İSLAM TOPLUMUNDA SİYASAL KURUMLAR1 Yaklaşık iki asırlık bir birikime sahip olan İslamcılık, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren kurtarıcı bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerek düşünsel gerek siyasal veçhelerinden bahsedebileceğimiz İslamcılığı esasen tarihin sadece belirli bir dönemi ile sınırlandırmak hatalı bir tercih olacaktır. Zira İslami perspektiften hareketle yaşamı yorumlama/dönüştürme faaliyeti her dönemde vücut bulmuştur. Ancak bu çabanın İslamcılık (İslamlaşma, İttihat-ı İslam, Panislamizm) olarak adlandırması Osmanlının son dönemlerine tekabül etmektedir. Dönemin sahip olduğu dönüşümler yeni bir kavramsallaştırmayı zorunlu hale getirmiştir. Dönemin hakim medeniyetine karşı sergilenen İslamcı tutum hem evrensel hem de yerel düzeyde gerçekleştirilmiştir. Bu noktada belirtmeliyiz ki; yerel bir aktör olarak ele alabileceğimiz Said Halim Paşa İslamcı düşünce ve hareketin en önemli isimlerinden birisidir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan Said Halim Paşa 1863 yılında Kahire’de doğmuştur. Siyasal bilimler, hukuk ve felsefe gibi sosyal bilimler alanında yetkin bir eğitime sahip olan Said halim Paşa 1888 yılında Şura-yı Devlet üyeliğine getirilmiştir. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Sekreterliği, hariciye nazırlığı ve sadrazamlık görevlerini de üstlenmiştir. Ancak 1919 yılında Malta’ya sürgün edilmiştir. Serbest bırakıldıktan sonra da İstanbul’a dönmesine izin verilmediği için Roma’da yaşamaya başlamıştır. Roma’da ise 1921 yılında bir Ermeni terörist tarafından öldürülmüştür. Ele almış olduğumuz bu kitap Said Halim Paşanın hayatı boyunca kaleme almış olduğu yazılarından oluşmaktadır. Büyüyen Ay yayınlarından çıkmış olan bu kitap Said Halim Paşa’nın bütün yazılarını kapsayarak “Bütün Eserleri” ismiyle basılmıştır. Bu çalışmada değerlendirmesini yapmaya çalışacağımız yazısı ise kitabın son yazısı olan İslam’da Siyasal Kurumlar’dır. Bu yazı ilk olarak 1922 yılında Sebülürreşat dergisinde İslam’da Teşkilat-ı Siyasiye ismi ile peyderpey yayınlanmıştır. Yazının başlığı İslam’da Siyasal Kurumlar olsa da Said Halim Paşa bu yazıda esasen hem İslam toplumlarının hem de Batı toplumlarının siyasal kurumlarına ve toplumsal yapılarına dair analizlerde bulunmuştur. Said Halim Paşa ancak İslami bir perspektif ile toplumun salaha ereceği kanaatindedir. Bu sebeple öncelikle bu çözümün bir yöntemine karşılık gelen şeriata dair açıklamalarda bulunmaktadır. Zira ona göre İslam’ın öngördüğü toplumsal yapı, şeriatın mutlak egemenliği üzerine kuruludur. 2 Fakat Said Halim paşaya göre şeriat doğaüstü, ruhani bir karaktere sahip 1 Emine Sena Taş. Bu noktada hakkında pek çok ön kabul bulunan şeriatın kısa bir tanımını vermek yerinde olacaktır: Kur'an'daki ayetlere, Hz. Muhammed'in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku (TDK). 