdanı hür” nesilleri yetiştirebilmektir.
a) Hukuksal Devrimlerin Nedenleri ;
Dine ve dini örfe dayalı bir hukuk sistemine dayalı Osmanlı Devletinde tüm kuralların
İslam hukukuna uydurulması her zaman esas olmuştur. Osmanlı ülkesinde yaşayan
Müslüman tebaya İslam hukuku,gayrimüslimlere de kendi hukukları uygulanmakta idi.
Bu durum devletin vatandaşlarının kanun karşısında eşit olmamalarını ve din bazında
farklı kurallara tabi tutulmaları ile sonuçlanıyordu.
Devlet konularının yanı sıra toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları eski Türk
gelenekleri ile İslam hukukunun yoğrulması sonucu ortaya konan örfi kurallarla
düzenlenmişti. Ticaret, ceza ve usul hukuku alanlarında Tanzimat sonrası Fransa’dan
çeşitli kanunlar alınmış; ancak devletin teokratik yapısı ile bu durum çelişkilerin ortaya
çıkmasına yol açmıştır.
Ayrıca hukuk sistemindeki çok hukukluluk esası, yeni çağın hukuki ihtiyaçlarının
karşılanmasında yaşanan sorunlar ve yukarıda yer verilen aksaklıklar, bağımsız ve yeni
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine ait yeni bir hukuk sistemini yerleştirmesi gerektiğini
ortaya koymuştur.
b) Hukuksal Devrimlerin Gelişimi
Hukuki inkılapların ön şartını oluşturan siyasi inkılapların tamamlanmasının ardından
mevcut hukuk sisteminin yenilenmesi amacıyla çalışmalara başlanmış 1923 yılında Adliye
Vekaleti nezdinde komisyonlar kurulmuştur.
1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu bazı değişiklikler yapılarak Türk Medeni Kanunu
olarak yürürlüğe girdi. Bu kanun seçilirken basit dili, açık, hakime geniş takdir yetkisi
veren karakteri ve Avrupa’da kabul edilen en yeni, liberal, kadın-erkek eşitliğine dayanan
aile düzenini içeren ve demokratik bir devletin ihtiyacını karşılayabilir olması özellikleri
etken olmuştur. Bu kanun ile topraklarımızda yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilere ayrı
hukuk uygulamaları da sona ermiş; yüzyıllar sonra bu topraklar üzerinde hukuk birliği
sağlanmış; azınlıklara verilen hukuki ayrıcalıklar da kaldırılmıştır.
Yeni medeni kanun, evlenme, boşanma, miras, velayet, hak ve fiil ehliyeti gibi konularda
kadın-erkek eşitliği, tek eşlilik ve medeni nikah usulü getirmiş böylece tüm vatandaşlara
aynı medeni hakları sağlamıştır.
Medeni Kanunun yanı sıra 1926 yılında Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, 1927 yılında
Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunu, 1929 yılında Ceza Muhakemeleri Usulü ve Deniz
Ticareti Kanunları, 1932 yılında İcra-İflas Kanunları yine batı kanunlarından
yararlanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe girmişlerdir.
Hukuk inkılabının en temel adımı ise 20 Nisan 1924 yılında yeni bir anayasanın
hazırlanarak yürürlüğe girmesi olmuştur. Yeni anayasa ile, saltanat ve hilafet kaldırılmış;
bunların yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkeleri amil kılınmıştır. Bu anayasada “Türk
Devleti bir cumhuriyettir,dili Türkçe, dini İslam, başkenti Ankara’dır” ifadesi yer
almıştır. Bu anayasada kuvvetler birliği esas alınmış, yargının bağımsızlığı ise
vurgulanmıştır. Her türlü kamu hürriyeti ile kız-erkek çocuklarının eşitliği hakim
kılınmıştır. 1924 Anayasa’sı devletin tüm işlerinin kanuna uygunluğunu vurgulayarak
Cumhuriyetin “hukuk devleti” niteliğinin altını çizmiştir.
30 Kasım 1925’de çıkarılan tekke ve zaviyeler ile türbelerin kapatılmasına ilişkin kanunla
laiklik ilkesinin temeli atılmıştır. Bu tür yerlerde yapılan din sömürüsünün engellenmesi,
birtakım tarikat unvanlarının kullanımının ve kıyafetlerinin yasaklanması ile Tanrı ile
kul arasına girilerek vicdanlarabaskı yapılması önlenmiş; laikliğin temel kuralı olan
vicdan özgürlüğünün temeli atılmıştır.
Hukuk alanındaki laikleşmeye paralel olarak 1928’de yapılan anayasa değişikliği ile dini
hükümler anayasadan tamamen çıkarılmıştır.
1925 yılında çağdaş hukukçular yetiştirilmek üzere Ankara Hukuk Fakültesi açılmış;
daha sonra barolar kurulmuş, mahkemeler yeniden düzenlenmiştir.
Medeni hukuk alanındaki tüm haklarına kavuşan Türk kadınına 1930 yılında belediye
üyelikleri için seçme ve seçilme hakkı, 1934 yılında ise her türlü şeçme ve seçilme hakkı
verilmiştir.
1937 yılında laiklik, inkılapçılık, devletçilik, milliyetçilik ve halkçılık ilkelerine anayasada
bir madde olarak yer verilmiş; böylece altı ilkenin devletin temel ve vazgeçilmez ilkeleri
haline dönüştürülmeleri süreci tamamlanmıştır.