2 1 değildir. Nasıl ki canlı cansız bütün varlıkları kapsayan fiziksel-kimyasal yasalar varsa ahlaki ve toplumsal yasaları da içerin bir takım doğal yasalar vardır. İşte şeriat bu doğal toplumsal yasaların toplamıdır (s.191). İnsanın mutluluğu ancak bu doğal yasalara uyularak mümkün olabilecektir (s.193). Bu anlamda İslam şu ilkeyi getirmiş bulunmaktadır: “Hiçbir kuvvet insanı ne kendi türünden birinin ne de -sayısal gücü ne olursa olsun- bir zümre ya da insan kitlesinin keyif ve iradesine boyun eğmeye zorlayamaz ve insan, evrene doğal ve ezeli yasalarıyla tecelli eden yaratıcının mutlak iradesinden başka hiçbir şeye itaat edemez” (s.192). Bu anlamda İslam ile birlikte insanın sahip olduğu bu yeni ruh ve düşünme biçimi, onun gerek düşünsel gerek bilimsel anlamda bütün entelektüel yeteneklerini geliştirecek tam bir özgürlüğe sahip olmasını neden olmuştur (s.194). Bu anlamda İslam ahlakı insana sahip olduğu gelişme yeteneğini, gücü yettiği ölçüde geliştirmesi için özgür olma görevini yüklemektedir. Dolasıyla İslam gözünde özgürlük, insanın uygulayıp uygulamaması konusunda serbest olabileceği ya da yasa koyucunun isterse verip isterse vermeyeceği siyasal bir hak değil, kabul ettiği din, tanıdığı ahlak tarafından kendisine yüklenmiş bir görevdir. Bu noktada Said Halim Paşa özgürlüğün liberal teorilerde savunulduğu gibi doğuştan sahip olunan bir hak olarak görmemektedir. İslam Müslümana özgürlüğü bir hak değil bir görev olarak vermektedir. Ona göre liberallerin bu tutumu kendileri ile çatışacak bir biçimde anti liberal bir tutumdur. Çünkü Said Halim Paşa’ya göre insan “Görevini yaparak yücelme hakkı kazanır; ahlaki ve toplumsal görev ve sorumluluklarını yerine getirerek belli ölçüde bir özgürlüğe hak kazanır” (s.198). İslam’ın özgürlük tanımı, aynı zamanda İslam toplumlarında neden özgürlük için siyasal devrimlerin görülemeyeceğini de açıklamaktadır. Ancak Said Halim Paşa’ya göre İslam uygarlığı son iki yüz yıldır bir çöküş dönemi içerisindedir. Bu çöküşün sebebi ise İslam değildir. Aksine İslami görevlerin artık eskisi gibi yerine getirilememesine ilişkindir (s.203). Bu noktada Said Halim Paşa çöküşün ahlaki ya da toplumsal olmadığını çöküşün ekonomi temelli olduğu tespitini yapmaktadır. Bu sebeple çöküşün maddi olması telafisini de mümkün hale getirmektedir (s.207). Said Halim Paşa bu telafinin nasıl mümkün olabileceğine geçmeden önce maddi çöküşün sebebini şu şekilde açıklamıştır: İslam ruhani anlayışlara kesin bir şekilde karşı çıkarak sürekli bilgiyi, bilimi öğütlemesine rağmen zamanla hayata hiçbir faydası olmayan skolastik bilimler ortaya çıkmıştır. Bu bilim anlayışlarına göre bilim ancak şeriatın içerdiği gerçekleri incelemekle sınırlıdır. Bunun dışında bir amacı yoktur. Ancak Said Halim Paşa’ya göre bilim ve bilgi vasıtası ile yapılması gereken “kesin ve sürekli bir niyet ve çalışma ile doğanın sınırlarını keşfetmeyi başarmak ve bu yolla doğanın insanlar için sakladığı sonsuz iyilik ve yararlardan 2 istifade etmek ve böylece şeriatın garanti altına aldığı ahlaki ve toplumsal mutlulukla uyumlu maddi bir mutluluk temin etmek” tir (s.206). Fakat Said Halim Paşa, bu anlayışın karşısında olduğunu iddia ettiği ulemanın nüfusu nedeniyle bilime dair sahip oldukları yanlış anlayışın zamanla güç kazanarak bütün İslam dünyasına egemen olmuştur. Bu sebeple başlangıçta pozitif bilimlerinin önemli bir temsilcisi olan İslam dünyası zamanla “doğayı