Hukuk alanında yapılan inkılaplar ile Türk hukuku laik bir karakter kazanmıştır. Bu
karakter sayesinde insanlar arasında hiçbir kıstasa bağlı kalınarak ayrım yapılmıyor;
herkes kanun karşısında eşit muameleye tabi tutuluyordu. Kanunların tekliği ve genelliği
şeklindeki evrensel ilkenin benimsenmesiyle çok hukukluluk, azınlıklara hukuki ayrıcalık
ve imtiyazlar kaldırılıyor; devletin egemenliği önündeki engeller temizleniyordu. Genel
anlamıyla Hukuk İnkılabı, dünya işlerini bilim ve akılla yürütme (legal-rasyonalite)
yolunu açıyor, devlet yönetiminde keyfiliğin yerine hukuka tabiliği hakim kılıyordu.
MEDENİ KANUNUN KABULÜ
Türkiye’de 17 Şubat 1926’da İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak TBMM’de kabul
edilen ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan 743 sayılı kanundur. 1 Ocak 2002
tarihinde Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kalkmıştır.
Medeni hukuk, şahıslar arasındaki ilişkileri düzenleyen, şahısların doğumdan (tüzel
kişilerde kuruluşundan) ölümüne (tüzel kişilerde sona ermesine) ilişkilerini düzenleyen
özel hukuk dalıdır. Kişiler hukuku, aile hukuku, eşya hukuku, miras hukuku medeni
hukuk kapsamında yer alır ve medeni kanunla düzenlenirler. Borçlar hukuku ve ticaret
hukuku da aslında medeni hukukun uzantısıdır. Medeni hukuk salt bir hukuk dalı
olmaktan öte hukukun özüdür.
Türkiye’de Medeni Kanun, İsviçre Medeni Kanunundan iktibas edilmiştir. Kazuistik
metoda sahip Prusya Kanunu ile devrimci bir felsefeye sahip katı Fransız Kanunu
arasında kalarak ortalama bir yol izlemiştir. Kanuna öncelik tanımakla birlikte hakime
takdir hakkı da tanımaktadır.
1926’da kanunun getirdikleri şu şekildedir;
•
•
•
•
•
•
Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi.
Tek eşle evlilik esası getirildi.
Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı.
Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit
hale getirildi.
Patrikhanelerin, din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı.
Medeni Kanunun kabulünün ardından Türk hukuk sistemini yenileyen kanunlar
sırasıyla alınmaya başlanmıştır. Bunlardan ilki ve en önemlilerinden biri 1 Mart 1926
tarihinde 1889 tarihli İtalya Ceza Kanunundan uyarlanan Türk Ceza Kanunudur. Bu
kanunda laikliği güvence altına almak amacıyla laiklik aleyhine sayılabilecek fiilleri
kanun iki suç grubu halinde toplamış, din hürriyeti, vicdan ve ibadet hürriyeti
aleyhine işlenen suçlar 175 ve 176. maddelerde, laik devlet düzeni aleyhine işlenen dini
dernek kurmak, dini propaganda yapmak, telkinde bulunmak suçları 163. maddede
düzenlenmiştir. Deniz Ticaret Kanunları alınmıştır." Bundan sonra da Ticaret,
Hukuk Usul ve Bundan başka Askeri Ceza Kanunu ile Askeri Muhakeme Usulü
Kanunu 22 Mayıs 1930 tarihinde kabul edilmiştir.Askeri Ceza Kanunu Alman ve
Fransız Askeri Ceza Kanunları esas alınarak hazırlanmıştır. Cumhuriyetin ilk
yıllarında gerçekleştirilen hukuk inkılabının en önemli özelliği laik hukuk kuralarının
kabul edilmiş olmasıdır. Laik hukuk sistemine geçilmesiyle vatandaşlar siyasi ve
demokratik haklarına kavuşmuş ve kanun önünde eşit hale gelmişlerdir.Bu durum
özellikle kadınların erkeklerle eşit haklara kavuşmaları şeklinde kendisini göstererek
toplumda kadınların çeşitli sosyal ve siyasal haklar edinmesine yol açmıştır. Medeni
kanunla birlikte hukuk alanında yapılan inkılapların diğer bir sonucu da “hukuk
devleti" ne geçişin sağlanmasıdır.Hukuk devletinde devlet de vatandaş kadar hukuka
saygılıdır ve devlet yönetiminde keyfilik değil, hukuka uygunluk esastır. Ayrıca yargı
hakkı bağımsız mahkemelerce, millet adına, kanunlara uygun olarak
kullanılmaktadır. Cumhuriyetle birlikte hukuk alanında gerçekleştirilen yeniliklerin
temel amacı, yeni bir düzene geçişte hukukun kültürel değişmeyi sağlayacak önemli
unsurlardan biri olarak görülmesidir.
CEZA KANUNUNUN KABUL EDİLMESİ
1926 yılının 1 Mart günü yeni Türk Ceza Kanunu TBMM'de kabul edildi. İtalya'dan
iktibas edilmiş olmasına rağmen ceza kanunu yaygın kanının aksine faşist döneme ait
değildir, ancak faşist kanunları aratmayacak sertliktedir. Yıllar boyunca devrimcilerin,
aydınların, muhaliflerin başına bela olan 141 ve 142 no.lu maddeler kanuna 1936'da
yapılan değişiklik sırasında eklenmiş, 1991 yılında da kaldırılmış olmalarına rağmen
varlıklarını farklı şekillerde sürdürmeye devam ettiler.
1923 yılında cumhuriyet kurulduğunda, Kemalistlerin anlattığı masalların aksine
Türkiye'de muhalefet ve çok partili sistem vardı. 1924 yılında kurulan Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası'na ciddi bir rakip oluşturuyordu. Dünya
savaşının ardından mağlubiyete rağmen ulusal devlet kurma projelerini gerçekleştirmek
için örgütlenmeye başlayan 5 ila 7 kişilik kadro, Atatürk ve İnönü hariç olduğu gibi bu
partideydi.
Fakat sivil-askeri bürokrasiye dayanan ve bu sınıfın çıkarlarının temsilciliğini yapan
CHF, kendisine muhalefet edilmesine tahammül edecek durumda değildi. Atatürk, TCF
yöneticilerini cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan
kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçladı. 1925 yılında Şeyh Sait isyanının başlamasıyla
birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu çıkartıldı, TCF yasadışı bir örgütmüş gibi yargılandı ve
kapatıldı.
Bu dönemde Kemalistlerin şeklen de olsa batı kapitalizminin itiraz etmeyeceği, ancak
muhalefetin kımıldamasına bile izin vermeyecek sertlikte bir ceza kanununa olan
ihtiyaçları ortaya çıktı. Böylece dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt
tarafından görevlendirilen bir komisyon, 1889 İtalyan Zanardelli kanunu esas alınarak
yeni Türk Ceza Kanunu'nu hazırladı. Kanun, 1 Mart 1926'da TBMM'de kabul edildi.
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, TBMM'de yaptığı konuşmada yeni kanun
hakkında şunları söylüyordu: "Arkadaşlar, ceza kanunumuz çok serttir. Çünkü inkılap
çok kıskançtır. Fakat şunu heyet-i celilenize temin edebilirim ki sertliği ile beraber ilmi
bir eserdir. Bundan korkacak olanlar ve korkması lazım gelenler Türk milletinin
menfaatlerine, Türk milletinin hukukuna ve inkılabına karşı tekin olmayanlardır ve
bunların korkması lazımdır."
Azılı bir Türk ırkçısı olan ve bu fikirlerini "Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane
sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi
olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!"
diyerek ilan eden Mahmut Esat Bozkurt'un hazırladığı yeni kanunun halka kan
kusturacağı daha ilk günden belli olmuştu. Gerçekten de ülkede ne kadar muhalif varsa,
kanunun herhangi bir maddesine dayandırılarak ağır cezalara çarptırıldı, idam edildi,
yıllarca hapislerde çürütüldü.
1936 yılında ise kanuna bu kez faşist İtalya'dan alınan meşhur 141 ve 142 no.lu
maddeler eklendi. Bu maddeler sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde
tahakküm kurmasını yasaklıyordu. Kemalistler bu maddeleri kabul etmekle kendileri
tarafından anlatılan Türk milletinin "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle" olduğu
efsanesini de çürütmüş oluyorlardı; çünkü bu maddeler sosyal sınıfların varlığını kabul
ediyor, ancak aralarındaki ilişkinin değiştirilmesini yasaklıyordu. Başka bir ifadeyle,
sivil-askeri bürokrasinin iktidarına dokunmaya cüret edenlerin ağır şekilde
cezalandırılacağını söylüyorlardı.
Türk Ceza Kanunu bu tarihten sonra 53 kere değiştirildi. 141, 142 ve din esasına
dayanmayı yasaklayan 163 no.lu maddelerin 31 Ocak 1991'de Bakanlar Kurulu'nda
"cebir şartlarına bağlanarak" kaldırılmasına ve yerine bir "Terörle Mücadele
Kanunu"nun hazırlanmasına karar verildi. 12 Nisan 1991'de de TBMM'de Terörle
Mücadele Kanunu kabul edilerek TCK'nın 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırıldı.
cezaevlerinde bu maddelerden yatmakta olanlara koşullu af getirildi. Yerine kabul
edilen Terörle Mücadele Kanunu ise eskisini hiçbir şekilde aratmadı.
Hakimler Kanununun Kabulü
3 Mart 1926 tarihinde kabul edilmiştir. Bu kanunla mahkemeler bağımsız hale
getirilirken, hakimlere verecekleri kararlar sırasında baskı yapılmasının önüne geçilmiş
ve kararlarını kanunlar çerçevesinde sadece vicdanlarının sesini dinleyerek vermeleri
sağlanmıştır.
Ayrıca, siyasî güçlerin, hakimler üzerinde olabilecek olumsuz tesirlerinin önüne
geçilmesi maksadıyla, tayin, terfi vs gibi işlerinin de kendi içlerinden oluşturulacak
kurullar vasıtasıyla yapılması sağlanmıştır.
Ticaret Kanununun Kabulü
Alman ve İtalyan Ticaret Kanunları esas alınarak hazırlanmış olan yeni Ticaret
Kanunu, Kara Ticaret Kanunu ve Deniz Ticaret Kanunu olmak üzere, iki bölümden
oluşmaktadır. Kabul ve yürürlüğe giriş tarihleri farklı olan bu kanunlardan Kara
Ticaret Kanunu 29 Mayıs 1926’da kabul edilmiş ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe
girmiş iken, Deniz Ticaret Kanunu ise, 13 Mayıs 1929’da kabul edilmiştir.