inceleme ve araştırma görevine” karşı ilgisiz kalmıştır. İşte bu sebeple İslam dünyası refah bir yaşam ve bağımsızlığın savunulabilmesi için gereken maddi güçten yoksun kalarak ekonomik ve siyasal alanda zayıf düşmüştür. Bu durumda İslam dünyası olarak günümüzde bilim ve tekniğin bulunduğu yer olan Avrupa’dan gerek unuttuğumuz deney yöntemi gerekse cahili kaldığımız yeni teknik gelişmeleri almamız gerekmektedir (s.210). Bu noktada Said Halim Paşa o dönemde yaşamış pek çok düşünürün savunduğu gibi iktibas fikrini savunur ancak kendisini bu genel görüşten ayrıştıran bir unsur olarak; iktibasın sadece Batı’nın bilim ve tekniği ile sınırlı kalarak onların “ekonomik ilkelerini, emek ve sermaye kurumlarına ilişkin sistemlerini” olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini düşünmektedir. Ekonomik sistemimiz ve kurumlarımızın yeniden inşası için başvurmamız gereken kaynak ise fıkıhtır. Bu noktada Said Halim Paşa fıkha diğer İslami bilimlere yönelttiği eleştiriyi yöneltmez ve ona özel bir önem atfeder. Zira yaşamı şeriatın hükümlerine göre tanzim eden fıkıh kurumu İslam toplumunun ahlaki ve toplumsal alanına karşılık gelmektedir. Fiziksel bilimler alanında deneyin önemi ne ise ahlaki ve toplumsal alanda da fıkhın önemi o olmaktadır. Bu noktada Said Halim Paşa’nın İslam toplumunun Batı’dan ârî kendine özgü bir sosyal sistem oluşturulabilmesi açısından fıkıh çözümü önemli bir tespittir. Ancak bu çöküşün kaynağı olarak görmüş olduğu Kelam gibi diğer İslami ilimlere yöneltmiş olduğu eleştiriler tartışmaya açıktır. Zira insani ölçülerden hareket ederek ortaya çıkmış bir medeniyetin maddi veçheleri kadar manevi/düşünsel veçheleri de önemli bir yere sahiptir. Ancak bu iki yönün birlikteliği daha sahih bir toplum tasavvuruna sahip olmamızı sağlayacaktır. Said Halim Paşa Osmanlı’nın (genel de bütün İslam toplumlarının) toplumsal problemlerinin çözümü için fıkhı, siyasal problemlerin çözümü için ise şeriat sistemini önermesinin ardından yanlış batılılaşma hareketlerine dikkat çekmektedir. Bu noktada Batı ve İslam toplumlarının siyasal sistemlerini karşılıklı bir incelemeye tabii tutan Said Halim Paşa farklı toplumsal yapılara sahip olan bu iki toplumun aynı siyasal düzen içerisinde yönetilemeyeceğine dikkat çekmektedir. Çünkü ona göre siyasal sistemler toplumun ya da belirli kişilerin bir tercihinden ziyade toplumsal yapının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır/çıkmalıdır. Bu bahse dair Said Halim Paşa öncelikle Batı toplumlarının genel 3 toplumsal yapısından, serüveninden bahsetmektedir (s. 211-216). Batı toplumlarında önce kilisenin ruhani otoritesi, sonra krallığın maddi kudreti ve daha sonra burjuva sınıfının refah ve zenginliği ile kendini gösteren demokrasi yönetim biçimi ortaya çıkmıştır. Burjuvazinin hakimiyeti altında olan bu son dönemde sınırsız bir servet arzusu ile her şey mubah görülmüştür. Tarihte benzeri görülmemiş sanayinin gelişimi de bu dönem ortaya çıkmıştır. Burjuva günümüzdeki sanayiyi ortaya çıkarırken onu kendi emeği ile devam ettiren de işçi sınıfı olmuştur. Said Halim Paşa’ya göre Batı toplumlarının yapısal olarak sürekli bir değişim