Borçlar Kanununun Kabulü
Borçlar Kanunu 8 Mayıs 1928 tarihinde kabul edilmiştir. Ticaret Kanunun bir
tamamlayıcısı olarak kabul edilen bu kanun ile, ticaret hayatında sürekli yaşanabilecek
alacak – borç sorunu belirli kurallar çerçevesinde çözümlenmeye ve tarafların karşılıklı
zarar etmelerinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.
Ayrıca taraflar arasında ticarî ahlâkın korunmasının sağlanması da bu kanunun kabul
sebeplerindendir.
İcra ve İflas Kanununun Kabulü
İsviçre İcra ve İflas Kanunu esas alınarak hazırlanan bu kanun, 24 Nisan 1929 tarihinde
kabul edilmiştir. Daha sonra çeşitli konularda eksikleri görülen kanun, 1932 yılında
günün şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir.
Çeşitli tarihlerde kabul edilen bu kanunlarla birlikte, 1925 yılında ülkenin ihtiyacı olan
hukukçuları yetiştirmek üzere Ankara Hukuk Mektebi’nin açılması, Baroların
kurulması, Mahkemelerin yeni düzene uygun olarak kurulması ve kadınlara da kademeli
olarak, 1930’da Belediye Meclisi seçimlerinde, 1933’te Muhtarlık seçimlerinde ve
nihayet 5 Aralık 1934 tarihinde de Milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının
verilmesi, şüphesiz hukuk alanında gerçekleştirilen köklü değişiklikleri ihtiva etmektedir.
Batı ülkelerinden alınan veya Batıdaki örnekler incelenerek hazırlanan bu kanunlar,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hukuk alanında gerçekleştirdiği büyük bir inkılâbı
ifade etmektedir. Gerçekleştirilen bu inkılâp ile kabul edilen yeni kanunların ortak
esprisi, kuşkusuz, teokratik nizama yani din kurallarına göre değil, laik nizama yani
akla, mantığa ve bilime göre hazırlanmış olmalarıdır.
SOSYAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR ;
I.
II.
III.
IV.
V.
VI.
Kılık kıyafette yapılan değişiklik
Tekke zaviye ve türbelerin kapatılması
Takvim, saat, ölçüler ve rakamlarda değişiklik
Soyadı Kanunun kabulü
Milli bayramlar ve tatil günlerinin belirlenmesi
Kadın haklarının kabulü
KILIK KIYAFETTE YAPILAN DEĞİŞİKLİK
Mustafa Kemal Paşa, 24 Ağustos 1925 günü Kastamonu'ya yaptığı gezide, kendisini
karşılamaya gelenleri, elinde bir parama şapka olduğu halde başı açık olarak
selamlamıştı. Böylece kıyafet inkılabını başlatmış oluyordu. Burada söylediği nutukta,
"Her bakımdan medeni bir insan olmamız için, kıyafetimizle, fikrimizle, zihniyetimizle
değişmemiz gerekiyor" demişti. Bundan sonra yurdun çeşitli yerlerinde vatandaşlar
şapka giymeye başlamışlardı. Fes zaten milli bir serpuş değildi. II. Mahmut devrinde
Yunanlılar'dan alınmıştı.
Osmanlı İmparatorluğunda belli ve birleşik bir kıyafet yoktu. Memurların, din
adamlarının kendilerine göre kıyafetleri bulunuyordu. Halkın ise türlü biçimde
kıyafetleri vardı. Mahmut II. devrinde memurlarla askerlerde kıyafet birliğini sağlamak
maksadıyla değişiklik yapıldı. Memurlar için setre ve pantalon kabul edildiği gibi yine
memurlar ve askerlere kavuk yerine fes giydirildi. O zaman şeyhülislam başta olmak
üzere bütün ulema fes giymenin şer'an caiz olmadığını ileri sürerek karşı koymuşlardı.
Halkın her sınıfı istediğini başına giymekte özgürdü. İlmiye sınıfı sarıklı fes, tarikattan
olanlar türlü biçimde külahlar, halktan bazı kimseler de fes kalpak, keçe külah
kullanıyorlardı.
Kilik1903 yılında Abdülhamit II. süvari ve topçu askerlerine kalpak giydirmek istediği
vakit, ulema bu defa da kalpak giyilmesine karşı geldi. Esasında ne fesin, ne de diğer
kıyafet unsurlarının din ve milliyetle hiç bir ilgisi yoktu. Ulema yenilikten korktuğu için
dini çıkarlarını alet ederek karşı geliyordu.
Cumhuriyet devrinde Atatürk, Batı medeniyetinin bir bütün olarak alınmasına taraftar
olduğundan medeni kıyafetin kabulünü zaruri buluyordu. 24 Ağustos 1925'te
Kastamonu'ya giden Atatürk elinde bir panama şapka ile otomobilden indi ve halkı
selamladı. Kastamonu ve İnebolu'da söylediği nutuklarda kıyafetimizin değiştirilmesi
gereğinden şöyle bahsetmiştir:
"Biz her noktai nazardan medeni olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar
medeni olacaktır."
"Mllite vazıh olarak bilmelidir ki; medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona bigane
kalanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeni ailede layık olduğumuz
mevkii bulacak ve onu muhafaza ve i'la edeceğiz. Refah, saadet ve insanlık bundadır."