içinde olmasının sebebi ise hiçbir zaman toplumsal bir ideale sahip olmamasıdır. Değişmez ahlaki ve toplumsal ilkelere sahip olmayışları Batı toplumlarını istikrardan yoksun bırakmıştır. Toplumsal yönetimdeki herkesi kapsayan belirli bir toplumsal idealden yoksunluk da ancak belirli bir toplumsal kesmi tatmin edegelmiştir.3 Said Halim Paşa İslam toplumları için öngördüğü siyasal sisteme geçmeden önce son olarak Batı’nın siyasal sisteminin (yine toplumsal yapısının bir sonucu gereği) ulusal egemenlik ilkesine dayandığından bahsetmektedir (s. 217-220). Bu ilkenin siyasal alana uygulanması ile ulusal temsil sorunu ortaya çıkmaktadır. Ulusal temsil sorunun kaynağı ise Avrupa uluslarının birbirinden farklı amaç, eğilim ve ihtiyaçlara sahip olan toplumsal sınıflarının, ulusal temsil kurumunda birbirine düşman temsilcilere dönüşmesidir. İşte bu temsilciler dahil oldukları toplumsal sınıfı savunmak amacı ile kendi aralarında örgütler oluşturmuşlardır. Batı siyasal tarihindeki siyasi partilerin oluşumu tam da bu nokta ile açıklığa kavuşmaktadır. Birbirine karşıt olan bu siyasi partilerden herhangi biri iktidara geldiği zaman yönetim gücünü kendi ait olduğu sınıfsal grup lehine kullanarak ulusal temsil sorununa neden olacaktır. Bu durum bilgelik ve tarafsızlığın esas olması gereken yönetim biçimini belirli bir sınıfın tarafgirliğine dönüştürecektir. Said Halim Paşa Batı toplumlarına dair yaptığı bu analizlerin ardından ortak bir ideale sahip olan ve belirli grupların çekişmelerinden uzak olan İslam toplumunun, Batı toplumlarından farklı bir yapı sergilemesi sebebi ile zorunlu olarak Batı’daki siyasal tarzdan farklı bir siyasal sistemi benimsemesi gerektiğini belirtmektedir. Bu anlamda Batının siyasal sistemini taklit edilmesi büyük bir felakete neden olacaktır (s. 221). Zira ona göre bir toplum için en güzel siyasal sistem kendi toplumsal sisteminin ihtiyaçlarını karşılayan, kendi temel ilkelerini en güzel bir şekilde yorumlayan siyasal sistemdir. Bu sebeple Müslümanların siyasal 3 Said Halim Paşa Batı toplumlarında devletin İslam toplumlarında olduğu gibi saygı ve güven görmemesinin sebebini bu toplumsal yönetim anlayışına bağlamaktadır. 4 sistemi onların toplumsal sisteminin ortak bir ideali olan İslam’a göre şekillenmesi gerekmektedir. Esasen bu durum bir tercih meselesi değil toplumsal yapısının doğal bir sonucudur. Bu sebeple Müslüman bir parlamentoda ne komünist ne de sosyalistler, ne cumhuriyet ne de saltanat yanlısı insanlar bulunacaktır. Parlamentodaki temsilcilerin amacı şeriatı en doğru bir şekilde uygulama şeklinde tanımlanabilecek ortak bir idealin peşinde olmak olacaktır. Aralarında zaman zaman çıkacak olan ihtilafın sebebi de ortak ideale ulaşmak için belirlenecek olan vasıtalara ilişkin olması beklenecektir. Birbirleri ile karşı karşıya gelmelerinin sebebi kendi çıkarları dolayısıyla değil ortak ideale hizmet için olacaktır. Ancak ulusu temsil eden bu gücün görevi yasama değil sadece denetlemedir. Sait Halim Paşa son olarak ise yasama, yürütme, devlet başkanı, siyasal partiler ve senato başlıkları altında bu kurumların İslam toplumunda nasıl bir içeriğe sahip olması