Atatürk'ün Kastamonu gezisinden Ankara'ya dönüşünde kendisini karşılamağa gelen
halkın çoğu şapkalıydı. Ertesi gün Atatürk'ün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu
bir kararla şapka giyilmesini bütün memurlar için zorunlu kıldı. Büyük Millet Meclisi
25 Kasım 1925'de şapkanın bütün milletçe giyilmesi meselesini görüştü ve Şapka
Kanununu kabul etti. Şapkanın kabulü ile Türk ulusunu medeni uluslardan ayıran şekle
ait özelliklerden en önemlisi kaldırılmış oldu.
Din adamlarının kıyafeti: Osmanlı İmparatorluğunda medrese ulemasının özel bir
kıyafeti vardı. Ulema siyah cübbe ve şalvar giyer, başına beyaz sarık sarardı. Sarıklı din
adamlarının halk üzerinde oldukça kuvvetli manevi bir etkisi vardı. Zamanla dini
vazifeleri olmayan bazı kimseler de sarığın bu nüfuzundan istifade etmeği düşündüler ve
sarık sarmağa başladılar. Bu kimseler sarığın gölgesine sığınarak ve dini türlü
maksatlarına alet ederek halkı soymağa başladılar. Atatürk bu noktaya değinerek
demiştir ki:
"..Millete hatırlatmak isterim ki, laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Herhalde
salahiyet sahibi olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi
taşımalarındaki mahzuru hükümetin nazarı dikkatine koyacağım."
İslam halkını aydınlatmak ve doğru yola sevk etmek için birçok tarikatlar kurulmuştu.
Bu tarikatların şeyhleri, dervişleri ve müritleri vardı. Bunlar tekkelerde oturur, ayin
yapar, zikrederlerdi. Tekke adamları hiç bir iş yapmazlar, halktan sağladıkları gelir ile
geçinirlerdi. Bunlar bazen nüfuzlarından istifade ederek halkı hükümete karşı
ayaklanmaya teşvik ederlerdi. Nitekim Şeyh Sait ayaklanması, hükümetin çalışmalarını
çıkarlarına zararlı bulan Şeyh Sait ve müritlerinin tarikat nüfuzlarını siyasete alet
ederek çıkardıkları bir ayaklanmadır.
Atatürk, bu parazit ve gerici zümrenin kaldırılması gereğini nutuklarından şöyle
belirtmiştir:
"Biz medeniyetin ilim ve fenninden kuvvet alıyoruz, ona göre yürüyoruz. Başka bir şey
tanımıyoruz. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır. Halbuki, halk, meczup
ve aptal olmamaya karar vermiştir."
Şapka kanunu ile birlikte Türk vatandaşlarına şapka giyme zorunluluğunun getirilmesi,
Türk kamuoyunda herhangi bir eleştiriye yer vermeksizin ele alınmasına rağmen, batılı
gözlemciler için bu değişim çok ilgi çekici bulunarak farklı yorum ve değerlendirmelere
yer verilmiştir. Henüz şapka kanunu çıkmadan önce kamuoyunda şapka giyme
konusundaki eğilimin artması üzerine İngiliz Manchester Guardian gazetesinde,
başlıkları değiştirmenin kafaları değiştirmekten kolay olduğu söylenerek, yeni
Cumhuriyetçilerin kafasının eski Osmanlı kafasından farklı olup olmadığından emin
olmadıkları ifade edilmektedir. The Illustrated London News gazetesinde ise şapka’nın
fesin yerini aldığı ve Mustafa Kemal Paşa’nın moda konusunda da söz sahibi olduğu
belirtilmektedir. Türklere şapka giydirme zorunluluğunun getirilmesini alışılmamış bir
durum olarak nitelendiren gazete yine de şapkanın Türkiye’de kalıcı olacağını ve bu
durumun çok tuhaf sonuçlar meydana getirdiğini de eklemektedir.
Genel olarak İngiliz basınında Türkiye’deki kılık kıyafete ilişkin düzenlemeleri
modernleşme ve batılılaşmanın bir gereği olarak ele alan haberlerin yanı sıra bir gün
içinde yerleşik bir geleneği ortadan kaldırmanın mümkün olmayacağı, bu hareketin
kendiliğinden gelişmediği ve yabancı Avrupalı modellerden kopyalanarak alınanları
zorla kabul ettirmenin doğru olmadığı, bu durumun Mustafa Kemal'in pozisyonunu
sarsabileceği, yapılanların oldukça hızlı bir seyir takip ettiği ve bu sırada vatandaşların
görüşlerinin ön planda tutulmadığı, Türkiye’nin dışarıya karşı tutumlarında yumuşak
bir tavır sergilemesine karşın içeride oldukça sert bir politika yürüttüğü vb. pek çok
haber ve yoruma da yer verilmiştir." Erkek giyimi üzerindeki bu değişikliğin kadın
giyimine de yansıyacağı ve kadınların da kısa süre içinde çarşaftan kurtulacağı ve batılı
kız kardeşleri gibi giyinecekleri de belirtilenler arasındadır.
TEKKE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI
Osmanlı döneminde tekkeler, gitgide, çalışmaksızın tevekkül felsefesini işleyen yerler
haline dönüşmüştü; halbuki insanları daha yaşarken dünyadan uzaklaştırıp onları
uhrevî âleme çekmek, çağdaş yaşam ile bağdaşamazdı.Toplum yeni bir enerjiye, yeni bir
atılıma gereksinim gösteriyor; çağdaş yaşam, insanları çalışmaya, bu çalışmanın
yaşarken ödülünü almaya çağırıyordu. Türbeler ise türbedarlar eliyle ölmüş kişilerin
manevî varlığından çıkar sağlamaya çalışılan, çalışmaksızın onlardan medet umulan
odaklar haline getirilmişti. Ayrıca tekke ve zaviyelerin başında bulunanlar siyasal
amaçlarla ve çoğu kez dini siyasete âlet ederek masum vatandaşları suça
yöneltiyorlardı.Türkiye Cumhuriyeti artık, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi
olamazdı. İşte 30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler
kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb.
birtakım unvanlar kaldırıldı.
Tekke ve türbelerin kapatılmasına ilişkin kanunla birlikte tekke ve türbeler
kapatılmıştır. Tarikat şeyhleri arasında olayı soğukkanlılıkla karşılayanların yanı sıra
büyük bir çoğunluk şaşkına dönmüş ancak durumu teslimiyetle karşılamışlardır.
Kapatılan tekke, zaviye ve türbe gibi kurumların başlangıçta dini ve sosyal alanda
önemli bir etkinliğe sahipken zamanla iç bünyelerindeki bozulmalar nedeniyle bu sona
uğramaları kaçınılmaz olmuştur. Yeni yönetimin hep vurgu yaptığı aklı ve bilimi esas
alan köklü bir biçimde modernleşme anlayışı ile eski anlayışı temsil eden kişi ve
kurumların etkisini azaltmaya çalışması doğrultusunda artık fonksiyonlarını yitirmiş
olan tekke ve zaviyeleri ortadan kaldırılmıştır.
TAKVİM, SAAT, ÖLÇÜLER VE RAKAMLARDA DEĞİŞİKLİK
Takvim, saat ve ölçülerde değişiklik ,26 Mart 1931'de gerçekleştirilen yasal
değişikliklerle Türkiye Cumhuriyeti’nde kullanılan takvim, saat, rakam sistemleri,
ağırlık ve uzunluk ölçülerinin değişmesi ile bayram ve tatil günlerinin düzenlenmesini
içeren Atatürk Devrimi’dir.
SAAT SİSTEMİNDE DEĞİŞİKLİK;
Türkiye’deki saat sistemi 26 Aralık 1925’te “Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun”un
mecliste görüşülüp kabul edilmesi ile değişti. 697 sayılı kanun, 2 Ocak 1926’da Resmi
Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun birinci maddesi “Türkiye
Cumhuriyeti dahilinde gün, gece yarısından başlar ve saatler sıfırdan yirmi dörde kadar
sayılır” diyerek ülkede günün 24 saate bölündüğü saat sistemini yürürlüğe koyar.
Kanunun 2. maddesi ile ulusal saat sistemi İzmit’ten geçen 30. meridyen esas alınarak
oluşturuldu.
Daha önce ülkede Güneş'in battığı anı 12:00 kabul eden “alaturka saat” sistemi geçerli
idi. Güneşin tepe noktasında battığı anı esas alan (grubi saat) ve tamamen battığı anı esas
alan (ezani saat) saatler arasında farklılık söz konusu idi. Bir de güneşin en tepede
bulunduğu anı 12:00 olarak kabul eden sistem (zevali saat) vardı. Ancak bu sistemlerin
hiçbirisi ulusal birliği sağlamıyordu. Modern saat sistemine geçilmesi 1909 yılında
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda tartışılmış; kabul görmemişti[1].
Yeni saat sisteminin kabulünden sonra halk alafranga saat kullanma alışkanlığı
edininceye kadar güçlük yaşandı. Valiliklerin muvakkithanelerdeki ezani saatleri
kaldırması ve resmi dairelerde de yeni sistemin esas alınması ile uyum sıkıntıları azaltıldı.
TAKVİM SİSTEMİNDE DEĞİŞİKLİK;
26 Aralık 1925’te çıkarılan 698 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti’nde resmi devlet
takvimi olarak Milâdî Takvim kabul edildi. Ülkede 1 Ocak 1926’dan itibaren miladi
takvim kullanıldı.
Daha önce Osmanlı Devleti’nde Tanzimat dönemine kadar Hicri takvim uygulanmış,
Tanzimat’tan sonra Hicri ve Rumi takvimler birlikte kullanılmaya başlanmış; ardından
sadece Rumi takvim kullanılır olmuştu. Cumhuriyet döneminde Miladi takvime
geçildikten sonra bu konuda yapılan son değişiklik, 1945 yılında 4696 sayılı kanunla
“Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunuevvel, Kanunusani” isimleri “Ekim, Kasım, Aralık,
Ocak” olarak değişmesi oldu.
ULUSLAR ARASI RAKAMLARIN KABULÜ;
20 Mayıs 1928’de kabul edilen 1288 numaralı kanun ile Türkiye’de 1 Haziran 1929
tarihinden itibaren uluslararası rakamların kullanılması mecburi hale geldi. Böylece
Doğu Arap rakamları bırakılıp Arap rakamları kullanılmaya başladı. Rakamların
değiştirilmesi, “harflerin değiştirilmesi” konusunu da gündeme getirdi.
AĞIRLIK VE UZUNLUK ÖLÇÜLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ;
Onlu yönteme uygun uzunluk ve ağırlık ölçüleri 26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan 1782
Sayılı Kanunla kullanıma girdi. O vakte kadar kullanılan endaze, arşın, kulaç gibi
uzunluk ölçülerinin yerini metrik sistem; dirhem, okka gibi ağırlık ölçülerinin yerini
miligramdan tona kadar uzanan ölçü sistemi; hacim için kullanılan kile, şinik, tas, ölçek
gibi ölçü birimlerinin yerini litre sistemi; yüzey ölçümünde kullanılan dönüm ve çiftlik
gibi tabirlerin yerini metrekareden kilometrekareye kadar uzanan sistem aldı. Bu
değişiklikler sayesinde ülke içinde ölçülerde birlik sağlandı ayrıca dış ticaret kolaylaştı.