gerektiğini izah etmektedir. Kısaca bu siyasal organlara dair temel vurguları ön plana çıkaracak olursak; Said Halim Paşa bir çoğunluk ya da azınlık meselesi olmayıp ancak bir yetki meselesi olan yasamanın toplumun güvenini kazanmış ve alanında uzman olan kişiler, hukuk bilginleri tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Bir İslam ülkesindeki devlet başkanı ise kişi olarak hem şeriata hem de ulusa karşı sorumludur. Egemenliğini tahkim edebilmek için hak ve imtiyazlara sahip olan devlet başkanı görevlerini yerine getirmediği taktirde ulusun şikayet etmesi ile şeriatın hükmünü verir ve devlet başkanlığı görevi sonlandırılır. Said Halim Paşa yürütme merciine dair ise nasıl parlamento ve yasama gücü kendi egemenlik alanlarında bağımsızlığa sahip ise yürütmenin de aynı bağımsızlığa sahip olması gerektiği söylemektedir. Ayrıca parlamentonun yürütmeyi denetleme durumu yürütmenin alanına taciz etmek anlamına gelmemektedir. Eğer bu iki mevki arasında bir anlaşmazlık meydana gelirse de bu duruma devlet başkanı müdahale ederek problemi ulusun lehine olacak bir şekilde çözer. Ancak bu müdahale yine yürütmenin bağımsızlığına bir halel getirmemektedir. Zira kendisinin varlık sebebi ulusun lehine kararlar alarak onları hoşnut etmektir. Said Halim Paşanın siyasi partiler konusundaki fikri ise yukarıda da izah edilmiş olduğu gibi İslam toplumlarındaki siyasal tefrikanın sebebi -Batı toplumlarında olduğu gibi farklı sınıfların temsiline dayanmadığı içinortak idealin nasıl daha iyi gerçekleştirilebileceğine ilişkindir. Son olarak Said Halim Paşa belirli kişilerin özel hak ve imtiyazlarına dayanması sebebi ile senatonun İslam toplumlarında varlık gösteremeyeceğini belirterek yazısını nihayete erdirmiştir. Said Halim Paşa’nın, Batı’nın mevcut siyasal sisteminin onun toplumsal yapısının bir gereği olarak ortaya çıkmış olduğu tespiti günümüzde de değerini koruyan önemli bir tespittir. Bu anlamda farklı bir toplumsal yapıya sahip olan İslam toplumları teknik ve deney usulünün 5 dışında Batı’dan bir iktibasa girişmeden kendine özgü/ortak idealine özgü bir sistem geliştirmelidir. Fakat bu noktada Said Halim Paşa bir İslam siyasal sisteminin nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncelerini serdederken Batı’nın siyasal kurumlarından hareket etmiştir.4 Dolayısıyla bu durum Batı’dakine refleksle gelişen bir siyasal sisteme sebep olacağı için esasen Said Halim Paşa’nın düşünceleri ile de uyuşmamaktadır. Said Halim Paşa’nın düşüncelerine dair bir diğer eleştiri de İslam toplumlarını incelerken Batı toplumlarına nazaran daha iyimser davranmış olmasıdır. Bu anlamda Batı toplumlarını sosyal gerçekliği üzerine incelerken İslam toplumlarını daha idealize edilmiş bir halde incelemiştir (Erkilet, 2015, s.62) Sonuç olarak Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış olan Said Halim Paşa’nın düşünceleri hala güncelliğini koruyarak belirli sorulara/sorunlara bir cevap niteliği taşımaktadır. 4 Daha detaylı bir analiz için bkz. Erkilet, A. (2015). Mazlum Doğunun Mağrur Çocukları, İstanbul: Büyüyen Ay. (Said Halim Paşa Düşüncesinde Tespitler, Teklifler ve Sorunlar, s. 51-63) 6