Günümüzde 1782 sayılı Kanunun yerini alan 3516 sayılı Ölçüler ve Ayar Kanunu
yürürlüktedir.
SOYADI KANUNU KABULÜ
Soyadı Kanunu, her Türk vatandaşına bir soyadı taşıma yükümlülüğü getiren 2525 sayılı
kanundur. İsviçre'den alınarak düzenlenen kanun[kaynak belirtilmeli], 21 Haziran 1934
tarihinde kabul edilmiş, 2 Temmuz 1934 günü Resmi Gazete'de yayımlanmış ve 2 Ocak
1935′te yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun kabulünden sonra soyadı, Türkiye’de kişilerin
kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Soyadı Kanunu'nun kabulü, toplumsal alanda
yapılan Atatürk Devrimleri'nden birisidir.
Kanuna göre söylerken ve yazarken ön ad önde, soyad sonda kullanılmalıdır. Edebe aykırı
ve gülünç soyadlarının, aşiret, yabancı ırk ve millet isimlerinin, rütbe ve memuriyet
bildiren isimlerin soyadı olarak alınmasına izin verilmez. Soyadı seçme görevi, 2003'te
medeni kanun değişinceye kadar ailenin başı sayılan kocaya verilmiştir.
Yasanın amacı, o güne kadar kişilerin ön adlarının yanında bir soyadı yerine dini , sosyal
ve ailevi unvanlar taşımalarının yol açtığı olumlu ya da olumsuz ayrımcılığı ortadan
kaldırmak ve nüfus işlemleri, askere alma, okul kaydı, tapu işlemleri gibi alanlarda
yaşanan karışıklıkları gidermekti. Bu yasayı takiben 26 Kasım’da çıkarılan 2590 sayılı
kanunla "ağa", "hacı", "hafız", "hoca", "efendi", "bey", "beyefendi", "hanım",
"hanımefendi", "paşa", "hazret" gibi unvan ve lakapların kullanılması yasaklandı.
Mustafa Kemal'in Soyadı Kanunu'ndan sonra aldığı 993.814-B seri ve 51 sıra numaralı
nüfus hüviyet cüzdanı
Soyadı Kanunu'nun çıkmasından 5 ay sonra 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından
oy birliği ile kabul edilen 2587 sayılı kanunla cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e "Atatürk"
soyadı verildi. 17 Aralık 1934’te çıkarılan yasa ile bu soyadının diğer kişiler tarafından
kullanılması yasaklandı. O nedenledir ki Mustafa Kemal'in kız kardeşi Makbule
"Atadan" soyadını almıştır.
Kanunun “yabancı ırk ve millet isimleri”nin kullanımını yasaklayan 3. maddesi;
anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı bulunduğu iddiası ile tartışma ve dava
konusu olmaktadır[4]. Bu maddeye göre soyadı ‑ oğlu ile bitebilirken, Ermenice ian, ‑ yan,
Slavca ‑ of, ‑ ov, ‑ vich, ‑ ic, Rumca ‑ is, ‑ dis, ‑ pulos, ‑ aki, Farsça ‑ zade, Arapça
‑ mahdumu, ‑ veled, ‑ bin soneklerine izin verilmez.
Soyadı konusundaki en önemli sorunlardan biri de uygun, güzel ve farklı soyadı alabilmek
olmuştur. Basının bu konudaki önerilerinden biri iki sözcüğün birleşmesinden oluşan
anlamlı kelimelerin soyadı olarak alınmasıdır. Bunun dışında soyadı alma konusunda
karışıklıkları önlemek ve halka yol göstermek amacıyla İç İşleri Bakanlığınca
soyadlarının bulunduğu bir kitap yayınlama kararı alınmış ve Aksaray Milletvekili Besim
Atalay’ın “Türk Adları" adlı kitabı Türk Dil Kurumunca yayınlanmıştır. Burada yer
alan isimler alfabetik sırayla gazetelerde yayınlanmaya başlanmıştır. Bunların temel
özelliği öz Türkçe oluşları ve o gün kullanılan Türkçe'ye pek de uygun olmamalarıdır.
Gerek yazılışları gerekse Bunun okunuşları zor olan bu adların pek yaygınlaşmadığı
bugünkü soyadlarına bakıldığında anlaşılmaktadır." Atatürk inkılapları arasında önemli
bir yere sahip olan ve milli devletin oluşumunda önemli bir katkı sağlayan soyadı
konusuna günümüz perspektifinden bakıldığında bu yenilikle amaçlananın büyük ölçüde
gerçekleştiğini söylemek mümkündür. O günün Türkiye'sinde vatandaşların büyük bir
kısmı kanunun soyadı alma konusunda verdiği süre dolmadan soyadlarını alarak ortak
bir tutum sergilemişlerdir. Soyadı konusunun 40'lı yıllarda gündeme gelmesi, Atatürk
ilkelerinden biri olan milliyetçilik anlayışındaki değişim sonucunda Turancılığa varan
Türkçülük söyleminin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Soyadı konusunu ele
alan bu görüşe sahip bilim adamları belli ölçüde haklı olmakla birlikte (özellikle kanunun
ruhuna aykırı olarak batılı dillerde kullanılan isimlere benzetmek suretiyle soyadı
alınması konusunda) alınan soyadlarının neredeyse büyük bir çoğunluğunun
değiştirilmesi ile sonuçlanacak olan önerileri pek makul olmasa gerektir. Aslında gerek
yayınlanan Nizamname aracılığıyla gerekse her bölgede memur ve öğretmenlerin
görevlendirilmesi şeklinde konunun üzerinde hassasiyetle durulmasına rağmen kanuna
aykırı soyadı alınması, uygulamadaki ihmal veya bilgisizlikten kaynaklanmıştır.
MİLLİ BAYRAMLARIMIZ HAKKINDA BİLGİLER
Ulusal bayramlarımız sırasıyla 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim’dir.
23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI
23 Nisan’ın mili bayram olarak kutlanmasının nedeni 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin açılmış olmasıdır. Bu olay Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal egemenliği
yani halkın kendi kendini idare etmesini temsil eder. Mustafa Kemal 23 Nisan’ı Türk ve
Dünya çocuklarına armağan etmiştir. Her yıl 23 Nisan’da Dünya çocukları ülkemize
misafir olur ve Türk çocuklarıyla birlikte bu bayram şenliklerle kutlanır.
19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI
Atatürk Milli Mücadeleye başlamak üzere 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmıştır.
Bu gün 20 Haziran 1938 tarih ve 3466 sayılı kanunla milli bayram olarak kabul edilmiştir.
Her yıl 19 Mayıs günü Türkiye’nin her yerinde Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanır,
kutlamalarda beden eğitimi ve spor gösterileri yapılır.
30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI
26-30 Ağustos 1922 tarihinde yapılan Büyük Taarruz ile Türk devriminin askeri aşaması
sona ermiştir. Kurtuluş Savaşı 30 Ağustos günü kazanlılan zaferle askeri anlamda sona
ermiştir. Kurtuluş Savaşımızın nihayete erdiği gün diyebileceğimiz 30 Ağustos her yıl
Zafer Bayramı’mız olarak törenlerle kutlanmaktadır.
29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI
29 Ekim’im milli bayram olarak kutlanmasının nedeni 29 Ekim 1923 tarihinde
Cumhuriyet’in ilan edilmiş olmasıdır. Her 29 Ekim Cumhuriyetimizin kuruluş
yıldönümü olması nedeniyle törenlerle kutlanır.
KADIN HAKLARININ KABULÜ;
İslâmiyet öncesi Orta Asya Türk toplumlarında ailenin ve kadının büyük bir değeri vardı.
Kadın her alanda eşi ile yan yana olur, çalışır, savaşır, devletine ve çadırına sahip çıkardı.
Göçebe yaşam gereği olarak rahat, özgür bir yaşama sahipti. Bu durum İslâmiyet'in
kabulü ile daha sonraları kısıtlayıcı bir hal almıştır. İslâm dinin getirdiği kısıtlamalar
yanında; yönetimin ve erkeklerin keyfi idareleri Türk kadınını ikincil konuma itmiştir.
Toplumdan uzaklaşan kadın eğitim öğretimden de mahrum olmuş, serbestçe hareket
etmeye alıştığı yaşamdan tamamen uzaklaşmıştır. Evlenirken söz hakkı tanınmamış,
mirasta, şahitlikte eşit tutulmamış, kara çarşafa, eşinin odasına adeta hapsedilmiştir. Her
ne kadar kırsal kesim kadını yaşamı gereği hâlâ göçebe hayatın izlerini taşısa da,
tarlasında, hayvanının peşinde olsa da, o da şehirli gibi kısıtlanacaktır. Türk Kadınının
bu durumu yapılan bazı düzenlemelerle iyileştirilmeye çalışılmıştır. Tanzimat ve
Meşrutiyet dönemlerinde kadına bazı haklar verilmek istenmiştir. Bu haklar çok sınırlı
kalmıştır. Türk kadını bu kısıtlamalara rağmen her zaman görevinin, sorumluluğunun
bilincinde olarak hem I. Dünya Savaşı'nda hem de Kurtuluş Savaşı'nda düşmana karşı
erkeğiyle savaşmış, vatanını korumuştur. Kurtuluş
Savaşı'nda hem cephede hem de cephe gerisinde gösterdiği başarı, azim ve kararlılık Türk
kadınına hak ettiği değerin verilmesini sağlayacaktır. Atatürk'ün devletin yeni rejimini
ilân ederken, ilke ve inkılâplarına da zemin hazırlamıştır. Bu inkılâplarının en önemlisini
hukuk ve kadın haklarında gerçekleştirmiştir. Böylece Türk kadınına verilen haklar ile
Türkiye Cumhuriyeti daha güçlenecektir. Çünkü Atatürk, Anadolu kadınını gösterdiği
cefâkarlıktan dolayı diğer ulusların kadınlarından daha üstün tutmuştur. Anadolu
kadınının yüceltilmeye layık olduğunu belirterek toplumun her kesiminde yer almasını
istemiştir. Türk kadını, 1930 ve 1934 verilen haklarla milletvekili seçmiş - seçilmiş, yerel
seçimlere katılmıştır. Bugün, toplumda kadınların söz sahibi olmalarının, meclise
girebilmelerinin, her meslek grubunda çalışmalarının sebebi yapılan inkılaplardır. Bu
inkılapların değeri bilinip, korundukça kadın hakları da gelişecektir.
Download